SÖZ BAŞI
Türk edebiyatının islamiyet'ten önce ve îslamî dönem genel tasnifi içinde; Türk Halk
Edebiyatı kendine has yerini almaktadır. Bu edebiyat; işlediği konuları itibariyle, halkın dilini,
duygu ve düşüncelerini, zevkini, millî ve dinî inançlarını esas alarak halk-cumhur
sentezinde/her zümreye hitap ederek bütünleştirici bir rol oynamaktadır.
Bu edebiyat; milli birlik ve beraberlik ülküsünde vermek istediği mesajları, halkın kolayca
anlayabileceği ve kabullenebileceği bir anlatım tarzı içinde Türkçe olarak onlara ulaştırmaya
çalışmaktadır. Elinizdeki bu "Türk Halk Edebiyatı El Kitabı" da bu hedefin bir parçasıdır.
Zira bu çahşma; buyandan toplumun ihtiyaç duyduğu konuları, onların anlayabileceği bir
şekilde verebilmekte, diğer yandan da üniversitelerimizde okuyan gençlerimizi bu konularda
bilimsel veriler itibariyle bilgilendirebilmektedir.
Ayrıca bu çahşma; hem ilk-orta öğretim programlarındaki bu disiplin ile ilgili konuları,
hem de üniversitelerin "Türk Dili ve Edebiyatı" ile "Türkçe Öğretmenliği" ve diğer ilgili
bölümlerdeki ders programlarının muhtevalarına uygun olarak hazırlanmıştır. Ayrıca, orta
öğretim programlarında yer alan Halk Edebiyatına ait konuları da tespit ederek bunların
günümüzde yetersizliğini ve öğretmenler tarafindan daha reel olarak verilmesi gerçeği
üzerinde de durulmuştur.
Türk Halk Edebiyatı El Kitabi'nda; "Türk Dili ve Edebiyatı" ile "Türkçe Öğretmenliği"
bölümlerinde okutulan programlardaki bazı kaymaları da yerine oturtmaya çalıştık. Bu
cümleden olarak, bilim dalı itibariyle Halk Edebiyatına ait olan konuların Eğitim
Fakültelerindeki Eski Türk Edebiyatı I'e kaydırılmasının düzeltilmesi gerektiğini de bilimsel
veriler içinde vermeeye çalıştık.
Türk Halk Edebiyatı El Kitabında Halk edebiyatı türleri ile Dini-Tasavvufi Türk
Edebiyatını, ait türleri ayn ayn verdik. Çünkü birincisi daha çok anonim veya aşık edebiyatı
konularını ihtiva etmekte, ikincisi ise bütünüyle, dini-tasavvufi Türk edebiyatıdır ki, bunun bir
başka özelliği de, kendi-sine ait törlerin Türkçenin öğretiminde kullanılmasıdır.
Bilindiği gibi dini-tasavvufi Türk edebiyatı terminolojisini günümüzde başka isimler adı
altında vermek isteyenler de vardır, kanaatimizce bu yanlış olur. Çünkü bu konu, sadece
Türklere ait dini-tasavvufi temleri işlemektedir ve bu terminoloji artık oturmuştur. Zira bu
disiplinin temel ideolojisi ve
20
fikir kaynağı; Türk millî kültürü, islam dinî ve islam tasavvufudur. Bu cümleden olarak bu
edebiyat; dış unsurları itibariyle, yani vezin ve nazım şekli bakımından çoğu zaman millî ruhu
aksettirirken; iç unsurları itibariyle de, yani mefhumlar, mecazlar, dil ve üslup bakımından
Türk millî kültürü bünyesinde dinî-tasavvufî inanç ve vecdi ortaya koymaktadır. Bunun
sebebi, Türk milletinin islam imanı gibi. İslam tasavvufunu da yine Türk'ün inanma üslubuyla
birleştirmiş olmasıdır. Çünkü bu edebiyatın kadrosunda, divan ve saz. şairleri bulunmakta ve
bu edebiyatlara ait nazım şekillerini de müştereken kullanmaktadırlar. Fakat bu edebiyat, her
iki edebiyatı da, hem birbirlerine yaklaştırır, hem de onların hitap ettiği ayrı ayrı zümreleri,
kendi bünyesinde halk-cumhur potasında birleştirip bütünleştirerek bir edebiyat köprüsü
kurmaya çalışır.
Bizim bu çahşmamız; Giriş, altı bölüm ve bibliyografyadan oluşmaktadır.
Girişte genel anlamda Türk edebiyatının; kavramlar, edebiyatta ifade tarzları, tarih içinde
Türk edebiyatının tarihi gelişimi ve Türk edebiyatının günümüze göre tasnifi üzerinde durduk.
Biz burada özellikle yeni bir tasnif denemesi çerçevesinde Türk edebiyatını islam öncesi ve
Islamî dönem başında; Türk Dili, Türk Halk edebiyatı, Dinî-Tasavvufî Türk edebiyatı. Divan
edebiyatı. Aşık edebiyatı. Dünya edebiyatlarının tesirinde kalan Türk edebiyatı, Cumhuriyet
dönemi Türk edebiyatı, Türk Cumhuriyetleri ve Türk toplulukları edebiyatları başlığı altında
yeni bir tasnif denemesi ile bir bütünün oluşmasını temine çalıştık
Birinci bölümde; Türk Edebiyatı ile ilgili kavramları; edebiyatın tanımı, konusu, muhtevası,
metodu; edebî eser vb. hususları ele aldık. Buna bağlı olarak edebiyat tarihinin önemi
üzerinde durarak edebiyat-dil-kültür ilişkisini inceledik, edebiyatın diğer bilim dallarıyla
ilgisini kurmaya çalıştık.
ikinci bölümde; islam öncesi Türk edebiyatının tarihi seyrini, genel özelliklerini, ilk
dönemlerde oluşan sözlü-yazılı eserler ile eski Türk şiîrinde görülen Kirleri kısa anekdotlarla
vermeye çalıştık.
Üçüncü bölümde; Orta Asya sahası Türk edebiyatında; Türk Kültürü ve İslamiyet
arasındaki ilişkiler, Türklerin islam öncesi inanç sistemleri, Türkler ve islamiyet, Türklerin
islam'a geçmeden önce Araplarla olan temasları, Hz. Muhammed döneminde Türklerin
durumu ve Hz. Muhammed'in Türkler hakkındaki hadisleri, ilk fetihler sırasında Türk Arap
münasebetleri, Türklerin Müslüman oluşları.. vb'lerini; ayrıca 11-20. yüzyıl arası Orta Asya
Türk edebiyatının genel özellikleri ile bu yüzyıllarda yaşayan belli başlı mutasavvıflarından;
Yusuf Has Hacib, Kaşgarlı Mahmud, Ahmed Edib Yükneki, Ahmed Yesvî, Süleyman Hakim
Ata, Şah İsmail Safavî, Mahdum Kulu'mın bu edebiyata katkıları ve temsilleri üzerinde
durduk.
21
Dördüncü bölümde; esas çalışmamızın adını oluşturan Türk Halk edebiyatı hakkında;
kavramlar. Halk edebiyatının genel ilkeleri. Halk edebiyatında metodoloji, ilk ve orta öğretim
programlarında Halk edebiyatına ait konuların kısa bir değerlendirilmesi, öğretim etkinlikleri,
bu derslerde kullanılan araç-gereçler ve öğretim metodlarının uygulanması hakkında
müşahhas bilgiler vermeye çalıştık.
Beşinci bölümde; Türk Halk Edebiyatını, Ortaöğretim programlarına göre amaç, plan,
işlenen konular, ders araç ve gereçleri vb. açıdan bir değerlendirmeye tabi tuttuk.
Altıncı bölümde; Türk Halk edebiyatında törleri işlerken, bu törlerin hece ve aruzu göre
yazılanları ve şekil özellikleri üzerinde durduk. Ayrıca burada Türk halk edebiyatı türlerinin
Türkçe öğretimindeki önemli fonksiyonlarını ve bu hususla ilgili olarak; ninni, mani, türkü ve
destan... verilerini etkilerini ortaya koymaya çalıştık.
Yedinci bölümde; Aşık tarzı Türk edebiyatının genel özellikleri ve 16-20. yüzyıla kadar
olan zaman dilimini birleştiren örnek şahsiyetlerden birkaçını vermeye çalıştık.
Sekizinci bölümde; Dini-Tasavvufi Türk edebiyatının genel özellikleri, tasavvufun tarihi
gelişimi, divan ve halk edebiyatı ile müşterek kullandıkları nazım şekilleri, yüzyıllara göre
mutasavvıf şairlerden örnekler vermeye çalışırken, yine bu edebiyata ait olan; Allah,
Peygamberler, din ve tasavvuf yolunun büyükleri, dini ve tasavvufi düşüncelerle ilgili 45
nazım tür'ünü örneklerle değerlendirmeye çalıştık.
Bibliyografyada da; bu çalışmamızda kullandığımız eserler, makale vb'lerini yazarların
soyadlarına göre alfabetik olarak vermeye çalıştık.
Çalışmamızda görülebilecek bazı noksanlıkların, meslekdaşlarımız ve okurlarımız
tarafından yine iyi niyetler çerçevesinde değerlendirilmesini, düzeltilmesini ve yapılması
öngörülen bazı ilaveler için de bize destek olunmasını en samimi duygularımızla bekliyoruz.
Ankara 02.08. 2003
Prof. Dr. Abdurrahman Güzel
Prof. Dr. Ali Torun
ÎKÎNCi BASKIYA SÖZ BAŞI
Öğrencilerimizin, öğretim elemanlarımızın, okurlarımızın ve 'halk-cumhur'ua, büyük
ilgisine mazhar olan 'Türk Halk Edebiyatı El Kitabı' adlı bu çalışmamız, bir yıl içinde
bitmiştir. Bundan dolayı hem mutluyuz, hem müteşekkiriz, hem de çalışmamızın daha iyi
olması için her türlü gayreti göstermek zorunda olduğumuzun idraki içindeyiz. Bu cümleden
olarak kitabımızın bu yeni baskısını iki boyutlu olarak ele aldık. Bunlar da:
* Birinci baskıda meydana gelen; tashih, dizgi hataları, bazı tekrarların, tiir'lerin, dip
notlarının ve konuların..vb.'lerinin konulmaması sebebiyle yeniden gözden geçirilerek
düzeltilmeler yapılmıştır.
* Eserde yaptığımız yeni düzenlemelerle; hem bu noksanlıkların tamamlanması, yani giriş,
yeni bölümler, yeni konular, yeni tür ve metinlerin eklenmesi, bazı metinlerin çıkarılması
veya sadeleştirilmesi; hem de konular arasındaki dağınıklığın ortadan kaldırılarak benzer
konuların da birleştirilmesi suretiyle bir bütünün oluşmasıni temine çalıştık.
Çalışmamız; söz başı, giriş, sekiz bölüm ve bibliyografyadan oluşmaktadır.
Giriş bölümünde; genel anlamda Türk Edebiyatı'nın tarihî gelişimi içinde, Türk Dili ve
Edebiyatının devirlere ve günümüze göre yeni bir 'tasnif denemesi' ni yapmaya ve devirler
hakkında da özet bilgiler vermeye çalıştık.
Özellikle bu yeni tasnif denemesi çerçevesinde, îslam öncesi ve îslamî dönem başında Türk
Edebiyatını; Türk Dili, Türk Halk Edebiyatı, Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, Divan Edebiyatı,
Aşık Edebiyatı, Dünya Edebiyatlarının tesirinde kalan Türk Edebiyatı, Cumhuriyet Dönemi
Türk Edebiyatı, Türk Cumhuriyetleri ve Türk Toplulukları edebiyatları başlığı altında
değerlendirmeye çalıştık.
Birinci bölümde, bu edebiyatı oluşturan kavramlar üzerinde durduk. Mümkün olduğunca
bunlar hakkında bilgiler vermeye çalıştık.
İkinci bölümde; 'İslam Öncesi Türk Edebiyatı üzerinde duruldu. Burada sözlü-yazılı
edebiyat ve Tür'ler ele alındı.
Üçüncü bölümde; Orta Asya sahası Türk edebiyatı'nda Türkler'in Müslüman oluşları ve 11-
20. yüzyıllar arasında yaşayan mutasavvıflardan örnekler verildi.
Dördüncü bölümde; 'Türk Halk Edebiyatı öğretiminde kullanılan genel yöntemler'
hakkında 'alan eğitimine' yönelik bilgiler verildi.
23
Beşinci bölümde; 'Türk Halk Edebiyatı'nın ilk ve orta öğretim proGramlarına göre kısa bir
değerlendirilmesi üzerinde durduk.
Altıncı bölümde; Anadolu Sahası Türk Halk Edebiyatında Türler ele alınarak örneklerle
işlenmeye çalışıldı. Buraya birinci baskıda yer almayan 'Mit, efsane, tekerleme..vb'lerini de
ekledik. Ayrıca bu edebiyatın Anadolu sahasında başlangıcı ve 13-20. yüzyıllar arasında
yetişen belli başlı mutasavvıflardan her yuzyıla göre, 3-5 arası mutasavvıf ve eserlerinden
örnekler vermeye çalıştık
Yedinci bölümde; 'Aşık Tarzı Türk edebiyatında aşık tipinin dünü bugünü üzerinde kısa bir
değerlendirme yaptık. Ayrıca yüzyıllara göre 18a-şık'ın eserlerinden örnekler de verdik.
Sekizinci bölüm'de; 'Dini-tasavvufi Türk edebiyatı' hakkında genel bir bilgi verildikten
sonra, bu edebiyatın eserlerinde tespit etmeye çalıştığımız türleri örneklerle de
değerlendirmeye aldık. Özellikle bu türleri; Allah, peygamberler, din ve tasavvufyolunun
büyükleri, dinî ve tasavvufî düşüncelerle ilgili olarak yazılan 45 tür örneğini verdik. Ayrıca bu
edebiyatın manzum eserlerini şekil bakımından incelemeye çalıştık Burada; vezin, kafiye,
redif, Divan Edebiyatı ile ortak olan nazım şekillerini vermeye çalıştık.
Bibliyografya bölümünde; bu çalışmamızda kullandığımız eser, makale... vb'lerini
yazarların soyadlarına göre alfabetik olarak verdik
Çalışmamızın asıl hedef kitlesi olan ; 'siz üniversite öğretim üyeleri, öğrencileri ve halk-
cumhur'un burada görecekleri her türlü noksanlıkların, yine iyi niyetler çerçevesinde
değerlendirilmesini, düzeltilmesini ve yapılması öngörülen bazı ilaveler için de bizlere destek
olunmasını en samimî duygularımızla bekliyoruz.
Bilindiği gibi bu çalışmada; zamanla alan bilgisi, ve alan eğitiminin verilmesi de ihmal
edilmemiştir. Bu cümleden olarak eserin birinci baskısının kısa zaman içinde tükenmiş olması
sebebiyle, biz de siz okurlarımızın destekleri ve uyarılarıyla elinizdeki bu ikinci baskıyı
sizlere sunmayı bir görev saydık.
Bu çalışma; bir yandan lise ve dengi okullardaki 'Türkçe ve Edebiyat dersleri'nde 'yardımcı
ders ve öğretmen el kitabı' görevini yerine getirirken, diğer yandan da üniversitelerimizin
Edebiyat ve Eğitim Fakülteleri lisans, Yükseklisans ve Doktora proğramlarında yer alan 'Türk
Dili ve Edebiyatı, Çağdaş Türk Lehçeleri, Halk Bilimi, Türkçe'nin Eğitimi-Öğretimi ve diğer
ilgili Bölümlerinde okutulan 'Türk Halk Edebiyatı ' derslerinin 'El Kitabı' olarak yerini
almaktadır. Dolayısıyla bu çalışmanın ilk baskısının kısa zamanda bitmesi neticesinde, bu
ikinci baskısında sizlerden gelen uyarılar ve hoşgörüler bağlanımda, hem düzeltmeler, hem de
ihtiyaca ve isteğe uygun olarak eklemeler yapılmıştır. Çünkü bu eserin asıl sahibi olan sizlerin
bu yakın ilgileri bu başarılı sonuca ulaşmayı sağladı.
24
Bu bağlamda 'Türk Halk Edebiyatı El Kitabı' hakkında meslektaşlarımızdan aldığımız iyi
niyete dayalı düzeltmelerin bize bizzat gönderilmesi bizi çok mutlu etti. Bu cümleden olarak
kıymetli meslekdaşımız, sevgili dos-tumuz sayın Sabri Koz beyefendi'de bizzat bendenizi
arayarak bazı düzeltmeler yapılması gerektiğini ve bunlarla ilgili notları göndermişlerdir. Biz
de bu 'iyi niyet tavsiyelerini' dikkatle ele alıp bu düzeltmeleri memnuniyetle yaptık. Bundan
dolayı kendilerine şükranlarımı sunuyoruz.
Bize karşı gösterilen bu yakın ilgi ve hoşgörülerden dolayı hepinize en derin şükranlarımızı
sunmayı bir borç biliriz.
Ankara 05 Ekim 2004
Prof. Dr. Abdurrahman Güzel
Prof. Dr. Ali Torun
GÎRÎŞ
TÜRK EDEBÎYATININ DEVÎRLERE AYRILMASINDA KULLANILAN ÖLÇÜTLER VE
TÜRK EDEBÎYATININ GÜNÜMÜZE GÖRE TASNİFİ :
A. Türk Edebiyatının Devirlere Ayrılmasında Kullanılan Ölçütler:
1. Dil Anlayışı:
Asya ve Avrupa'nın çeşitli bölgelerinde başlayıp gelişen Türk Edebiyatlarını birbirinden
ayıran, yalnızca şekil, muhteva ve gaye farklılığı değildir. Önemli bir faktör daha vardır ki, bu
da edebî eserin asıl malzemesi olan dilde ortaya çıkmaktadır. Bunlara lehçe veya şive ayrılığı
adını veriyoruz. Bu ayırıma kısmen de olsa ağız farklılıklarını da alabiliriz. Günümüzde bu
kavramlar sık sık birbirine karıştırılmaktadır. Bu sebeple konuya girmeden önce bu
kavramların açık bir ifadeyle tanımlanmaları gerekmektedir.
Lehçe (dialecte, dialect, dialekt); bir dilin değişik ülkelerde ve bölgelerde, yine aynı "dil
birliği'nden olan kimselerce konuşulan değişik biçimidir.1
Şive: is (si: ve). Ar. Şive. Söyleyiş özelliği. Bu kelimenin aynı zamanda "ağız" anlamı da
vardır.2
Ağız: Bir dilin sınırları içinde, bölgelere ve sınıflara göre değişen söyleyiş özelliği. Bunun
yanında, üslub ve ifade özelliği anlamlarına da gelmektedir.3
Yukarıdaki üç kavramın tanımlarına baktığımızda, şive ve ağız kavramlarının söyleyiş
özelliği noktasında birleştiklerini, dolayisiyle aynı kavramlar olduklarını görürüz. Bu aynı
zamanda "konuşma" ile de doğrudan ilgilidir. Bir dilin sınıflandırılmasında bu kavramların
mutlak surette göz önüne alınması gerekmektedir. Bu kavramları açığa kavuşturduktan sonra
şimdi Türkçe'nin tasnifi ile ilgili açıklamalara geçebiliriz.
Bilindiği gibi Türk dillerinin tasnifi meselesi ile ilk uğraşan kimse ola-rak Kaşgarlı
Mahmud zikredilebilir. O, 1072-1074'te tamamlanmış olan Divanü Lugati't-Türk adlı meşhur
eserinde, Türk kabilelerinin o zamanki
26
durumuna göre kaba bir tasnifini yaparak bunları şarkî ve garbî (doğulu ve batılı) olmak üzere
iki büyük gruba ayırmıştır.4
Bu tasnif, dil ve edebiyat tarihimizde oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Edebî metinlerin
asıl malzemesinin dil olduğunu düşünürsek, bu tasnif Türk Edebiyatının devirlere
ayrılmasında da o günün şartlarına göre önemli kıstaslar ortaya koymuştur.
Divanü Lügati't - Türk isimli eseri 11. yüzyıla ait bir deneme olduğu için Kaşgarlı
Mahmud'un çahşmasını ancak tarihi bir vakıa olarak kabul etmekle beraber, yaşadığı devre ait
bütün Türk aile ve boyları arasında dolaşarak hemen hemen bütün Türk lehçe ve şivelerini
incelemiş olması ve şiveleri mukayese ederken ses hususiyetlerini de dikkate alması dil
anlayışına dair tasnife ne kadar ciddiyete yaklaştığını ortaya koymaktadır.5
Türkçenin en eski dönemlerinden günümüze kadar, şive ve lehçelerinde bu farklılıklara
rastlamak mümkündür. Konuyu Türkçe açısından değerlen-dirdiğinüzde, bu farklılıklar,
uzaktan yakına doğru azalarak mevcut kalmıştır. Uzaktan yakına diyoruz, çünkü bugün
Çuvaşça ve Yakutça, günümüz Türkiye Türkçesinden oldukça farklıdır. Bunun nedeni, bu iki
dilin, Türkçenin en eski dönemlerinde ayrılmalarından kaynaklanmaktadır. Çuvaşça ve
Yakutça gibi, bir dilin bilinmeyen dönemlerinde ayrılan kollarına lehçe adı verilmektedir. Her
iki dil de Ural-Altay Dil Ailesinin Ural grubundaki Türkçenin tarihî dönemde ayrılmış olan
lehçeleridir. Çok eski dönemlerde ayrıldıkları için de, bugün Türkçeden farklı birer dilmiş
gibi algılanmaktadırlar.
2. Dil Coğrafyası
Türk dilleri geniş bir coğrafî dağılımları, farklı dil tipleriyle ilişkileri, zaman içerisindeki
görece dayanıklılıkları, morfoloji ve sentaks açısından kurallı oluşlarıyla genel olarak ilgi
çekici görünürler. Yirminci yüzyılın sonundaki gelişmeler sebebiyle pek çok Türk dili, son
zamanlarda gittikçe artan bir politik önem kazanmıştır.6
Günümüzde bu kadar geniş bir coğrafyada konuşulmakta olan Türkçe, başlangıçtan 13.
yüzyıla kadar tek bir koldan ilerleyen yazı dili durumundayken, 12. yüzyıldan itibaren çeşitli
dallara ayrılmaya başlamıştır.
Orta Asya Türk Dünyası, 12. yüzyıldan itibaren bazı kaynaşma, karışma ve ayrışmaların
sonucu olarak, yavaş yavaş Türk dilinin genel yapısında birtakım değişme ve gelişmelere
sahne olmuştur. Bu değişme ve yenileşmeler yeni yazı dillerinin oluşmasına ortam
hazırlamıştır.7
27
Bu dallanmalar sonucunda Türkçe, Güneybatıda Türkiye ve komşularından, güneydoğuda
Doğu Türkistan'a ve hatta Çin'in içlerine kadar uzanır. Buradan kuzeydoğuya, güney ve kuzey
Sibirya üzerinden Kuzey Buz Denizi'ne ve son olarak Batı Sibirya ve Doğu Avrupa üzerinden
kuzeybatıya uzanır.8
Orta Asya'da da en çok konuşulan ve daha geniş alanlara yayılan Türkçe, farklı coğrafyalarda
ve değişik kollar halinde gelişir. Bugün Türkçe'nin;
Azeri Türkçesi, Kırgız Türkçesi, Özbek Türkçesi, Türkiye Türkçesi ve Balkan Türkçesi gibi
şiveleri vardır. Günümüzde ise dünyanın en çok konuşulan dilleri arasındadır.
2000 yılı rakamlarıyla, alü Türk Cumhuriyetinde 124. 682. 000, Rusya Federasyonu'nda 20
milyona yakın, Avrupa, ABD, Avustralya ve Balkan ülkelerinde 5, 4 milyon, iran'da 40
milyona yakın, İrak'ta 4. milyon, Afganistan'da 2. 5 milyon, Moğolistan'da 188 bin, Çin'de 14.
5 milyon, Suriye'de 500 bin olmak üzere toplam 280 milyon civarında insan tarafından
kullanılmaktadır. Bu rakam 2025'te 350 milyona yaklaşacaktır.9
Türkçe'nin dil coğrafyasının zaman içerisinde ne kadar geniş bir alana yayıldığını
yukarıdaki kısa açıklamalardan bile anlayabiliriz.
3. Dinî Hayat
Tarihleri boyunca Türklerin dinî anlayışlarını üç ana döneme ayırmak mümkündür. Bunları
şu şekilde sıralayabiliriz.
7. Şamanizm.
2. Maniheizm - Budizm.
3. islam Dini.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, bu din değişiklikleri Türklerin edebî kültürlerini
doğrudan etkilemiştir.
Göktürkler'in dini konusunda bazı kaynaklar, birbiriyle çelişkilidir. Bir kısım
araştırmacılar, Göktürkler'in Şamanizm dinini benimsediklerini, ileri sürmektedirler. Bu tür
çelişkilerin tek yolu, Orhun Kitabeleri'nin muhtevasına baş vurmaktır.
"Türkler, yüce ve mücerret tek Tanrı telakkisine erişmiş olmakla birlikte, başlangıçta yine
de O'nu Gök 'te düşünüyorlardı. Nitekim Orhun Kitabeleri'nde "üze gök tengri" terkibinde
Tanrı aynı zamanda gök manasını da ifade etmekteydi. Bu sebeple de tekamülcü bir
yaklaşımla Türkler de "Tanrı" düşüncesinin, maddi Gökyüzünden, manada Ulu Varlığa doğru
bir gelişme gösterdiği öne sürülmüştür. Göktanrı, kendisine tapınılan mavi gökyüzünü değil,
Yüce Tanrı'yı ifade etmektedir.
28
Türklerin ilk benimsediği din olan Şamanizm, aslen büyüye, sihre ve halk hekimliğine
dayanmaktaydı. Saman dininin temsilcisine Kam, Kaman veya Saman adı verilmekteydi. Bazı
Türk topluluklarında devletin başındaki hükümdar, aynı zamanda Şamanizmin de temsilcisi
idi. Bunlara Türk tarihinde Tudun adı verilmektedir.
Uygurlar, Göktürklerin varlığına son verdikten sonra, Türk tarihinde kültürel ve dinî
bakımdan yepyeni bir dönem başladı. Uygurlar iki dine mensup olmuşlardır. Bunlar
Maniheizm ve Budizm dinleri idi.
Maniheizm, evrende birbirine zıt iki ilke (hayır ve şer) bulunduğuna, başlangıçta
birbirinden tamamıyla ayn olan bu iki ilkenin dünyada, şerr'in marifetiyle birbirine karışmış
olduğuna inanan bir dindir. Mani'ye göre kurtuluş, hayrın serbest kalmasıyla ve tekrar eski
yerini almasıyla gerçekleşecektir.11
Uygurların benimsedikleri dinlerden biri de Budizm'dir. Budizmin temel prensibi, somut
olarak, "Bir kişinin kendi canı pahasına da olsa başkalarına yardım etmesi" düşüncesine
dayanmaktadır.
Bu dönemde kaleme alınan edebî nitelikteki eserlerde, her iki dinin de ilkeleri, temel
anlayışları ağır basmaktadır. Nitekim, Göktürk Kitabelerinde ve eski Türk destanlarında Gök
Tanrıdan bahsedilirken, Uygur edebiyatında Mani ve Budha 'nin temel prensiplerinden söz
edilmektedir.
Burada eski Türklerin dini anlayışları ile ilgili özet bilgiler verilmiştir. Din konusu ayrıntılı
bir şekilde ele alındığında, yukarıda ismi geçen üç temel dinin izlerine eski Türk
toplumlarında yer yer rastlandığı görülmektedir. Örneğin, Budizm'in izlerine ffun'larda ve
Göktürkler''de de rastlandığına kaynaklarda tesadüf edilmektedir. Özetlemek gerekirse
Türkler, yukarıda isimlerini verdiğimiz dinleri belli bir sıra takip ederek benimsememişlerdir.
Dini hayattaki bu karışıklık Türklerin; İslam Dinini kabullerine kadar devam etmiştir. Türkler,
bu döneme kadar, küçük topluluklar halinde farklı dinlerin etkilerine maruz kalmışlardır.
Ancak İslam Dini kabullerinden sonra başka bir din arama yoluna gitmemişlerdir.
Edebiyatımızda asıl köklü değişiklik daha Önce de belirtildiği gibi, 10. yüzyıldan itibaren
İslamiyet'in kabul edilmesiyle başlamıştır. Başta Karahanh Devleti olmak üzere Gazneliler.
Harzemşahlar ve Selçuklular bünyesinde yeni ve güçlü bir edebiyatın başladığını görüyoruz.
Bu değişiklik sadece edebiyatta sınırlı kalmamış, sanatın çeşitli dallarında da kendisini
göstermiştir. Hatta, hat sanatı gibi, yeni bir sanatın da başlangıcı olmuştur.
11. ve 12. yüzyıllarda Müslüman Araplar ve İranlılarla iyi ilişkiler kuran Müslüman
Türkler, artık İslam medeniyeti dairesinde yer alacaklardır.
29
Edebî, kültürel ve siyasi alanlarda karşılıklı etkileşime ve îslamî inanca bağlı olarak yeni
dünya görüşünün ifadesi olan bir edebiyat başlamıştır. Bu edebiyat gelişerek Tanzimat
Dönemine kadar devam etmiştir.
4. Kültürel Farklılaşma
Kültür, "Bir milletin dil, din, duygu, düşünce ve yaşayış tarzındaki bütünlüktür." Bu
saydığımız unsurlarda başlayan değişme, kültürel farklılaşmayı ortaya çıkarmaktadır. Kültür
kavramı, Türk Edebiyatının devirlere ayrılmasında önemli bir Ölçüt olarak göz önüne
alınmaktadır. Mehmet Kaplan, edebiyat ve kültür terimleri arasındaki ilişkiyi şu şekilde dile
getirmektedir.
"Ben şahsen, edebiyatı kültüre denk buluyorum. Denklik ayniyet demek değildir.
Aynadaki hayal, kendisine akseden esyaya benzer. Edebiyat, bu manada kültürün aynadaki
aksine benzetilebilir. Bu demektir ki, kültür sahasında ne varsa, onların hepsinin akişlerinı
edebiyatta bulmak mümkündür."
Türkler, tarih sahnesine ilk çıktıkları zamandan itibaren, gerek maddî gerekse manevî
kültür birikimlerini yeni nesillere aktarmak için büyük çaba harcamışlardır. Özellikle yerleşik
hayata geçmeleri île birlikte, bu birikimlerin daha da arttığını görüyoruz.
Uygurlardan itibaren Türk kültürü, her alanda bir değişim geçirmeye başlamıştır. Bozkır
kültürü yerini yavaş yavaş şehir kültürüne bırakmıştır.
10. yüzyılda İslamiyeti kabul eden Türkler, bu dini inancın kabullerine ters düşmeyen bazı
geleneklerini de sürdürmüşlerdir. Bunun en önemli nedenlerinden biri de, Türklerin bu yeni
dini birden değil, yavaş yavaş benim-semesinden kaynaklanmaktadır. 640'lı yıllarda başlayan
geçişler, tam manasıyla 940'lı yıllarda tamamlanmıştır. Bu kadar uzun bir geçiş dönemi, İslam
dininin Türk toplulukları arasında ne kadar iyi özümsendiğini, kültürel anlamda ne kadar iyi
sindirildiğini ortaya koymaktadır.
Türklerin islam medeniyeti dairesine girmeleri, tarihî süreç içerisinde, yazılı kültürlerine
doğrudan sirayet etmiştir. Bu etkiyi edebî nitelikteki eserlerde açık bir şekilde görmek
mümkündür, özellikle İslamiyet öncesi ve İslamiyet sonrasında yazılan eserlerde bu fark
açıkça göze çarpmaktadır. Edebî türler, Özellikle şiirler, biçim bakımından az çok benzerlik
gösterse de eserlerde ele alınan konular, birbirlerinden oldukça farklıdır.
İslamiyet'in kabul edilmesinden 10-17. yüzyıla kadar müspet ilimlerle manevî ilimler atbaşı
yürümüş, fakat 1683* ten Tanzimat'a kadar olan dönemlerde dini eserler ağırlık kazanmıştır.
Bunun da sebebi devletin güçlü olması ile orantılıdır.
Tanzimat döneminde ise, edebî eserlerin şeklinde ve muhtevasında büyük değişmeler
olmuştur. Gerek Tanzimat Fermanında (1839), gerekse onun tamamlayıcısı niteliğindeki
Islahat Fermanında (1856) ifade edilen siyasî, askerî, ekonomik ve diğer alanlardaki
değişiklikler doğrudan Batı medeniyeti esas alınarak düzenlenmiştir. Bu durum, devletin Batı
medeniyeti dairesine girmeyi resmî bir politika haline getirmesinden kaynaklanmaktadır.
Yapılan çalışmalar kısa zamanda meyvesini vermiş; devlet halkıyla ve yönetimiyle hızlı bir
değişim sürecine girmiştir- özellikle sosyal hayatın değişmesi doğrudan o dönemde yazılan
edebî eserlere yansımıştır.
özetlemek gerekirse, 10. yüzyıldan itibaren Acem ve Arap edebiyatlarının etkisiyle ve
Islami düşünceye dayalı olarak başlayıp daha sonra millî bir hüviyet kazanan yazılı Türk
Edebiyatı, Tanzimat'tan itibaren hızlı bir batılılaşma sürecine girmiştir. Bunun etkileri ise
2000'li yıllara geldiğimiz şu günlerde de devam etmektedir.
B. Türk Edebiyatının Günümüze Göre Tasnifi:
Türk Edebiyatı araştırmalarında sağlıklı bir neticeye ulaşabilmemiz Türk Edebiyatının
bütünlüğünü zedelememek kaydıyla, sağlıklı bir sınıflama yapmamamıza bağlıdır.
Bilindiği gibi edebiyat tarihçileri, Türk edebiyatını kronolojik ölarak Islamiyetten Önce.
Islamiyetten Sonra ve Batı Tesirinde Kalan Türk Edebiyatı olmak üzere üç ana döneme
ayırmışlardı. Bunlardan özellikle islamiyet Sonrası Türk Edebiyatını, Divan (Klasik) ve Halk
Edebiyatı biçiminde İncelemek konusunda müşterek bir anlayışa varmışlardı. Ana hatlarıyla
doğru olan ve araştırmalar açısından da kolaylık sağlayan bu sınıflamada Dinî-Tasavufî Türk
Edebiyatının yeri muğlak kalmış, diğer Türk topluluklarına ait edebiyatlar ise ihmal
edilmiştir.
Bu sebeple Türk Edebiyatının yeniden tasnif edilmesi gereğine inanıyoruz. Aşağıdaki
biçimde yapılacak bir tasnifin bu itirazları ortadan kaldıracağı kanaatindeyiz.13
A. islamiyet Öncesi Türk Edebiyatı.
1. Sözlü Eserler.
2. Yazılı Eserler.
B. Islamî Dönem Türk Edebiyatı.
1. Halk Edebiyatı.
2. Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı.
3. Divan (Klasik Türk) Edebiyatı.
4. Aşık Edebiyatı.
5. Dünya Edebiyatları Tesirinde Kalan Türk Edebiyatı.
6. Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı.
7. Türk Dünyası ve Türk Toplulukları Edebiyatları.
31
a. Türk Cumhuriyetleri Edebiyatı
aa. Azerbaycan Türk Edebiyatı
ab. Kazakistan Türk Edebiyatı
aç. Kuzey Kıbrıs Türk Edebiyatı
ad. Kırgızistan Türk Edebiyatı
ae. Özbekistan Türk Edebiyatı
af. Türkmenistan Türk Edebiyatı
b. Türk Toplulukları Türk Edebiyatı
ba. îdil-Ural Çevresi Türk Edebiyatı, Tatar, Başkurt ve Çuvaş Edebiyatları
bb. Karadeniz, Kafkas ve Hazar Ötesi Türk Edebiyatı
Gagauz, Kırım, Karaçay-Balkar, Kumuk, Nogay, Kara-kalpak
be. Sibirya Türkleri Edebiyatı
Saha, Hakas, Tuva, Altay Edebiyatları
bd. Balkanlar ve Irak Türkleri Edebiyatı
Balkanlar: (Romanya, Yugoslavya, Makedonya, Bulgaristan, Batı Trakya)Irak Türkleri
Edebiyatı
be. Doğu Türkistan Türk Edebiyatı Uygur Türkleri Edebiyatı
BİRİNCÎ BÖLÜM TÜRK EDEBİYATI ÎLE İLGİLİ KAVRAMLAR
A. Edebiyat ve Edebî Eserler ile İlgili Kavramlar a. Edebiyat:
Genel anlamda edebiyat kavramı, geniş bir yelpazede incelenmesi gereken önemli konu
başlıklarını ihtiva etmektedir. Bunların başında öncelikle edebî eserin; konusu, muhtevası,
metodu, tarihî bakımdan önemi, kaleme alınış şekli, kültürel durumu vb.leri gelmektedir. Bir
milletin edebiyatının incelenmesinde bu kavramların ayrıntılı bir şekilde ele alınıp
değerlendirilmesi gerekmektedir.
Şimdi, bu kavramları ayrı ayrı başlıklar halinde inceleyelimm. Bu incelemeye geçmeden
önce, edebiyat kavramı üzerinde kısaca durmaya çalışalım.
1. Tanımı
Edebiyat, Arapça kökenli bir kelimedir. Edep (Edb) kökünden türetilmiştir. Arapçada
olduğu gibi Türkçede de bu kelimenin birçok manası vardır. Bu tanımlardan birkaçını
sıralayacak olursak,
- Edebiyat, derinleştirme, işleme, geliştirme, düzen verme, iyice belirtme, vb'leri hakkında
yazılmış ve söylenmiş olan herşeydir.
- Edebiyat, derin hisler uyandıran duygu, düşünce ve hayallerin, dil aracılığıyla güzel, etkili
ve belli bir şekil içerisinde anlatımıdır.14
- Edebiyat, gönülden kopan duyguları aynı güzellikle başkalarına duyurabilmektir.
- Edebiyat, tabiatı, maddi alemi uzak ve yakından teşrih ederek insanlarca makbul
olabilecek bir suretle anlatmaktır.
- Edebiyat, şekil ve yapılışı itibariyle her zaman semaların derinliklerine uçabilen bir
balondan farksızdır, îlim ve fenden kuvvet aldıkça sükütuna imkan görülmez.
36
Dikkat edersek, tanımların genelinde edebiyat kavramının estetik yönü daha ağırlıklı olarak
ele alınmıştır. Halbuki edebiyat kavramı, tarih içerisinde sadece estetik yönüyle
algılanmamalı, aynı zamanda, içerisinden çıktığı toplumun kültürünü, hem aynı donemdeki
diğer toplumlara, hem de ait olduğu milletin doğacak nesillerine aktarmada önemli bir araç
olarak görülmelidir.
Bu noktadan yola çıkarak edebiyat, basılı olan herşey olarak tanımlanabilir mi? Böyle bir
tanım bizi, 14. yüzyılda tıp mesleği, ortaçağ başlarında gezegenlerin hareketleri, eski ve yeni
ingiltere'de büyücülük konusundaki kitaptan da inceleyecek bir konuma sokar. Edwin
Greenlaw'va iddiasına göre, medeniyet tarihiyle ilgili hiçbir şey bizim alanımızın (edebiyatın)
dışında değildir.15
Edebiyat kavramının bu sahip olduğu işlevler, ilişkide olduğu sosyal bilimlerin zaman,
mekan, şahıs, muhteva ve konu bağlanımda ne kadar işlendiği ile ilgilidir.
Sonuç olarak, edebiyatla ilgili tanımları incelediğimizde, bu kavramın tanımıyla ilgili iki
temel bakış açışı olan, estetik ve öğreticilik yönleri itibariyle ortaya çıktığını görüyoruz. Bu
bakış açıları, aynı zamanda edebî eserin, diğer eserlerden nasıl ayırt edilebileceği konusunü da
gündeme getirmektedir. Bu konuyu "edebi eser nedir?" başlığı altında daha ayrıntılı şekilde
ele alacağız. Şimdilik, burada sadece edebiyat kavramının hem estetik hem de öğreticilik
yönünün olduğunu vurgulamakla yetiniyoruz.
2. Konusu:
Bilindiği gibi Konu, 'konuşmada, yazıda, eserde ele alınan düşünce, duygu, olay veya
durum, mevzu-konu olarak tanımlanmaktadır'^6 Konuşmada, ya da yazıda ele alınan durum,
olay ya da mevzunun temel konusu insandır. O halde, "Edebiyatın asıl konusu insandır."
şeklinde bir hüküm vermek yanlış olmaz. Edebî eseri meydana getiren de bir insan olduğuna
göre, bu hükmümüz daha da geçerlilik kazanmaktadır.
Konu kavramı, edebiyat çerçevesinde düşünüldüğünde, iki önemli noktayı daha gündeme
getirmektedir. Bunlar ana fikir ve temadır.
Birinci ana fikir, edebi eseri meydana getiren konunun asıl fikridir. Her edebî eser, bir konu
ve buna bağlı bir ana fikirden meydana gelmektedir. Edebî eserde verilmek istenen ana fikir,
çoğu kez, yazar tarafından doğrudan verilmeyebilir. Burada ana fikri çıkarmak, okuyucuya
bırakılmaktadır. Okuyucu bu gibi durumlarda, yardımcı fikirlerden yararlanarak ana fikre
ulaşmaya çalışır. Hiçbir zaman, edebî eserin konusu ile ana fikri birbiriyle karıştırılmamalıdır.
Ana fikir, yeri geldiğinde bir tek cümleyle de ifade edilebilmelidir.
37
İkinci anafikir "tema"dır. Yani, sözde ve yazıda işlenip geliştirilen bir düşünce veya
görüştür, özellikle manzume ve şiirlerde hakim olan ve karşıdakine verilmek için işlenen,
geliştirilen duygudur. Temanın yapısını meydana çıkaran buluş, görüş, düşünüş ve duygu bir
eserin en belli başlı motifidir.17
Yukarıda yapılan açıklamaları kısaca özetleyecek olursak, edebiyatın konusunu, insanı
ilgilendiren herşey olarak tanımlayabiliriz. Ayrıca, konu kavramı, beraberinde ana fikir ve
tema kavramlarını da getirmektedir. Bir edebî eserin konusunun anlaşılmasında bu kavramları
gözönünde bulundurmak gerekmektedir.
3. Muhteva
Muhteva(içerik), bir şeyin içinde bulundurduğu öğelerin bütünü18 olarak
tanımlanmaktadır. Bir başka deyişle, edebî eseri meydana getiren unsurların tamamı, edebî
eserin muhtevasını oluşturmaktadır.
Bu düşünceden yola çıkarak, edebiyatın muhtevası başlığı altında, edebî eseri meydana
getiren öğelerden bahsetmek gerekir.
Daha önce de belirtildiği gibi edebiyat, "Derin hisler uyandıran duygu, düşünce ve
hayallerin dil aracılığıyla, güzel, etkili ve belli bir şekil içerisinde anlatımıdır." Muhtevanın
oluşmasında ise, "anlatım tarzının, nazım şekillerinin, edebi türlerin, amaçların, ilkeler ve
hedeflerin önemli bir yeri" vardır. Bütün bunlar, sanatkarların şahsi üslubuyla zenginleşerek
esere yansımaktadır.
Üslup, muhtevanın etkili bir biçimde ortaya konmasında son derece önemlidir. Sanatkarın
kendine has üslubunun yardımıyla okuyucu, bir eserin içerisinde, sanatkarın ideallerini, hayal
dünyasını, değer yargılarıni, diline getirdiği zenginlikleri ve duygularını ahenkli bir bütün
halinde görür.
Edebi eserin içeriği, aynı zamanda insanların duygu ve düşünce dünyasını harekete geçirip
zenginleştirmede önemli bir rol oynamaktadır.
4. Metot:
Edebiyat, güzel sanatların bir koludur. Ancak birçok yönüyle de artık bilim olarak kabul
edilen bir alandır. Edebiyat metot olarak, "tarih, sosyoloji, psikoloji, felsefe ve ekonomi" vb
gibi bilim dallarının verilerinden yararlanmaktadır.
Edebî eserin ise; iki önemli yönünü teşkil eden hayal ve gerçekliğin ortaya konmasında
belirli metotlar gözönünde bulundurulmaktadır. Sanatçı, edebî bir eser ortaya koyarken,
vermek istediği mesajı, ferdin iç dünyası, toplumun kabulleri, tarihi ve sosyolojik motifler,
kültürel seviye gibi hususları göz önünde bulundurarak düzenler. Burada edebiyatın metodu,
"Güzel olanı, hoşgörüyü, sevmeyi, sevilmeyi dil aracılığıyla ifade etmesidir."
b.. Edebi Eser:
1. Tamım:
Edebi eser; "insanı etkileyen, duygu, düşünce ve hayalleri harekete geçiren her türlü sözlü
ve yazılı eserlerdir." Edebî eserin "ana malzemesi dildir. Edebî eser, dilin en güzel ve en etkili
bir biçimde kullanılmasıyla meydana gelmektedir.
Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, edebî eserin meydana gelmesinde dil
önemli bir araçtır. Edebî nitelikteki eserler, toplumların maddi ve manevî dünya görüşlerini
yansıtmaktadır. Ortak duygu ve düşüncelerin dile getirilmesinde önemli bir rol
üstlenmektedir. Bütün bunların yanısıra yetişmekte olan nesillere ana dili bilincini ve
sevgisini aşılamaktadır. Bu yönüyle edebî eseri kısaca, belli kurallarla iletişimi sağlayan dilin,
estetik bir biçimde belli unsurlar eşliğinde işlenmiş hali olarak da tanımlayabiliriz.
2. Özellikleri:
Öncelikle "edebî bir eserde" olması gereken önemli özelliklerden biri, insanlar üzerinde
derin duygu ve düşünceler uyandırmasıdır. Bir edebiyat eserisin etkileyiciliği, ele alınan
konunun ortaya konuş biçiminde saklıdır. Kuşkusuz, ele alınan duygu ve düşünceler, dil
vasıtasıyla okuyucuya ulaştırılır. Edebî eser bir anlamda, dil birliğini ve kültür birliğini de
sağlamaktadır. Bu bakımdan, yazarın dili kullanma becerisi de önem taşımaktadır.
Edebî eserde bulunması gereken bir diğer önemli nitelik, biçimdir. Yazar, aktarmak istediği
duygu ve düşünceleri belirli bir formada okuyucuya sunmalıdır. Bir başka deyişle, eserini
hangi türde verecekse, o türün özelliklerini iyi özümsemiş olması gerekir.
Bütün bunların yanısıra, eserde yer alan olaylar ve durumlar, edebî bir söyleyiş tarzıyla
kaleme alınmalıdır. Bu söyleyiş tarzı, çoğu zaman yazarın üslubu içerisinde şekillenmektedir.
c. Edebiyat Tarihinin Önemi:
Bir milletin meydana getirmiş olduğu eserleri ve bu eserlerin yazarlarını kronolojik olarak
(eser-sanatçı-dönem ilişkisi içinde) inceleyen eserlere "edebiyat tarihi" adı verilmektedir.
Edebiyat tarihi, hem edebî eser ve şahsiyetlerin bir bütün olarak incelenmesi, hem de milletin
uygarlık tarihine yapacağı katkı bakımından büyük önem taşımaktadır.
Tarih, bir milletin hafızasıdır. Edebiyat tarihi de tarih biliminin geniş kapsamlı bir koludur.
Bir milletin, tarihî seyrini iyi takip edebilmesi için edebî ürünlerin iyi incelenmesi
gerekmektedir.
39
Bir milletin geçmişinde, belirli bir dönem hakkında bilgi toplarken tek başına resmi
kayıtların incelenmesi yetmez, aynı zamanda, o dönemde yazılan edebî ürünlerin de ele
alınması gerekmektedir.
Bilindiği gibi yazarlar, yaşadıkları dönemin sosyal ve kültürel olaylarından yoğun bir
şekilde etkilenmektedirler. Edebiyatımızda bunun birçok örneğine rastlayabiliriz. Örneğin,
Milli Mücadele Tarihi'ma ayrıntılarını o dönemde yaşamış yazar ve şairlerin ortaya
koydukları ürünlerden daha canlı ve ayrıntılı olarak öğrenebiliriz. Halide Edip Adivar ve
Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun bazı romanları o dönemi camı sahnelerle ve bireye
indirgeyerek vermektedir.
Bir milletin kaderini derinden etkileyen olayların bu tip eserlerden öğrenilmesi, yetişmekte
olan nesiller Uzerinde daha etkili ve öğretici bir şekilde tezahür edebilir. Bu nedenle edebiyat
tarihi kavramı büyük önem taşımaktadır.
Sonuç olarak, edebiyat ve tarih kavramları özellikle araştırmacılar için birbirinden ayrılmaz
bir bütün olarak algılanmalıdır.
d. Edebiyat-Dil-Kültür Birliktelikleri:
Bilindiği gibi, edebiyatın ana malzemesi dildir. Yazarlar ve şairler, herkesin gördüğü veya
bildiği bir olayı, ustalıkla kullandıkları dil aracılığıyla daha canlı ve etkileyici bir biçimde
ortaya koyarlar.
Dil, aynı zamanda kişiliği ve kültürü yansıtan bir aynadır. Aynı toplumda yaşayan kişiler,
dil aracılığıyla ortak birtakım değerlere sahip olurlar. Ortak değerlerin bütünü, aynı zamanda
o toplumda yaşayan insanların kültürünü oluşturmaktadır. Toplumsal değerlerin bir kısmı
evrensel değerlerle örtüştüğü gibi önemli bir kısmı da başka milletlere göre farklılık arzeder.
Biz buna "milli kültür" adını veriyoruz. Millî kültürün gelişmesinde ve nesillere
aktarılmasında dil önemli bir araçtır. Dil, sadece bu unsurları aktarmakla görevlidir. Kültürel
değerlerin yeni nesiller tarafından özümsenmesinde asıl unsur edebiyattır. Edebi eserler,
kültürel değerlerin sonraki nesillere özümsetilmesinde uzun vadeli ve kalıcı bir etki
yaratmaktadır. Yazar, eserini ne kadar nitelikle bir şekilde ortaya koyarsa, bu etki o kadar
güçlü ve kalıcı olur.
Yukarıdaki açıklamalarımızı kısaca toparlayacak olursak. Dil, edebiyat ve kültür arasında
doğal bir ilişki olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bir milletin geleceğini emanet edeceği
nesiller bu üç kavram arasındaki doğal ilişkiden ne kadar olumlu yönde etkilenirse, o millet
sonsuza kadar bağımsız yaşayacaktır. Bilindiği gibi, bir milletin dili, "sanat adamları, yazar ve
şairler tarafından geliştirilir ve zenginleştirilir. Bu bakımdan edebî eserler, bir milletin dilinin
en güzel ve en doğru bir biçimde temsil edildiği ürünler olmalıdır.
40
e. Edebiyat Araştırmaları ve Diğer Bilim Dalları:
Edebiyat araştırmalarında, özellikle "tarih, dini bilimler, sosyoloji, felsefe, psikoloji" vb.
bazı bilim dallarının metotlarından faydalanılmaktadır. Zira edebiyat araştırmacısı, eserin
yazıldığı dönemin, sosyal ve siyasi şartlarını, kültürel değişimlerini, toplumun bazı değer
yargılarını tarih, dinî bilimler ve sosyoloji yardımıyla ortaya çıkarmaktadır. Bu bilgiler
İşığında eserin, edebî akımların, şahsiyetlerin ele alınan konunun, olay örgüsünün
incelenmesinde farklı yaklaşımlar oluşturulabilir, örneğin, edebiyatımızda Mehmet Kaplan,
edebî metin incelemelerinde psikanaliz, metodunu getirmiştir. Teyfik Fikret'in şiirlerini
incelerken, yazarın ruhi özelliklerinden ve bu özellikleri oluşturan siyasi ve sosyal olaylardan
yola çıkmıştır. Edebiyatın diğer bilim dallarıyla ilişkilendirilmesi konusunda bu çok çarpıcı
bir örnektir. Kaplan, Tevfik Fikret'in eserlerini yorumlarken, kendisini sadece edebi ürünün
içerisine hapsetmemiş, dönemin siyasi ve sosyal olaylarının yazar üzerindeki psikolojik
etkilerini tespit edip, adeta yazarın bir ruh analizini yaparak verdiği ürünü yorumlamaya
çalışmıştır.
Demek oluyor ki, Türk Edebiyatının, kendini besleyebilmek ve geliştirebilmek için, diğer
bilim dallarının kaynaklarından, kadrolarından ve kullandığı metotlardan faydalanması
gerekmektedir.19
B. EDEBİYATTA İFADE TARZLARI a. Sözlü İfade
1. Tanımı: Duygu ve düşüncelerimizi konuşma yoluyla anlatmaya sözlü ifade ya da sözlü
anlatım denir. Dil kavramı dört temel beceriyi içine almaktadır: Okuma, dinleme, konuşma ve
yazma. Sözlü ifade de bu dil becerilerin-den konuşma ile ilgilidir. Dil becerilerinin hepsi bir
diğeri kadar önemlidir. Bu sebeple eğitimde bu dil becerilerinin aynı oranda geliştirilmesi ve
en ileri düzeye ulaştırılması hedeflenmelidir. Sözlü ifade ya da sözlü anlatım da eğitim
sürecinde üzerinde titizlikle durulması gereken bir husustur.
2. önceliği ve Önemi: insanlık tarihine bakıldığında belli dönüm noktaları görülür ki, bu
noktalar insanlığın gelişme yolundaki büyük sıçramalarına tanıklık etmiştir. Bunlardan en
önemlisi hiç şüphesiz "yazının" bulunmasıdır.
Yazının bulunmasından önce insanlar arasındaki anlaşma söze dayalı olarak
gerçekleşmekteydi. Bu yönüyle düşünüldüğünde sözlü anlatım insanlığın varoluşundan bu
yana kullandığı bir anlaşma biçimi olarak değerlendirilebilir. însan olmanın belirleyici özelliği
olarak değerlendirilen konuşma, insanlığın geleceğinde de önemini koruyacaktır.
41
Konuşma, insanın kendisini, sağladığı birimlerden de yararlanarak kusursuz bir söz diliyle
dinleyicilere yansıtmasıdır. (Ağca 1999: 71) Bu yansıtmadaki basan kişinin yaşamındaki
başarıyı da doğrudan etkilemektedir. Konuşma, kişiliğin, bilginin, zarafetin ve kültür
düzeyinin bir göstergesi olarak değerlendirilmektedir. Bu yönüyle konuşma, bir ihtiyaçtan
ziyade zevk hali-ne gelmiştir.
Konuşmadaki başarı, konuşmanın ağız özelliklerinden arınmış olmasına ve kültür dili
seviyesinde gerçekleşmesine bağlıdır. Konuşma eğitimindeki hedef de bu olmalıdır.
Günümüzde söz, teknolojinin imkanları ile çok geniş dinleyici kitlelerine ulaşabilmekte, iyi
söz söyleyen kişiler toplumları peşinden sürükleyebilmektedir. Yaşamın her alanında
konuşmanın / sözün gücü kendini göstermektedir.
Günümüzde dil, bir sanat olarak kabul edilmekte, konuşma da dil sanatlarından birisi olarak
karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenledir ki, bir güzellik düzeyine ulaşmış kişisel konuşmaları bir
edebiyat ürünü olarak değerlendirmek gerekmektedir. Nutuk (söylev) bu edebi türlerin
başında gelmektedir.
b.Yazılı İfade:
Yazının bulunması insanlık tarihinin en büyük sıçraması olarak kabul edilebilir. Yazıdan
önceki dönemlerde kuşaklar arası söze dayalı bilgi aktarımı mevcutken; bu, insanlığın en
büyük buluşuyla birlikte, mevcut bilgilerin yeni kuşaklara aktarımı çok daha sağlıklı şekilde
gerçekleşmiş böylelikle insanlık yazıdan sonra her alanda çok büyük gelişmeler göstermiştir.
Yazının koruyucu özelliği aynı bilgi, beceri ve tecrübelerin tekrar tekrar üretilmesinin önüne
geçerek, eski bilgi, beceri ve tecrübelerin üzerine yenilerinin eklenmesine imkan sağlamıştır.
Yazının kullanılmaya başlanmasının ardından söze dayalı anlatmanın yanında yazıyla
anlatım da doğal olarak ortaya çıkmıştır. Bugün, hayatın her alanında çok önemli bir yere
sahip olan yazılı anlatım, eğitim sürecinde de üzerinde titizlikle durulması gereken bir
konudur.
Yazılı anlatım; "bir duygunun, düşüncenin, konunun daha genel bir ifadesiyle pek çok
hususlar hakkındaki bilgilerin yazı ile muhatabına/ okuyucuya aktarılmasına" denir. Türkçe
eğitimi açısından bakıldığında yazma / yazılı anlatım ise; dört temel dil becerisinden biri
olarak karşımıza çıkar. Bu anlamda yazılı anlatım, ya da yazma, bir konu hakkında salt bir
bilgi aktarılmasından farklı olarak düşünülmelidir.
Yazılı anlatım, uygulanışı bakımından nesir ve nazım olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.
1. Nesir ve Nesir Eserleri: Nesir kelimesi, "yaymak, saçmak, dağıtmak, sermek"
anlamlarına gelmektedir. Ölçü ve kafiye endişesi taşımadan yazı dilinin kurallarına uygun
cümlelerle oluşturulan eserlere nesir veya düz yazı denir. Manzum eserlerin oluşturulmasında
vezin ve kafiye gibi sınırlayıcılar
42
bulunurken, nesir için böylesi bir sınırlama söz konusu değildir. Bu bakımdan nesir yazan
daha özgürdür. Nesirde cümle uzunluğu, cümlenin yargı kapsamına göre değişir. Bu nedenle
cümle uzunluğunda bir sınırlama yoktur. Yazarın başarısı, düşüncesini inandırıcı hale
getirmesi neticede vereceği mesajı tam verebilmesi ve kendi üslubunu kurmasıyla ölçülür.
Nesir, yazı dilinin kurallarına uyularak yazılır. Yazı dili, bir ülkede herkesin uymak zorunda
olduğu kurallara uygun bir anlatım yoludur. İlmi eserler kaleme alınırken de bu kurallara
uyma mecburiyeti vardır. Ancak, bir nesrin yanlışsız kaleme alınmış olması, onun edebî bir
nesir olmasını sağlamaya yetmez. Nesir / düz yazı günlük ihtiyaçları gidermek için
oluşturulduğu gibi edebî eser olarak da ortaya konabilir.
Bir edebî eser sadece bir isimden ibaret değildir, çünkü onun karakterini belirleyen onun
uyduğu estetik kuraldır. (Wellek-Warren 1983: 311) Okuyucuda, "estetik zevk uyandıran ve
aynı zamanda estetik değeri bulunan nesirlere edebi nesir" denir. Bu estetik zevk, okuyucuda
oluşan dil zevki olarak somutlaştırılabilir. Edebi değeri olan bir nesir, çağlar üstü bir özellik
göstermelidir. Yani hem yazıldığı dönemde hem de sonraki dönemlerde okuyanda aynı estetik
duyguları harekete geçirebilmelidir.
Düz yazı ile yazılmış farklı türdeki eserler nesir türlerini oluşturur. Roman, hikaye, deneme
vb. birçok farklı türdeki eser nesir formunda kaleme alınır ve nesir eserlerini oluşturur.
2. Manzum ve Manzum Eserler: Nazım, manzum ve manzume aynı kökten türeyen
kelimelerdir. Bu sebeple öncelikle nazım üzerinde durmak gerekir. Nazım, sıra, düzen,
dizmek anlamlarına gelmektedir. Edebiyattaki anlamı vezinli ve kafiyeli anlatım şeklidir.
Mısralardan meydana gelen, vezinli ve kafiyeli anlatım şekline nazım denir.
Nazım, edebiyatın en temel ve en eski formu ve bütün milletlerin sözlü edebiyat
dönemlerinde kullandıkları ifade şeklidir.Yazının kullanılmadığı dönemlerde nazım, hatırda
daha kolay kalması ve böylelikle kuşaklar arasında iletişimi sağlaması dolayısıyla özel bir
yere sahip olmuştur. Nazım, çağlar içinde birçok yeni özellikler kazanarak gelişmiş olmasına
rağmen mısralardan oluşması özelliğini kaybetmeden günümüze kadar gelmiştir.
Nazım tarzının özelliklerini taşıyan genellikle uzun sayılabilecek eserlere manzum eser denir.
Klasik edebiyatımızda önemli yer tutan, mesneviler, terkib-i bent ve tercî-i bent gibi uzun
nazım şekilleri birer manzum eserdir.
Günümüzde ölçüsü ve kafiyesi olmayan manzum eserler de yazılmaktadır. Böylece ölçünün
ve kafiyenin nazma vereceği ahenk, kelimelerin yan yana getiriliş şekli ve mısraların birbirine
bağlanmasındaki akıcılıkla sağlanmaktadır.
Yine vezin ve kafiye gibi kurallara uyularak yazılmış kısa eserlere manzume denir. Rubailer
manzume olarak adlandırılabilen türlerdendir.
43
2.1. Manzum Eserlerin Şekil Özellikleri: Manzum eserler mısralardan oluşur. Bir nazmın her
satırına mısra adı verilir. Mısraların bir araya gelerek oluşturdukları yapıya nazım birimi adı
verilir. Nazım birimi, en az iki mısra
olmak üzere, üç, dört, beş ya da daha fazla mısranın bir araya gelerek oluşturduğu yapılardır.
Beyit, aynı ölçüyle söylenmiş ve anlamı birbirini tamamlayan iki mısranın oluşturduğu
yapıdır. Klasik edebiyatımızda yaygın olarak kullanılan nazım
birimidir.
Bir manzumenin her bir bölümüne kıt'a veya bent denir. Beyit ve dörtlükte mısra sayısı belli
olmasına rağmen, bentte mısra sayısı değişebilir.
2.2. Ahenk Özellikleri: Ahenk, bir sözün kulağa hoş gelmesi, dinleyici
üzerinde musikî etkisi yapmasıdır. Şiiri şiir yapan en önemli özellik bu ahenge sahip
olmasıdır. Şiirde ahengi sağlayan unsurlar; ölçü, kafiye, vurgu ve
tonlamadır. Kelimelerin seçiminde de bu ahenge dikkat edilir.
Ölçü, bütün mısraların aynı ses değerine sahip olması ve aynı uzunlukta
olması için uyulan kurala denir. Edebiyatımızda hece ölçüsü (her mısradaki
hece sayısının denk olması) ve aruz ölçüsü (seslerin uzunluğuna ve kısahsına
dayanan ölçü) kullanılmıştır.
Kafiye, mısra sonlarındaki birbirinden farklı kelimelerdeki ses benzerlikleri olarak ifade
edilmektedir. Mısra sonlarında aynı anlam ve görevde kullanılan ses benzerliklerine redif adı
verilmektedir.
Vurgu, bir metni okurken veya konuşma sırasında bazı heceleri diğerlerine göre daha baskılı
okumaya denir. Vurgu, hem kelimenin anlamını güçlendiren hem de şiiri ahenkli kılan bir
unsurdur. Vurgu ve tonlama okunan
şiirin ahengini ve etki gücünü arttırır.
Tonlama, anlatılmak istenen duygu ve düşüncenin daha etkili ifade edilebilmesi için ses
tonunu değiştirerek okumadır. Tonlama dilin tabiî özelliği
değildir. Okuyucu ses tonunu metnin muhtevasına uygun olarak yükseltir, ya da azaltır.
Böylece, acıma, üzüntü, özlem, hayranlık, sevgi, korku gibi duygular belirginlik kazanır.
c. Sözlü ve Yazılı îfade Tarzları Arasındaki Benzerlikler ve Farklılıklar:
Sözlü ifade; dinleyiciyi, yazılı ifade ise okuyucuyu hedef alır. Bu sebeple sözlü ifadede, sözün
etki gücünü tonlama, vurgulama, jest ve mimiklerle arttırma imkanı vardır.
Yazılı ifade kalıcıdır. Sözlü ifade zamanla unutulur.
Sözlü ifadede hedef alınan kitle sınırladır. Bu kitle yalnızca dinleyenlerdir. Yazılı ifadenin
yayılma alanı sınırsızdır.
44
Yazılı ifadede düzeltme ve geliştirme imkanı vardır. Sözlü ifadede ise bu
imkan yoktur.
Her iki ifade biçiminin de malzemesi dildir.
Yazılı ifadede gerektiğinde uzun soluklu anlatım türlerine başvurulabilir. Sözlü ifadede ise
konuşmanın kısa ve etkili olması gerekir. Dinleyici roman kadar uzun bir konuşmayı dinleme
sabrını gösteremez.20
Sözlü ifadede, eser sahibine konuşmacı, ya da hatip; yazılı ifadede ise
eser sahibine yazar ya da şair denir.
C. Edebiyat Eğitimi-Öğretimi ile ilgili Kavramlar
1. Eğitim: Dünyaya gelen bebek; zamanla yürümesini, konuşmasını, yemek yemesini öğrenir.
Başlangıçta annesi, babası ya da ailesinin diğer bireyleri bebeğin bir şeyler öğrenmesine
yardımcı olur. Bu öğretilenlerin tümüne "eğitim" denir. Zamanla büyüyen çocuk çevresindeki
kişilerce eğitilecektir. Ancak çocuğun çevresindeki doğal eğitimcilerin çocuğa sağladığı
eğitim çoğunlukla plansız ve programsızdır. Çocuğun bu tür eğitim ortamında tam olarak
eğitilmesi yanında eksik ya da yanlış eğitilmesi de söz konusudur. Oysa profesyonel
eğitimciler, öğretmenler böyle bir davranışın doğuracağı sonuçları bilirler ve çevrenin böyle
bir etkisi varsa bunu da gidermeye çalışırlar. Gerçek eğitim ortamında çocuk planlı ve
programlı bir biçimde her şeyin doğrusunu öğrenir. Gerçek eğitim ortamı okulda sağlanır.
Böyle bir ortamda çocuk eğitiminin en genel amacı olan "bireyi topluma yararlı hale getirme"
ilkesine göre yetiştirilir.21
2. Öğretim: Öğrenmenin gerçekleşmesi ve bireyde istenen davranışların gelişmesi için
uygulanan örgün süreçlerin tümüdür.22 Bir başka deyişle planlı programlı eğitime "öğretim"
denir.23
3. Öğrenme: Yaşantısı sonucunda insanın davranışında oluşan değişmedir. İnsan, ya yeni ya
eski davranışını biçimlendirerek yeni bir davranış yaptığında eskisine göre davranışını
değiştirmiş olmaktadır.24
4. Eğitim-oğretimde Metot: "Metot" kelimesi Latince'deki "meyhodos methodus"tan alınmış;
"bir amaca ulaşmak için izlenen, tutulan yol, usul, sistem.." vb' endir. Ancak konumuz
itibariyle "Türk Halk Edebiyatı" açısından bir tarif yapacak olursak metot; "Türk Halk
Edebiyatının öğretiminde bir plana göre izlenen yol olup, giriş, belli bir hedefe yönelik
sistem" anlamına gelmektedir. (Heuer 1979, 115) Bu kavramda, öğretmenin ders tatbikindeki
davranışını yönlendirmeye uygun olan görüşler, usuller ve tekrar edilebilen davranış
örnekleri, toparlanır ki, bu, öğrencinin sözlü genel davranışındaki öğretim araçlarının değişik
türlerinin, seçilerek oluşturulan ve kur biçimindeki kullanımına dayanabilir ve kalıcı bir
şekilde öğretmeyi amaçlar. (Werlichl986,ll) Bu yöntem öğretişi sadece ders tatbikinin
yönlendirihnmesini tarifini ele almaz, aynı zamanda ders planının hazırlanmasına ve öğretim
malzemesinin gelişmesine dair talimatı da içerir.
D. Türk Halk Edebiyatı île ilgili Kavramlar
a. Halk-Cumhur-Millet Kavramları
1. Halk; Türkçe'de bazen "kavim" bazen "devletin tebası" bazen de "ümmet" anlamlarında
kullanılmış olan halk kelimesi ve mefhumu, dinî siyasî hadiselerde iş bölümünün meydana
getirdiği birtakım zümrelerin doğması ile ortaya çıkmıştır. Halk adı verilen topluluk aile. köy,
aşiret, meslek grupları, siyasî partiler dinî ve lisanî cemaatler gibi birtakım ocaklardan
müteşekkildir.26
Halk daha ziyade kültür muhtevasını bünyesinde koruyan kültürlerie, unsurları muhafaza eden
bir zümredir. Halk, kendi seviyesinde kültürünü unsurlarını muhafaza eden bir zümredir. Halk
seviyesinde kültür unsurları bir harç vazifesi görür ve kardeş soyları bir arada yaşatır. Halk
zümresi, kültürün muhafaza edildiği ve kültür muhtevasının canlı olarak korunduğu bir
seviyedir. Kültürü kuşaktan kuşağa nakleden ailelerdir. Fakat kültürü soylar ve aileler
arasında bir kalıp halinde muhafaza eden ve yaşatan da halk dediğimiz sosyal zümredir.
2. Cumhur; topluluk, halk, kalabalık. Cumhurı Nas (Halk kalabalığı
3. Millet; "Ortak bir geçmişi olan ve birlikte yaşama arzusu olan insan topluluğudur."
Millet, manevî bir ilkeye, bir ruha dayanır. Ortak geçmişten anlaşılan aynı tarihe sahip
olmaktır. Bir milleti millet yapan öğe, kişilerde ortak bir bilincin varlığı ve belli bir ülkeye
bağlılık ve ortak yaşama arzusunun bulunmasıdır.
Millet kavramı, devamlılık ve ebedilik fikri ifade eder. Bu bakımdan da millet, manevî bir
varlığın karşılığıdır ve hükmî bir şahsiyettir. Millet halinde yaşayan bir topluluğun amacı
diğer millletlere karşı ortak menfaatlerini korumak olmakla beraber, ortak inanışları, hayat
tarzını, adet, fikir, bilinç ve iradeyi de devam ettirmektir. Halk ise, belli zaman ve yerde
birlikte yaşayan insan topluluğudur.
46
Halk kavramında devamlılık yoktur. Halk, kişilerden oluşan kolektif ve fiziksel bir
topluluktur. Halbuki millet, politik bir örgütlenme sonucunda iradesini gösterebilecek duruma
gelmekle devlet şekline girer.
Ziya Gökalp'in millet tanımı ise şöyledir; "Millet, lisanca, dince, ahlakça ve bediiyatça
müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir. "28
4. Ümmet; "İnsanları belirli zamanlarda bir araya toplayan, onlara belirli yerlerde ibadetler
yaptırtan ve o insanları belirli ulvî ve manevî değerler içinde barındıran, yalnız milliyet
ülküsünde birleşmeyen, sadece dinî ülküde birleşen çok geniş bir camiadır, yahut zümredir.
Yani aynı dinden olan insanların mecmuuna ümmet" denir.
Ümmet zümresi, siyasi faktörün dışında tamamıyla dinî muhtevaya sahip ve dinî
prensiplerin insanlarına, yani aynı dinden olanlara tatbik edildiği dini bir zümredir. Bu zümre
çok geniş ve büyük manevî güçleri bünyesinde muhafaza eden bir topluluktur.
5. Ümmet- Devlet- Millet; Bu zümrelerin aralarındaki farklar dinî, siyasî ve kültürel
niteliklere sahip olmalarından ileri gelmektedir. Bu farklılıkları dikkate alan Ziya Gökalp
ümmet, devlet ve millet kavramlarını şu şekilde tanımlamıştır:
"Dinî bir efkar-ı amme rabıtasıyla birleştirerek dinî bir velayete tabi olan heyete
ümmet"denilir. Siyasî bir efkar-ı amme rabıtasıyla birleştirerek siyasî velayete tabi olan
heyete devlet denilir. Harsi efkar-ı ammelerin rabıtasıyla birleştirerek harsı velayete tabi olan
heyete millet namı verilir.29
b. Halk Edebiyatı ve Halk Bilimi ile ilgili Kavramlar 1. Halk Edebiyatı
Folklor disiplini Avrupa'da doğmuştur. Disiplinin doğuşunu hazırlayan sebeplerin kökleri
coğrafî keşiflere kadar uzanır. Coğrafî keşifler Avrupa toplumunda bir dizi dönüşüme sebep
olur. "Rönesans" ve "Reform" hareketleri Avrupa toplumunda köklü yapı ve zihniyet
değişikliklerine yol açar. Romantizm hareketi "Halk" hayatına karşı ilgi uyandırır. "Halk"
kavramına bağlı bir halk edebiyatı anlayışı doğar. Alman filozofu J. G. Von Herder'in
"Milliyet", "Millî ruh" "Halk edebiyatı" ve "Millî kimlik" konularında başvurulacak yegane
kaynak olarak "halk"ı göstermesi çağın sosyal ve beşeri ilimlerinde heyecan yaratır. Fransız
inkılabı ile birlikte "halk" hayatinin araştırılması ve "millîyet" tespiti önem kazanır.30
Halk edebiyatı, Türk edebiyatının "bütün"ü içinde geniş halk kütlesi ile tarikat zümrelerinin
edebî zevk, düşünce, inanç ve hayat görüşlerini genellikle sade bir dille aksettiren"31 veya
"Divan Edebiyatı dışında kalan saz ve tekke şiiri nevinden ferdî mahsullerle malzemesi dile
dayanan atalar sözü, destanlar, masallar, hikayeler, fıkralar, bilmeceler, maniler, türküler,
ağıtlar, ninniler v b. gibi ilk söyleyicileri genellikle de tespit edemediğimiz anonim veya ferdi
eserler"dir. 32 Ancak bu tarifteki, "Saz ve Tekke şiiri nev'inden"ı ayrı birer bilim dalı kabul
ederek, halk edebiyatını "anonimler" için kabullenmenin daha doğru olacağını söyleyebiliriz.
1908'den sonra Türkiye Türklerinde halka dönüş hareketi, Türkçülük ve Milliyetçilik
davalarına paralel olarak nazarîde folklor cereyanı şeklinde kendini gösterdi. Halk kültürü ile
aydınların bilgi veya kültürleri arasındaki hududu tayin etmek, Türk halkının maddî ve
manevî hayatını aramak, bulmak düşüncesi ve "Divan Edebiyatı" yanında bir de "Halk
Edebiyatı" tasavvuru bu devrin romantizmini teşkil eder.33
Milletlerin en eski hayatlarında meydana getirilen eserler, ferdin malı olmaktan çok
cemiyetin ürünleridir ve bu ürünler onların zevk ve düşüncelerine tercüman olmuşlardır.
Bugün asıl edebiyat sayılan ürünler zaman içinde bu eserlerin tekamülü ile meydana
gelmişlerdir. Sonraki devrelerde ortaya konulan ferdi manzum eserlerin vezin, kafiye, şekil
gibi unsurlarda ilk ürünlerin teknik ve geleneğine bağlı kaldığı unutulmamalıdır. Bunun için
anonim ve kolektif karakter taşıyan ürünleri, "Halk Edebiyatı" içinde göstermek gerekir.
2. Halkbilimi
Halkbilimi, bir ülke ya da bir bölge halkına ilişkin maddî ve manevî a-landaki kültürel
ürünleri konu edinen bunları kendine özgü yöntemleriyle derleyen, sınıflandıran, çözümleyen,
yorumlayan ve son aşamada da bir birleşime vardırmayı amaçlayan bir bilim dalıdır.34
Bir ülkenin bir yöre halkının bir etnik grubun hayatinin bütününü kapsayan ve temelinde o
halkı oluşturan insanların ortak davranış kalıplarına, yaşama biçimine, belirli olaylar ve
durumlar karşısındaki tavrına, çevresini ve dünyayı algılayışını açıklamada; geleneksel ve
törensel hayatı düzenleyen, zenginleştiren, renklendiren bir dizi beceriyi, beğeniyi, yaratıyı,
töreyi; zamanımıza uzanan gelenekler, görenekler, adetler zincirini saptamada; bu kültürün
atardamarlarını yakalayarak bunlardan özgün ve çağdaş yaratmalar çıkarmada halkbiliminin
rolü ve önemi birinci derecededir.35 Demek oluyor ki Halk Bilimi, toplumun genel anlamda
madî ve manevî hayatının ahenkli bir bütünüdür.
İKİNCİ BÖLÜM İSLAMİYET ÖNCESİ TÜRK EDEBİYATI
A. Devrin Genel Özelliklerine Kısa Bir Bakış
Türklerin islamiyet'i kabul etmelerinden önceki dönem, tamamen bir sözlü edebiyat
karakteri taşımaktadır. Çünkü yaşanan hayat, yazılı edebiyat geleneğinin başlayıp gelişmesine
müsait değildir. Yazılı edebiyat; düşündüklerini ve hissettiklerini yazma, yazarak düşünme,
okuma, bilgilenme, bilgilerini yazıya aktarma, bilgiyi kitaplarda arama, bunları alıp yeni
bilgiler üretme vs. demektir. Bu faaliyetler için kişinin belli bir mekanı ve bu mekanda yazma
imkanı; en önemlisi de okuyucusu olması gerekir. Halbuki bu dönem Türk dünyasında yazan
ve okuyan olmak üzere iki ayrı sınıf yoktur. Söylenen ve dinleyen vardır. Söyleyen ve
dinleyen de iki ayrı sınıf değil, bizatihi halkın kendisidir.
Ancak Türk boylarında ozan, baksı, kam, saman gibi isimlerle anılan bir sanatçı tipi var ki,
bunlar, sadece edebî şahsiyetler değildirler. Bunlar; müzisyenlik, bilim adamlığı, din
adamlığı, tabiplik, kahinlik vb. gibi pek çok özelliklere sahiptiler. Sığır, şölen, yoğ gibi
törenlerin baş aktörleri bu sair ruha-m'lerdi. Bunlar törenleri idare ederler, törenlerin
mahiyetine göre sagu, koşuk ve destanlar söylerlerdi. Bu döneme ait bir tür olan destanları da
yalnızca bunlar ezbere biliyorlardı, işte ozan adıyla bilinen bu sanatçılar, söz edebiyat
ürünlerini özel zamanlarda kopuz eşliğinde okuyorlardı. Bu ürünler zamanla merasim
ortamlarından ayrılarak müstakil bir tür halini almaya başladı. Böylece halk edebiyatının ilk
örnekleri oluştu.
Bilindiği gibi Türkler; eski zamanlarda ayrı ayrı boylar halinde yaşarlardı. Sonraları
birleşerek kavimlere dayalı toplulukları, bunları da bir araya getirerek devletleri oluşturdular.
boyların ayrı ayrı beyleri olmasına karşılık bunların hepsinin bağlı olduğu hakan ve hatun,
devleti temsil ederlerdi. Bundan dolayı Türk devlet yapısında zayıf bir merkeziyetçilik
hakimdi. Her an dağılmaya müsait olan bu yapı sebebiyle iktidar sık sık el değiştirirdi.
Güçlenen boylar, derhal diğerlerini hakimiyetleri altına alarak yeni bir devlet kurarlardı.
Türkler, İslamiyet'in kabul yıllarına kadar ekseriyetle yan göçebe olarak bir çadır hayatı
sürmekteydiler. Savaşlara ve yeni vatanlara ordu-millet halinde göçüp evleriyle, yani
çadırlarıyla birlikte gitmekteydiler.
50
Bir kısım halkın bazı küçük şehirler kurup buralarda yaşadıkları bilinmekteyse de kalabalık
Türk boyları besledikleri hayvanlara bağlı olarak yazın başka, kışın başka yerlerde konar
göçer bir hayat sürmekteydiler.
Göçebe halinde yaşayanlar, avcılık ederler, hayvan sürüleri beslerler, kıldan yapılma
çadırlarda otururlardı. Binicilik ve silah kullanmakta oldukları kadar, madenden sanat eseri
yapmakta da usta idiler. Boynuzdan yayları, keskin kılıçları, ıslık sesli okları vardi.
Vücutlarına göğüslük koyarlar, kemerlerini kabartmalarla süslerlerdi.
Türkler, göçebe bir hayat sürmekle birlikte çiftçilikle de uğraşırlardı. Sürü ve av ürünlerini
Çinlilerle tahıl karşılığında değişir; Hint, îran ve Bizansla ticaret yaparlardı.
B. İlk Dönemlerde Oluşan Sözlü-Yazılı Eserler ve Eski Türk Şiirinde Türler
a. Sözlü Eserler
Türklerin henüz yazıyı kullanmadıktan veya edebî ürünlerini yazıya geçirmediği
dönemlerdeki bu edebî ürünler sözlü edebiyat içinde değerlendirilir. Bu ürünler destan, sagu,
koşuk ve yarlardan ibarettir. Bunlar daha çok kopuz eşliginde söylenen millî vezin ve nazım
şekilleriyle ifade edilmiştir.
Sözlü edebiyat ürünlerinin en eskileri Uygurlar döneminde yazıya geçirilen dinî ilahî ve
dualardır. Bunlardan başka daha sonraki yüzyıllarda yazıya geçirilen bazı kaynaklarda ve
Divanü Lugati't-Türkte eski Türk şiiri ile ilgili kayıtlar mevcuttur. Şimdi bu sözlü edebiyat
ürünlerinden birkaç örnek vermeye çalışalım:
1. Sagular
Sagular, islamiyet'in kabul edilişinden önceki dönemlere özgü şiirlerdir. Çünkü bu
dönemlerde ölen kişiyi toprağa vermeden önce yuğ/yoğ36 adı verilen, gösterişli bir tören
düzenleniyordu. Komşu ülke kaynaklarına göre yuğ/yoğ merasimlerinde; cenaze çadıra
yatırılır, ölenin yakınları atlarına binerler, çadırın etrafinda yedi defa dönerler, sonra
atlarından inerek yüksek sesle ağlaşıp, yakalarını, yüzlerini yırtarlar, bu esnada ozanlar da
törene katılanların hüznünü artırıcı sagular söylerlerdi. Sagular, ağıt töreni anlamına gelen bu
yuğ törenlerinde kopuz eşliginde okunuyordu.
Cenaze ile ilgili bu törenlerin Anadolu'nun pek çok yöresinde bugün de uygulandığı, ağıtlar
yakıldığı hatta bazı yörelerde bu işin profesyonel ağıtçılar tarafından yürütüldüğü
bilinmektedir.
51
Sagunun, bugünkü karşılığı ağıttır. Türk dünyasında Sagunun karşılığı olarak; "ağı
(Azerbaycan), sızlamag (Irak Türkmenleri), joktov, koşuk in, köri (Kazaklar), cır, coktov,
koşok (Kırgızlar), Bozlaw (Nogaylar), ağı, tavş, tavşa, tovum, ses etmek (Türkmenler)" gibi
değişik kavramlar kullanılmakla beraber esas itibariyle bunların hepsi birbirine
benzemektedir. Geçmişte bu şiirlerde, ölen bir devlet adamının, bir kahramanın veya sevilen
herhangi bir kimsenin ölümünden duyulan üzüntü dile getirilirken, günümüzde ise her insan
için söylenebilmektedir.
Klasik edebiyatta da muhteva yönünden sagular ve ağıtlara benzeyen örnekler vardır.
Ancak bu şiirlere şekil olarak kaside, tür olarak da mersiye denmektedir. Bu şiirler
sagu/ağıtlardan şekil olarak olduğu kadar, muhteva itibariyle de ayrılır. En önemli farkları ise;
sagu/ağıtların sanat kaygısından uzak, fakat ifadelerinde samimî oluşları, buna karşılık
mersiyelerin bir sanat kaygısı taşımaları ve ifadelerinin resmî oluşlarıdır.
Bugün elimizde bulunan en eski sagu örneği; Alp Er Tonga isimli Türk hükümdarı için
söylenmiş olup, 11. yüzyılda Kaşgarh Mahmud'un Divanü Lügati't-Türk adlı eserinde
bulunmaktadır.
Eserin tamamı 12 dörtlüktür. Ancak bu dörtlüklerin hepsi bir arada verilmemiştir. Eserde
muhtelif maddelerde değişik kelimelerin izahında ayrı ayrı zikredilmiştir. Belki de tamamı
daha uzun olan bu sagunun ancak 12 dörtlüğü Divanü Lügati't- Türk'te yer almıştır.
Bu parça da Alp Er Tonga'nın ölümü üzerine düzenlenen "yug" törenin-de söylenmiştir.
Belki de bu şiir ilk kez bu törende okunmuş ama, daha sonra Alp Er Tonga'yı sevenler
tarafından geliştirilmiştir.
Bu şiirlerde ölen kişinin kahramanlıktan, idealleri, yaptığı çalışmalar ve ölümünden
duyulan üzüntü dile getirilmiştir.
Sagu, islamiyet öncesi Türk şiirine ait bir nazım türüdür. Sagular da bu döneme ait diğer
şiirler gibi hece vezniyle söylenmiştir. Nitekim Alp Er Tonga sagusunun 7'li hece vezniyle ve
4+3=7 duraklı olarak söylendiğini görüyoruz:
Alp Er Tonga / öldi mü 4+3=7
isiz ajun/kaldı mu4+3=7
Ödlek öçin /aldı mu4+3=7
Emdi yürek /yırtılur4+3=7
Saguların nazım birimi dörtlüktür. Şekil olarak koşmaya benzer. Kafiye sıralanışı şöyledir:
aaab / cccb / dddb /...
52
ALP ER TONGA SAGUSU
Alp Er Tonga öldi mü isiz ajun kaldı mu Ödlek öçin aldı mu Emdi yürek yırtilur
Ödlek yarag közetti Ogn tuzak uzattı Begler begin azıttı Kaçsa kail kurtulur
Ulşıp eren börleyü Yırtıp yaka urlayu Stknp üni yuriayu Sigtap közi örtülür
Beyler atın argurup Kadgu anı turgurup Mengzi yüzi sargarup Körküm angar türtülür
Ödlek küni tavratur Yalnguk kuçin kevretür Erdin ajun sevritür Kaçsa takı ertilür
Ögreyüki mundag ok Munda adın tıldag ok Atsa ajun ograp o Tagiar başı kertilür
Günümüz Türkçesiyle
Alp Er Tonga öldü mü Kötü dünya kaldı nü Zaman öcünü aldı mı? Artık yürek yırtılır
Felek firsat gözetti Gizli tuzak uzattı Beyler beyin şaşırttı Kaçsa nasıl kurtulur
Uludu erler kurtça Bağırıp yırttılar yaka Çığırdılar ıslıkla Yaştan gözler örtülür
Beyler atların yordular Kaygudan zayıf düştüler;
Sarardı betler benizler, Sanki zaferan dürtülür.
Felek günü davrandırır, insanın gücünü söndürür, Dünyayı erden boşaltır;
Ne kadar kaçsa er ölür.
Onun adeti böyle, Gaynsı hep bahane, Acun gelip ok atsa, Dağlar başı kertilir.
Divanü Lugati't-Türk
2. Savlar
Sav "atalar sözüdür. Bu cümleden olarak atalar sözü; bilgi, tecrübe ve tavsiyelerin veciz
(özlü) bir şekilde dile getiriliş şeklidir.
Atalar sözüne islamiyet öncesi dönemde sav (sab) deniyordu. Bu kavram, tarihî
kaynaklarda da görülmektedir. Şöyle ki;
Kül Tigin Kitabesi'nde sav kelimesi "sab" biçiminde; "Tokuz Oğuz begleri, bu sabi'mın
katigdı tıngla: Dokuz Oğuz beyleri, bu sabi'mı adamakıllı dinle!"olarak geçmektedir.
Bu cümlede sab (sav) kelimesinin; önemli söz, nasihat anlamlarında kullanıldığını
görüyoruz. Aynı kelime daha sonraki dönemlere ait Uygur metinlerinde aynı anlamlara
gelecek şekilde kullanılmıştır.
53
Kaşgarlı Mahmut, sav (sab) kelimesinin, mektup, atçılar sözü, kısa hikaye, kıssa
anlamlarında kullanıldığını belirtmektedir.
Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig adh eserinde sav kelimesinin yerine mesel kelimesini
kullanmıştır. 11. yüzyılda yazılmış olan bu eserde Arapça ve Farsçadan alınmış çok sayıda
kelime kullanıldığını biliyoruz. Mesel kelimesi de islamiyet'in kabulünden sonra hızlanan
kültür alışverişiyle alınmış bu kelimelerden biridir. Burada dikkat çeken durum mesel, misal
kelimeleri-nin yaygın olarak özlü söz, anlamlı söz veya olay, atalar sözü anlamında
kullanılmasıdır.
Sav kelimesi ise 12. ve 13. yüzyıllarda soy. söz şeklinde telaffuz edilmeye başlanmıştır.
Bütün bunlardan şu anlaşılmaktadır: Sav kelimesi, 12. yüzyıla kadar atalar sözü anlamında
da kullanılmış; ancak 12. yüzyıldan sonra bu anlam mesel, misal, temsil kelimeleriyle ifade
edilir olmuştur. Bazen de bu kelimenin Osmanlı Turkçesinde darb-ı mesel şeklinde
söylendiğini görüyoruz.
Bu alanda ilk ilmî çalışmayı Tanzimat dönemi şair ve yazarlarından ibrahim Şinasi Efendi
yapmıştır. Yaptığı çalışmaya da Durüb-ı Emsal-i Osmaniye (Osmanlı Ata Sözleri) adını
vermiştir. 1871 yılında da Ahmet vefik Paşa'yi Müntehabat-ı Durüb-ı Emsal-i Türkiyye adlı
çalışmasıyla görürüz-
Ata sözleri, atalarımızla bizim pek çok ortak yönümüzü gösteren kültür mirasıdır. Binlerce
yıl öncesinde komşuluk, iyilik, tarım, ticaret, evlilik, aile gibi pek çok konuda söylenmiş ata
sözleri bugün de kullanılmaktadır. Bu durum bizim atalardan farklı düşünmediğimizi, onların
devamı olduğumuzu göstermektedir.
Başlangıçta mutlaka bir kişi tarafından söylenmiş olan ata sözleri, söyleyenin
unutulmasından sonra millete mal olmuştur. Bu sebeple ata sözlerini Türk Halk edebiyatının
anonim ürünleri içinde değerlendiriyoruz.
Ata sözlerimizin çoğu edebî sanatların gücünden faydalanarak söylenmiş cümlelerdir. Bu
sebeple hem etkili hem de ezberlenmeye müsait ve akılda kalıcıdır.
- Ağaç yas iken eğilir, (istiare)
- Kurt komşusun yemez. (Mecaz)
- Sana su vermeyene sen süt ver. (Mecaz)
- Misafir gelse mutluluk da gelir. (Hüsn-i ta'lîl)
- Can boğazdan gelir. (Kinaye)
- Güvenme varlığa; düşersin darlığa. (Tezat)
Ata sözlerimizin çoğu manzum özellikler göstermektedir. Kafiye, redif, aliterasyon gibi
nazma ait hususiyetlerden faydalanılarak söyleyiş güzelliğine ulaşılmıştır:
- Yigaç uçuğa yil tegir, körklük kişige söz tegir. (Yüksek ağaca yel, güzel kişiye söz gelir.)
Bu ata sözünde "g" sesiyle aliterasyon yapılmıştır.
54
- Sub bermeske süt bir. (Su vermeyene süt ver.)
- Tay atatsa at tmur, (Tay büyüyünce at dinlenir.) Oğul erdese ata tmur. (Oğul erleşince baba
dinlenir.)
Bu ata sözlerinde ise "sub-süt" kelimeleri ve "at-ata" kelimeleriyle kafiye yapılmıştır.
Ancak bu kafiye türü kelimelerin sonundaki değil başındaki seslerle elde edilmiştir, islamiyet
öncesi dönemde bu tür kafîyeye de sık sık başvurulduğunu görüyoruz.
SAVLAR
1. Yıgaç ucuya yil tegir, korktuk kişiye söz tegir. (Yüksek ağaca yel, güzel kişiye söz gelir.)
2. Böri konşusin yimes. (Kurt bile komşusuna zarar vermez.)
3. Yir basruki tag, budun basrugı beg. (Yerin düzeni dağ ile, milletin düzeni bey ile.
4. Kanı kan bile yumas. (Kanı, kanla yıkamazlar.)
5- Sub benneske süt bir. (Sana su vermeyene sen süt ver.)
6. Uma kelse kut bolir. (Misafir gelince mutluluk getirir.)
7. ît ısırmas, at tepmes dime. (ît ısırmaz, at tepmez deme.) Divanü Lügati't-Türk
3. Koşuklar
atalarımız, yerleşik hayata islamiyet'in kabulünden sonra geçmeye başlamışlardır. Bundan
önce Orta Asya steplerinde yan göçebe bir hayat sürüyorlardı. Çadırlarda oturuyorlar ve
hayvancılığa büyük önem veriyorlardı. Bu nedenle bütün planlarını tabiat şartlarını dikkate
alarak yapıyorlardı. Böyle bir kültür içinde tabiatın önemli bir yer tutması kaçınılmazdır. Bu
sebeple tabiat, güzellik ve kahramanlık (yiğitlik) konulu şiirler, İslamiyet öncesi Türk
edebiyatında önemli bir yer tutmaktadır. Aşık tarzı Türk şiirindeki koşmaya çok benzeyen bu
şiirlere "koşuk" diyoruz. Koşuklar en kısa tarifiyle bir güzellik ve övgü şiirleridir.
Koşuklar günümüzde Türk halk edebiyatındaki türkülere benzemektedir. Söyleniş biçimi,
söylenme zamanı ve şekil özellikleri bakımından ise Aşık Tarzı Türk şiirindeki koşma ile
büyük benzerlikler göstermektedir.
Koşuklar, pratik, hareketli ve coşku dolu bu hayat içerisinde önemli bir yere sahiptir.
Bugün koçaklama, güzelleme, taşlama diye ifade ettiğimiz değişik türlerin hepsine birden
İslam öncesindeki dönemde koşuk deniyordu. Dolayısıyla koşuklar; "yiğitlik, kahramanlık,
güzellik, aşk, hayranlık" gibi temaların işlendiği, bazen de pastoral bir şiir olarak karşımıza
çıkmaktadır.
55
Koşuklar, genellikle 7'li hece vezniyle söylenmiştir. Oysa Aşık Tarzı Türk şiirinde koşma
vezninin 7l'li kalıbıyla söylenir. Ama koşuklar da koşma gibi dörtlüklerle kurulur ve kafiye
sıralanışı bakımından da fark yoktur. Nitekim aşağıda okuyacağınız koşukta kafiye düzeni
şöyledir:
aaab/ ece b/ dddb ...
KIŞ ÎLE YAZIN ATIŞMASI
Kış yay bile tokuştı Kıngır közün bakıştı Tutuşkalı yakıştı Utgalı mat ograşur
Yay kış bile karıştı Erdem yayın kunştı Çerig tutup küreşti Oktagalı utruşur
KIŞ:
Kış yaygaru savlayur Er at menin tavrayur iğler yeme savrayur Et y in takı bekrişür
YAZ:
Tumlıg kelip kapsadı Kutlug yayıg tepsedi Karlap ajıın yapsadı Et yin üşüp emrişür
KIŞ:
Sende kopar çadanlar Kudgu singek yılanlar Düğ ming koyu tümenler Kudruk tikip yügrüşür
YAZ:
Senden kaçar sundılaç Mende tınar kargılaç Tatlıg öter sanduvaç Erkek tişi uçruşur
Günümüz Türkçesiyle
Kış ile yaz döğüştü, Düşman gözle bakıştı, Tutuşmak için yaklaştı;
Yenmek için uğraşır.
Yaz ile kış çekişti, Hüner yayını kuruştu, Asker tutup güreşti;
Karşılıklı oklaşır.
KIŞ:
Kış yaza karşı söyler Er, at benimle sertleşir, Hastalıklar iyileşir, Et ve beden pekleşir.
YAZ:
Soğuk gelip kapladı, Kutlu yazı kıskandı, Kar dünyayı kapattı;
Vücut üşüyüp titreşir.
KIŞ:
Sende çıkar çiyanlar, Sivri sinek, yılanlar, Binlerce on binlerce Kuyruk dikip koşuşur.
YAZ:
Çayır kuşu senden kaçar, Kırlangıçlar bende durur. Bülbül tatlı tatlı öter, Erkek dişi çiftlesin
56
KOŞUK
Öpkem kelip ogradını Arslanlayu kükredüm Alplar başın togradını Emti meni kim tutar
Tokiş içre unştım Ulug birle karıştım Tögüz atın yarıştım Aydım emdi al Utar
-'..r ı'•f ini iitiirdüm
A.-'.T.-"; ..'•..r. z kadırdım A-a»»ı c*"^ yüdürdüm Şua kaim om öter
Tapdu manga Hindi Emgek körü ulındı Kılmışınga ilendi Tutgun bolup ol katar
Keldi beni arturu Birdi ilin ertürü Munda kalıp olturu Bükri bolup ün büter
Başı aning alıktı Kanı yüzüp turuktı Baliğ bolup tagiktı Emdi anı kim tutar
Kanı akıp yoşuldu Kapı kamug teşildi Ölüg birle koşuldu Tugmuş küni üş batar ?
Günümüz Türkçesiyle
Öfkem geldi fırladını Arslan gibi kükredim Yiğitler başım doğradını Şimdi beni kim tutabilir?
Savaşta (ben de) vuruştum (Düşmanın) büyüğü ile çarpıştım Alnı akıtmalı at ile koşuşturdum
Dedim: Şimdi al (bakalım ey) Utar
(Düşmanın) Koç yiğitlerim seçip ayırdım
Onların boyunlarım eğdirdim
Altın gümüşlerim yükletirim
Askerleri çok idi. Kim (yanp) geçer
(diye düşündüm)
Tapdu bana esir oldu Istırap çekti, canından bıktı Yaptıkları için ilendi Tutsak oldu, derdi arttı
Kalabalık bir ordu ile geldi Ülkesini vermek zorunda kaldı Çaresiz kalıp burada oturuyor Beli
bükülmüş, sesi çıkmıyor
Onun yarası azdı
(Yarasından) kan aktı, ağıriaştı Yaralandı ve dağa çıktı Şimdi ona kim yetişebilir
Kanı akıp boşandı
Derişi (kabı) baştan başa deşildi
Ölülerle bir sayıldı
Doğan güneşi işte batıyor
4. Destanlar
Bir milletin tarihinde gerçekleşmiş, unutulması mümkün olmayan bir olay üzerine
söylenmeye başlayıp gelişmesini asırlarca devam ettiren millî eserlere destan diyoruz.
57
Destanlar, bütün dünya edebiyatlarının en eski ürünleridir. Bu sebeple her millet,
destanlarına her yönüyle millî eser gözüyle bakar. Destanların önemi, anlatılan olayların ve
şahsiyetlerin gerçeğe uyup uymadığından değil, söylendiği dile ve o dili konuşan millete ait
pek çok eski özelliği bünyesinde bulundurmasından kaynaklanır. Destanlar, tarihî olayların ve
şahsiyetlerin tarihçi gözüyle değil, halkın gözüyle yorumlanmasıdır. Bu sebeple destanlarda
her şey abartılır
Destan, edebî eserler içerisinde en uzun, en millî ve oluşması en zor olanıdır. Bu nedenle
her milletin millî destanı yoktur. Millî destanın oluşabilmesi için şu şartların sağlanmış elması
gerekir. Onlar da:
1. Destan çekirdeği elediğimiz çok büyük bir olayın gerçekleşmeli ve bu olaydan sonra da
destanın gelişebilmesi için uzunca bir sükunet dönemi yaşanması gerekir.
2. Destan çekirdeği dediğimiz bu olayın (büyük bir savaş, salgın, deprem, sel baskını,
kuraklık, toplu göç, büyük zafer...) gerçekleştiği zamanda söz konusu toplumun sosyolojik
aşamasını tamamlayıp millet olma seviyesine ulaşması ve bu toplum içinden çıkan
sanatçıların bu olayı şiirle ifade etmesi gerekir.
3. Bu şiirlerin varyantlaşma sürecinin başlaması gerekir. Bir başka ifadeyle şiirlere yapılan
ekleme ve çıkarmalarla, ferdin malı olmaktan çıkıp anonim bir karakter kazanması gerekir.
4. Bir edebî eser olarak ortaya çıkmış olan bu millî destanın unutulmaması için usta bir şair
tarafindan bir kompozisyon dahilinde derlenip yazıya geçirilmesi gerekir.
Türk tarihi, destan konusu olabilecek olaylar ve kahramanlıklarla doludur. Nitekim
islamiyet öncesi Türk edebiyatı bir destan zenginliğine sahiptir. Ancak bu destanların orijinal
tam metinleri elimizde yoktur. Çin, îran ve Arap kaynaklarında bazı parçalar bulunmakta;
fakat bu parçalar sadece böyle bir Türk destanının yaşamış olduğunu göstermekte, fazla bilgi
vermemektedir.
Demek ki, bir destanın günümüze kadar gelebilmesi onun unutulmadan yazıya
geçirilmesiyle mümkündür. Bizim destanlarımız üzerinde böyle bir çalışma yapılmadığı için
pek çoğu unutulmuştur.
Destanları, çeşitli Türk boylarında ozan, kam, saman, baksı gibi isimler verilen sanatçılar,
ezbere biliyorlar ve çeşitli vesilelerle kopuz eşliğinde seslendiriyorlardı. Bu sanatçıların ayrıca
dinî hüviyeti de vardı. Türk boyları arasında islamiyet'in yayılmasından sonra bu sanatçı tipi
itibar görmediği için yavaş yavaş silinmiştir. Böylece destanların tamamını ezbere bilen ve
her fırsatta bir şeyler katan sanatçılar da artık yetişmez olmuştur. Bu sebeple yazıya da
geçirilmemiş olan destanlar unutulmaktan kurtulamamıştır.
58
Bugüne kadar gelen destanlarımız ise şu veya bu şekilde değişik kaynaklarda bir bölümüyle
yer almış veya özetlenmiş biçimdedir. Bugün için haberdar olduğumuz belli başlı Türk
destanları kronolojik sıraya göre şunlardır:
/. Saka Türklerine Ait destanlar
1. Alp Er Tonga Destanı
2. Şu Destanı
//. Hun-Oğuz Türklerine Ait Destanlar
1. Oğuz Kağan Destanı
Göktürk Destanları
1. Bozkun Destanı (Efsanesi)
2. Ergenekon Destanı
4. Uygur Türklerine Ait Destanlar
1. Türeyiş Destanı (Efsanesi)
2. Göç Destanı
5. Karahanlılara Ait Destanlar 1. Sanık Buğra Han Destanı
6. Kırgız Türklerine Ait Destanlar 1. Manas Destanı
7. islami Devirde Gelişen Bazı Destanlar
1. Cengiz Han Destanı (Cengizname)
2. Danişmend Gazi Destanı
3. Battal Gazi Destanı
4. Köroğlu Destanı
Şimdi tarihi Türk destanlarımıza metin olarak birer örnek vermeye çalışalım:
1. a. Saka Türkleri Destanlarından ŞU DESTANI
Kaşgarlı Mahmud'un Divanü Lügati't-Türk'te kaydettiği bu destan ilk bakışta Makedonyalı
İskender (Zülkameyn)'in îran üzerinden Türkistan'a yaptığı sefer esnasında Şu'nun
davranışlarını anlatıyor gibi gözüküyorsa da gerçekte destan çok daha eski tarihlere, yani
milattan önce 12.-10. yüzyıllara çıkmaktadır. Muhtemeldir ki. İranlılarla sakaların
Türkistan'da yaptıkları savaşlardan kaynağını alan bu destan, sonraki olaylardan, iskender'in
Türkistan üzerine yaptığı seferlerden bazı hatıralar da alarak, islamiyetten sonraki Türk
düşüncesinde de yoğrularak bu halini almıştır. Kaşgarlı, Türkmen kelimesinin izahında bu
destanın bir bölümünü zabt etmiştir:
59
Zülkameyn (İskender), Semerkand'ı geçip de Türk ülkesine yöneldiği sıralarda Türklerin
çok kuvvetli ve büyük ordusu bulunan Şu adında genç bir hakanları vardı. Balasagun
yakınında Şu kalesini bu açmış ve bu yaptırmıştı. Her gün Balasagun'daki sarayının önüne
beyler için üç yüz altmış nöbet davulu vurulurdu. Hakan Şu'ya Zülkameyn'in yaklaştığı haber
verilmiş "Emriniz nedir, savaş mı edelim, ne buyurursunuz?" demişler; halbuki Hakan,
Hoçant ırmağı'nın kenarına karakol kurmak, Zülkameyn 'in geçtiğini haber vermek için kırk
tarhanı gözcü göndermişti. Bu kol, kimse görmeden gittiği için askerin haberi yoktu. Hakan
yüreği pek duruyordu. Hakanın gümüşten bir havuzu vardı. Sefere çıkıldığında birlikte taşınır
ve içine su doldurulur; sonra kazlar, ördekler yüzdürülür idi. Kendisine
"Ne buyurulur, harp edelim mi?" denildiği zaman cevap olarak
"Şu kazlara, ördeklere bakiniz, nasıl suya dalıyorlar." demiş. Bunun üzerine orada
bulunanlar hükümdarın savaş için hazırlanmadığı ve buradan çekilip gitmek niyetinde
olmadığı zannına düşmüşler. Zülkameyn, Hoçant suyundan geçerek karakola gelir.
Zülkameyn 'in geçtiğini bu gözcü karakol Hakana haber verir. Hakan hemen davullar
çaldırarak doğuya doğru yürür. Halk, gitmek için hazırlık görmeyen hakanlarının savuşup
gitmesi yüzünden ümitsizliğe düşer. Bir ürküntü, bir karışıklık olur. Binek bulabilenler
hayvanın sırtına atlıyarak hakanın arkasından koşarlar. Karışıklıkla birbirlerinin hayvanlarını
alırlar. Sabah olunca ordugah düz bir ova nalını alır. O sıralarda Taraz, îsbicab, Balasagun ve
bunun gibi yerler yapılmamış idi. Onlar hepsi sonradan yapılmıştır. Oralar halkı göçebe idi.
Hakan ordusuyla savuşup gittikten sonra orada çoluk çocuklarıyla yirmi iki kişi kalmıştı.
Bunlar geceleyin hayvanlarını bulamamışlar ve savuşamamışlar idi. Bakalım yaren-lik var.
işte bunlar o kimselerden ki kitabın baş tarafında adlarını söyledim. Hayvanlarının bölgelerini
beyan ettim: Kınık, Salgur ve başkaları gibi. Bu yirmi iki kişi yayan çekilip gitmek, yahut
orada kalmak üzere konuşurlarken iki kişi çıkagelir; bunlar ağırlıklarını sırtlarına
yüklenmişler, yanlarına çoluk çocuklarını almışlardı. Ordunun izine düşerek gidiyorlardı,
yorulmuşlar, terlemişlerdi. Bu yirmi iki kişi yeni gelen iki kişi île tanışırlar ve konuşurlar. Bu
ikiler derler ki
"Zülkameyn denilen adam bir yolcudur. Bir yerde durmaz, buradan da geçer gider, biz de
kendi yerimizde kalırız." Yirmi ikiler onlara Türkçe kal aç derler, aç kal demektir. Sonradan
bunlara Kalaç denilmiştir;
asılları budur. Bunlar iki kabiledir. Zülkameyn gelip uzun saçlı ve üzerlerin-de Türk belgeleri
bulunduğunu görünce sormadan onlarda Türk manend demiş, Türk'e benzer demektir, işte bu
ad onlara bugüne kadar kalmıştır.
Türkmenler aslında yirmi dört kabiledir. Lakin iki kabileden ibaret olan Kalaçlılar bazı
kerre bunlardan ayrıldıkları için kendileri Oğuz sayılmaz;
asıl olan budur.
60
Hakan Şu, Çin'e doğru geçip gitmiştir. Zülkameyn arkasına düşmüş idi. Uygurlara yakın.
Hakan, Zülkameyn'e bir bölük asker gönderir. Zülkameyn de ona gönderir. Bu çarpışma
Altım kan denilen bir dağda olmuştur. Bu gün Altım Han denir. Bunun üzerine Zülkameyn
hakanla barıştı ve Uygur şehirlerini yaptı; bir müddet oralarda oturdu. Zülkameyn çekilip
gittikten sonra Hakan Şu geldi, Balasagun'a kadar ilerledi. Kendi adını vererek Şu adındaki
şehri yaptırdı. Oraya bir tılsım koydurdu. Bu gün leylekler o şehrin karşısına kadar gelirler,
fakat şehri geçemezler. Tılsım bugüne kadar bozulmamıştır.38
6. a. Hun-Oğuz Kağan Destanı:
Oğuz Kağan Destanı; bir millî kahraman ve onun çevresinde gelişen olayları anlatılır.
Destanın baş kahramanı olan Oğuz Kağanın büyük Hun Hükümdarı Mete olduğu
sanılmaktadır.
Bu destan İslamiyet'in kabulünden sonra da gelişmesini sürdürmüştür. Destanın 13.
yüzyılda yazıya geçirilmiş metni. İslamiyet öncesi döneme aittir. Destanın 13. yüzyılda bir
kere daha yazıya geçirildiğini görüyoruz. Bu varyantı ile ilki arasında önemli farklılıklar
vardır. 13. yüzyıl yarısında destan, tamamen İslamî bir hüviyet kazanmıştır.
Oğuz Kağan Destanında tarihî olaylar ve mitolojik unsurları bir arada görüyoruz. Oğuz
Kağanın Urum Kağan, Masar Kağan ve diğer komşularıyla yaptığı savaşlar destana tarihî bir
değer kazandırmaktadır. Oğuz'un müşaviri olan Uluğ Türük'ün rüyasında gördüğü "altın yay",
"gümüş ok", "Oğuz'a. yol gösteren gök tüylü, gök yeleli kurt" Türk destanlarında gördüğümüz
mitolojik unsurlardan birkaçıdır.
Oğuz Kağan, gerek kişilik yönüyle, gerekse fizikî görünümüyle ideal bir tip olarak
karşımıza çıkmaktadır. Hem bir devlet adamı olarak, hem bir baba olarak, hem de bir eğitimci
olarak destanlaştınîmıştır. Bunda Oğuz Kağanın gerçekte yaptığı hizmetlerin önemli bir yeri
vardır. İlkel bir devirde Türk birliğini sağlamış olması, millet şuuruna eren bir toplum ortaya
çıkarması devlet, zenginlik, güç kavramlarını halkına tanıtan ve bu zevki tattıran biri olması
destan çekirdeğinin atılmasında çok önemli olmuştur.
Şimdi destanın bir parçasını vermeye çalışalım.
"Günlerden bir gün Ay Kağanın gözü parladı. Doğum ağrıları başladı ve bir erkek çocuk
doğurdu. Bu çocuğun yüzü gök; ağzı ateş (gibi) kızıl; gözleri ela; saçları ve kaşları kara idi.
Perilerden daha güzeldi.
Bu çocuk, anasının göğsünden ilk sütü emdi ve bir daha emmedi. Çiğ et, çorba ve şarap
istedi. Dile gelmeğe başladı; kırk gün sonra büyüdü, yürüdü
61
ve oynadı. Ayaktan öküz ayağı gibi; beli kurt beli gibi; omuzları samur omuzu gibi; göğsü ayı
göğsü gibi idi. At sürüleri güder, ata biner ve av avlardı. Günlerden ve gecelerden sonra yiğit
oldu.
(Oğuz Kağan, halka eziyet eden, onların atlarını yiyen büyük bir gergedanı avlamak için
yola çıkar. Bu arada bir geyik ele geçirir ve onu bir ağaca bağlayıp gider. Sabahleyin gelip
baktığında gergedanın, geyiği almış olduğunu görür. Sonra bir ayı bulup onu da aynı yere
bağlar. Sabahleyin gelip baktığında, onun da gergedan tarafından alındığını görür. Sonra
ağacın dibinde kendisi durup bekler. Gergedan gelince onu kargışı ile öldürür ve başını keser.
Yine günlerden bir gün Oğuz Kağan tanrı'ya yalvarırken gökten bir ışık iner. O ışığın
içinde çok güzel bir kız görür. Onu eş olarak kabul eder. Sonra "Gün", "Ay", "Yıldız"
adlarında üç erkek oğlu olur.
Yine bir gün ava gittiğinde bir ağacın kovuğunda başka bir kız görür. Oğuz Kağan onu da
sever ve eş olarak alır. Bu esinden de "Gök", "Dağ", "Deniz" adında üç erkek oğlu olur.)
Sonra Oğuz Kağan büyük bir toy (ziyafet) verdi. Oğuz Kağan, halkı ça-ğınnca, ahali
birbirine danıştı ve geldi. Oğuz Kağan kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. Türlü yemekler, tatlılar
ve kımızlar vb. yediler içtiler. Toydan sonra Oğuz Kağan beylere ve halka buyruk verdi ve:
Ben sizlerle oldum kağan,
Alalım yay ile kalkan,
Nişan olsun bize buyan (uğur)
Bozkurt olsun (bize) uran (savaş narası)
Demir kargı olsun orman,
Ay yerinde yürüsün kutan,
Daha. deniz, daha müren (nehir)
Güneş bayrak, gök kurukan (çadır).
dedi. Ondan sonra Oğuz Kağan dört yana emirler yolladı; tebliğler yazdı ve elçilere verip
gönderdi. Bu tebliğlerde şöyle yazılmıştı:
Ben Uygurların kağanıyım ve yeryüzünün dört köşesinin kağanı olsam gerektir. Sizden
itaat dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, hediyelerim kabul ederse, onu dost edinirim.
Kim baş eğmezse, gazaba gelirim; düşman sayarak, ona karşı asker çıkarır ve derhal baskın
yapıp onu astırır ve yok ettiririm, dedi.
(Yine o zamanlarda. Oğuz Kağanın sağ yanındaki Altun Kağan ona itaat ederken sol
yanındaki Urum Kağan itaat etmezdi. Oğuz Kağan bu duruma kızarak Urum Kağanın üzerine
gider. Kırk gün sonra Buz Dağ adında bir dağın eteğine gelir. Çadırını kurup burada uyur. Tan
ağarınca çadıra bir ışık girer. Bu ışığın içinden bir kurt çıkar. Bu kurt Oğuz Kağana:
62
"Ey Oğuz, sen Urum üstüne yürümek istiyorsun; ey Oğuz., ben senin önünde yürümek
istiyorum." der. Bu kurt. Oğuz Kağan ve askerlerine yol gösterir. Oğuz Kağan îtil Mürenin
kenarındaki bir kara dağın önünde Urum Kağanla. savaşır ve onu yenilgiye uğratır.)
Sonra Oğuz Kağan, askerleriyle "îtil" adındaki ırmağa geldi, îtil büyük bir ırmaktır. Oğuz
Kağan onu gördü ve
"îtil'in suyunu nasıl geçeriz? " dedi.
Asker arasında iyi bir bey vardı. Onun adı Uluğ Ordu Bey idi. O akıllı r:r erdi. Gördü ki, bu
yerde pek çok dal ve pek çok ağaç... O ağaçları kesti ve ^'.ı ağaçlara yattı, geçti. Oğuz Kağan
sevindi, güldü ve:
Sen. burada bey ol; senin adın Kıpçak Bey olsun, dedi.
}:':<- derlediler. Ondan sonra Oğuz Kağan yine gök tüylü ve gök yeleli
emek kun gördü O kurt, Oğuz Kağana:
"Şimdi. Oğuz, sen asker ile buradan yürüyerek halkı ve beyleri götür;
ben önden sana yol gösteririm." dedi.
(Oğuz Kağan ilerlemesine devam eder. Bu arada Oğuz'un ala atı. Buz Dağ'ın içine kaçar.
Oğuz Kağan buna çok üzülür. Askerler arasındaki kahraman bir bey, atı bulmak için bu dağa
gider. Dokuz gün sonra bulup getirir.)
Oğuz Kağan sevinçle güldü ve sen buradaki beylere;
"baş ol ve senin adın Kartuk olsun "dedi. Ona çok mücevher bağışladı ve ilerledi.
Yine bir gün gök tüylü ve gök yeleli erkek kurt durdu. Oğuz Kağan da durdu ve Çadırını
kurdurdu. Bu, tarlasız ve çorak bir yerdi. Buraya Çürçet diyorlardı. Büyük bir yurt idi; atları
çok, öküzleri ve buzağıları çok, altın ve gümüşleri çok, cevahirleri çöktü. Burada Çürçet
Kağan ve onun halkı Oğuz Kağana karşı geldiler. Vuruşma ve çarpışma başladı. Oklarla,
kılıçlarla vuruştular. Oğuz Kağan yendi, Çürçet Kağanı mağlup etti, öldürdü ve Çürçet halkını
kendisine tabi kıldı.
Ondan sonra yine bu gök tüylü ve gök yeleli erkek kurtla Hint, Tangut ve Suriye taraflarına
yürüdü. Pek çok vuruşmadan ve pek çok çarpışmadan sonra onları da aldı ve kendi yurduna
kattı; onları yendi ve kendisine tabi kıldı.
Yine söylemeden kalmasın ve belli olsun ki. Oğuz Kağanın yanında ak sakallı, kır saçlı,
uzun tecrübeli bir ihtiyar vardı. O, anlayışlı ve asil bir a-damdı. Oğuz Kağanın nazırı idi. Adı
Uluğ Türük39 idi. Günlerden bir gün
63
bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Bu altın yay, gün doğusundan ta gün batı-sına kadar
ulaşmıştı ve üç gümüş ok, ta kuzeye doğru gidiyordu. Uykudan uyanınca düşte gördüğünü
Oğuz Kağana anlattı ve dedi ki;
Ey kağanım senin ömrün hoş olsun; ey kağanım, senin hayatın hoş olsun. Gök Tanrı
düşümde verdiğim hakikate çıkarsın. Tanrı, bütün dünyayı senin uğruna bağışlasın.
Oğuz Kağan, Uluğ Türük'ün sözünü beğendi; onun öğüdünü dinledi ve öğüdüne göre yaptı.
Ondan sonra sabah olunca büyük ve küçük oğullarını çağırttı ve:
"Benim gönlüm avlanmak istiyor, ihtiyar olduğum için benim artık cesaretim yoktur; Gün,
Ay ve Yıldız; sizler doğu tarafina gidin; Gök, Dağ ve Deniz; sizler de batı tarafina gidin."
dedi. Ondan sonra oğullarının üçü doğu tarafina, üçü de batı tarafina gittiler.
Gün, Ay ve Yıldız, çok av ve kuş avladıktan sonra yolda bir altın yay buldular; onu aldılar
ve babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü, o yayı üçe böldü ve
"Ey büyük oğullarım, yay sizlerin olsun, yay gibi okları göğe kadar çıtın. " dedi.
Gök, Dağ ve Deniz çok av ve çok kuş avladıktan sonra, yolda üç gümüş ok buldular; aldılar
ve babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü, okları üçe üleştirdi ve:
"Ey küçük (oğullarım), oklar sizlerin olsun. Yay oku attı; sizler de ok gibi olun" dedi.
Ondan sonra Oğuz Kağan büyük kurultayı topladı. Maiyetim ve halkını çağırttı. Onlar
geldiler ve müşavere ettiler. Oğuz Kağan, sağ yanına kırk kulaç direk diktirdi; üstüne bir altın
tavuk koydu; altına bir ak koyun bağladı. Sol yanına kırk kulaç direk diktirdi. Üstüne bir
gümüş tavuk koydu; dibine bir kara koyun bağladı. Sağ yanda Bozoklar oturdu; sol yanda Üç
Oklar oturdu. Kırk gün, kırk gece yediler, içtiler ve sevindiler.
Sonra Oğuz Kağan oğullarına yurdunu üleştirip verdi ve
Ay oğullar kop men aşdum
Uruşgular kop men kördüm
Çıda bile kop ok atdum
Aygır birle kop yürüdüm
Düşmanlarımı ıglagurdum
Dostlarumm men kültürdüm
Kök Tengriye men ötetim
Senlerge bire men yurtum tep tedi.40
64
III. Göktürk destanlarından ERGENEKON DESTANI
Ergenekon destanının en önemli kaynağı hiçşüphesiz ki Reşidüddin'in meşhur Camiü't-
Tevarih adlı eseridir. Reşidüddin bu efsaneyi tam manasıyla Moğollaştırmıştır. Bu eser Ebu'l-
gazi Bahadır Han tarafından Şecere-i Türk adıyla dilimize çevrilmiştir.
Şimdi bu destandan da bir bölüm vermeye çalışalım:
"ilhan, Moğol (Türk) yurduna hakan olduğu zaman Tatar yurdunda da Sevinç Han hüküm
sürmekte idi. ikisi de bir çağda (aynı yaşta) idiler. Aralarında vuruş (cenk) zuhur etmiş idi.
Daima İlhan galip getirdi. Sevinç Han, Kırgız Hanına birçok hediyeler, adamlar gönderip
türlü türlü vaadlerde bulunarak onu kendi tarafına aldı. O vakitler oralarda ahali çöktü. Ve
bunların içinde de en kalabalık olan kabile Moğol (Türk) kabilesi idi. Ne vakit bir vuruş olsa
düşmana Moğol (Türk) galip getirdi. Bütün illerde Moğol (Türk) oku etmeyen, kolu yetmeyen
bir yer yoktu. Bundan dolayı bütün kabileler Moğol (Türk)u kötülerler idi. Diğer kabilelere de
elçiler gönderip onları da davet ettiler. Ve Moğollar (Türkler)dan öç alalım dedi. Hepsi
birleştiler Moğol (Türk) üzerine yürüdüler. Moğollar (Türkler) çadır ve sürülerini bir yere
yığip etrafına hendek kazdılar ve beklediler. Sevinç Han geldi. Savaş başladı. On gün cenk
oldu. On günde Moğollar (Türkler) galip geldi. Sevinç Han, bunun üzerine bütün han ve
beğleri toplayıp gizlice müzakere etti. Ve: "Biz bunlara hile yapmazsak halimiz haraptır."
dedi. Ertesi günü şafakla çadırlarını kaldırıp kötü mallarını (sığır, koyun, at gibi hayvanlar) ve
birtakım ağırlıklarını bırakıp kaçtılar. Moğolllar(Türkler) bunları kudretsiz kaldılar da
kaçıyorlar zannederek arkalarından yürüdüler. Tatarlar dönüp savaştılar, bu sefer
Moğollar(Türkler) mağlup oldu. Ordugahlarına gelinceye kadar onları kestiler. Mallarıyla
beraber ordugahı da bütün zabt ettiler. Moğol(Türk)lerin çadırlarının hepsi orada olduğundan
Moğollar(Türkler)dan bir tane bile aile kurtulamadı. Büyüklerini kılıçtan geçirdiler,
küçüklerinin her birini bir kişi esir olarak aldı. Kalanlar efendilerinin kabilesinin adını aldılar.
Bu suretle dünyada Moğol(Türk)dan eser kalmadı.
Sevinç Han Moğol(Türk)u yağma ettikten sonra memleketine dönmüştü. İlhan'ın oğulları
bu muharebede ölmüşlerdi. Ancak en küçüğü olan Kıyan kalmıştı. Kıyan o sene evlenmişti.
İlhan'ın kardeş oğullarından Nüküz de o sene evlenmişti. Bunların ikisi de savaştan on gün
sonra bir gece atlanıp eşleriyle beraber kaçtılar. Savaştan önce ordu kurdukları yere geldiler.
Düşmandan kaçıp gelen dört türlü mal deve, at, öküz ve koyun buldular. konusup dediler ki
"Burada kalsak, bir gün olur düşmanlarımız bizi bulurlar. Bir kabileye gitsek etrafımız hep
düşman kabilelerdir, îyisi mi dağlar arasında kimsenin daha yolu düşmemiş olan bir yere
gidip oturalım." Sürülerini şurup dağlara doğru yürüdüler. Yabani koyunların yürüdükleri bir
65
yolu tutup tırmanarak yüksek bir dağın boğazına vardılar. Oradan tepeye çıkıp diğer yanına
indiler. Oraları iyice kontrol ettiler. Gördüler ki geldikleri yoldan başka yol yoktur. Ve o yol
da öyle bir yol ki bir deve ve bir keçi bin güçlükle yürüyebilirdi. Eğer biraz ayağı sürçse,
düşer parça parça olurdu. Vardıkları yer geniş ve nihayetsiz bir ülke idi. içinde akarsular,
kaynaklar, türlü türlü otlar, çayırlar, meyveli ağaçlar, türlü türlü avlar vardı. Bunu görünce
Tanrı 'ya şükürler kıldılar.
Kışın mallarının etini yer, derilerini giyerler; yazın sütunu içerlerdi. Oraya Ergene Kon
adını verdiler. Ergene'nin manası bir dağın kemeri, kon 'un manası demekktir. Orası dağın en
yüksek yeri idi.
Burada Kıyan ve ve Nüküz'ün oğulları çoğaldı. Kıyan'm oğulları öteki-ninkinden daha çok
oldu. Kıyan'in oğullarına Kıyat, Nüküz'ün oğullarına Nüküzler dediler. Kıyan diye dağdan
şiddetle ve süratle inen sele derler. ilhan'ın oğlu güçlü ve tez bir adam olduğundan ona bu
ismi vermişlerdi. Kıyat Kıyan'in çoğul halidir. Bu iki kişinin nesilleri uzun bir süre Ergene
Kon'da kaldılar. Çoğaldıkça çoğaldılar. Kabileler meydana geldi. Her aile urug namıyla bir
oymak teşkil etti.
Dört yüz sene sonra kendileri ve sürüleri o kadar çoğaldı ki artık oralara sığmadılar. Bunun
üzerine aralarında konuştular: "Babalarımızdan işitirdik ki Ergene Kon 'un dışında geniş ve
güzel bir memleket varmış, atalarımız orada otururlarmış. Tatar baş olup başka kabileler
kavmimizi kınp, yurdumuzu almışlar. Arilk Tanrı 'ya şükür, düşmandan korkarak dağda
kapanıp kalacak halde değiliz. Bir yol bulup bu dağdan göçüp çıkalım. Bize dost olanla
görüşür, düşman olanla savaşırız." dediler.
Herkes bu fikri beğenip yollar aradılar. Mümkün olup bir yol buldullar. Bir demirci: "Ben
bir yer gördüm, orada demir madeni var, ymnedenin ki bir kattır. Eğer onu eritirsek yol
buluruz" dedi. O yeri gidip gördüler, demircinin sözünü uygun buldular.
Millete odun ve kömür vergisi saldılar. Herkes vergisini getirdi. Bir sıra odun, bir sıra
kömür olmak üzere dağın böğründeki çatlağa yığdılar. Dağın tepe ve diğer yanlarına da odun
ve kömür yığdıktan sonra deriden yetmiş körük yapıp yetmiş yere kurdular. Ateşleyip hepsi
birden körüklediler.
Tanrı 'nin kudretiyle demir eriyip yüklü bir deve geçecek kadar bir yol açıldı. O ayı, o
günü, o saati ezberleyip dışarı çıktılar. İşte o gün Moğol(Türk)larca bayram sayıldı. O
vakitten beri bu gün Moğol(Türk)ler bayram yaparlar. O gün bir demir parçasını ateşte
kızdırırlar. Demir kıpkırmızı olunca evvela han bir kıskaç ile demiri örsün üstüne kor ve
çekiçle vurur. Ondan sonra bütün beğler de aynen yaparlar. Bu güne çok itibar edip:
"Zindandan çıkıp ata yurduna geldiğiniz gün " derler.
66
Ergene Kon'dan çıktıkları zaman Moğol(Türk)lerin padişahı Kıyan neslinden Kurlas
boyundan Korte Çine idi. Bütün kabilelere elçiler göndererek Ergene Kon'dan çıkıp geldiğini
bildirdi. Kabilelerin bazısı memnun oldu, bazısı memnun olmadı. Özellikle Tatarlar bunların
üzerlerine yürüdüler. Saf bağlandı, savaş oldu. Moğol(Türk)lar galip gelip Tatarların
büyüklerini kılıçtan geçirdiler, küçüklerini esir ettiler. Böylece dört yüz yıldan sonra kanlarını
aldılar, mallarını zabt ettiler ve ana yurdunda oturdular.41
4. Kırgız Türklerine Ait MANAS DESTANI
Kırgız ve Kazaklar, Çin hükümdarı Esen Hanın esaretinde iken Yakup Han ile Çıyırdı
Hatunun bir çocuğu olur, adını Manas koyarlar. Manas daha
beşikte iken konuşur, on yaşında usta bir binici ve silahşor, on dört yaşında
da yenilmez bir bahadır olur. Manas'ın en büyük ideali "milletini esaretten kurtarmak ve
islamiyeti yaymaktır." Bu uğurda birçok savaşlar yapar.
Manas. Kanıkey ile evlenir. Bu evlilikten Semetey doğar. Bir müddet sonra Manas hile ile
zehirlenerek öldürülür, fakat Allah onu islamı yayması için tekrar diriltir. Manas
mücadelesine kaldığı yerden devam eder. Bir savaşta şehit düşer. Oğlu Semetey babasının
mücadelesini devralır ve Kırgızları zaferden zafere koşturur. Kırgız Türkleri sonunda rahat bir
hayat sürerler.42
Kalmuk Hanın oğlu Almanbet tahta çıkar. Töre gereği halk Almanbet'in önünde insan
kurban etmeye kalkar. Bu töreden nefret eden Almanbet Kıpçak hanına sığınarak îslamiyeti
kabul eder.
Manas, Almanbet'in kendisine doğru geldiğini rüyasında görür ve bu rüyasını tefsir
ettirmek üzere atına binerek babasının yanına gider.
Sırtı yüksek boynu alçak Bu büyük yürü kulaya Bol yeleli ince ata Bu nam salmış Ak
kulaya Hiçbir attan geri kalmayan Altına yuvarlak nal koydurmayan işte Manas bu kulaya
bindi Çinli ustaların vaktiyle Zahmetler ile yaptığı Rus ustaların ise Düşüne düşüne yaptığı
Kalmuk ustalarının da Türkü söyleyerek yaptığı
67
îçine süngü batınayan
Tüfek saçması geçmeyen
Ak zırhının üst kısmı
İşte bu zırhı giyindi
Kömür yetişmediğinden
Sık orman kullandıkları
Katınağa su yetmediğinden
Pasat çayı kullanıldı
Törpüler iyi olmadığından
Otuz törpü kullanıldı
Kış vaktine kalınca
Kav île bumbarı
Anınla gelip böldüğü
Yaz vaktin kalınca
Kök çimene yaydığı
Çok kuvvetli dursun diye
insanın kanından
Su katılmış olanlar
Sivrisinek hortumu ile
Manas gördüğü rüyayı Acı Beye şöyle anlatır.
Ak kulaya binmiştim ben Uykuda rüya görürken ben Köpeği yediriyordum ben Bir elimde bir
şahin Bir sefere çıkmıştım! Elimde bir şahin vardı. Ben şahini uçurunca Birçok kanatlı
hayvanlar Ayağıma kapandı öldü. Bu ne demek olsa gerek. Ak köpek arkamda idi, Köpeği
salıverince Dört ayaklı canavarlar Ayağıma kapandı, öldü Bu ne demek olsa gerek Acı Bey
rüyayı şöyle tabir eder Aladağı aşmam Töröm
68
ili suyunu geçmem Töröm Hikmet diyip söz söyleyeyim Doğru sözler söyleyeyim Ak
köpeğim yedisin Ak doğanım tutuşun Bu sefere çıkışın Elindeki ak doğan Ak doğanı uçurman
Birçok kanatlı hayvanın Ayağına kapanı? ölüşü Atası ile atan denk Duası ile duan denk birisi
Er Hanın aziz oğlu Gelip sende kalacak Arkandaki ak tazıyı Salıverdiğin zaman sen Dört
ayaklı canavarların Ayağına kapanıp ölüşü! Baban il babası denk Duan ile duası denk birisi
Ey hanın aziz oğlu Gelip sende kalacak! Rüyanı doğru yordumsa Hacı Beyi yanına al Rüyanı
yanlış yordumsa Hacı Beyin başını al Hacı Bey keskin sözü ile Rüyanı iyi bildi mi?
Manas, Alman Bet'in alacağı duruma göre, dost olmak veya savaşmak üzere, hazırlıklı
gider. Bu münasebetle sürüsünden en iyi atları seçtirir:
Gölde pek çok at duruyor,
Bu at sürüsü içinde
Babasının duası
1yi niyetle yaratıldı
Tayı ile tohumu
Kambar boz aygır sürüsünden
îkisini alıp geliniz.
Babam Yakup Beyin
On iki kulaç ipile
69
Atları bağlatıp getirin
Ay biçimi nalı varsa
Götürüp birini salıverin
Öbürünü alıp getiriniz.
Altmış kula öldürerek
Yem verdiğimiz Tay-burulu
Bu Tay-burulu beraber götür
Kaburgası iğri büğrü kara dağ var
Gidin, han oraya çadırın dikmiş mi, bitiniz
îçerisi iğri büğrü kaynaktır
Oraya halkı konmuşsa tütünüz,
Yağız atımı alalım
Tavşan yanaklı, törpü dişli,
Gök alacayı alalım.
Koşarken topraklar saçan,
Kadife saçları olan
Koyonbosu da alalım,
Kalkamanın yağız atını
Halkın elinden alalım
Tokomonun doru atını
Halkın elinden alalım
Ön ayak bozulmasın diye
Al bezden yular takın
Sırtı yara olmasın diye
Kaplan postu yaptırdık.
Bu san alacayı alalım
îyi sözler söylenirse
Cenge hacet kalmaz hiç,
Fena sözler söylenirse
Hemen savaşa başlarız
Alman Bet, Manas ile dost olur. Bu sefer ikisi Kökçö'ye hücum ederler. îki müthiş
kahramanın kendisini öldüreceğinden korkan Kökçö, Manas'la anlaşmak için, at sürülerini
paylaşmayı teklif eder:
Aldığın at altı sürüdür
Dür, onları paylaşalım
İkimiz yan alalım
Yedi at aldın sen
Dür onları paylaşalım
İkimiz yan alalım
70
Doksan doru yürük var Onların hepsini sen al Altmış yürük daha vardır Ak sakallı baban alsın
Yetmiş ala yürük daha var Bunlar da senin olsunlar Onu da hep senin olsun
Fakat Manas, tıpkı Oğuz Kağan gibi, dünyaya tek başına hakim olmak ihtirasındadır.
Kökçü'ye şöyle cevap verir:
îkimizden biri yaşayıp Öbürü şimdi ölmeli Ben senin fikrinde değilim, Barışmağı düşünemem
Malı paylaşmak istemem.
Bunun üzerine Kökçö kızarak şöyle der:
Sana bir şey vermem Kuvvetliysen hepsini al Alamazsan köpek gibi geber kal. Mal için ölen
köpek Manas, Mal için ikimiz de geberelim On iki kurşun dayanır Ateşler saçan tüfengimi Al
eline ben vereyim İki avuç kurşun al koy Bir ölçü de saçma koy Ak göğsümü bir el kadar
Açıp sana hazırlayım Tüfengin ile çek de vur Vurup öldürebilirsen Sürülerimi al götür Fakat
beni öldüremezsen Bu hakarete katlanmam
Manas karşı koymaya mukabele eder:
Senden artık korkum yoktur. Vuruşalım, vuruşalım. Tüfek atışalım, atışalım. Güreşelim,
güreşelim.
71
Ölene kadar boğuşalım. Titfeng ile vuracağım. Kılınç ile vuracağım.
Ve iki kahraman kapışırlar: Bir yerde Manas şöyle der:
Ak kulanın ağzını yararım Baca deliğinin kapağını Mızrağımla delerim Kapının üst tarafını
Kılıcımla keserim ben. Taştan yapılmış burcu ben Topraklara sererim hep. Kumdan yapılmış
buru ben Uçuruma çeviririm Başı sorguçlu kızları Ganimet alırım ben Bileklerinden tutarım
Atımın ardına alırım.
b.Yazılı Eserler
1. Yenisey Kitabeleri
Yenisey Bengü taşları, Kırgızların hakim olduğu bölgelerde bulunduğu için genellikle
Kırgızlara ait olarak kabul edilmektedir. Fakat üçüncü Tuba bengü taşında
"Ben Türgiş ili içinde beğim." Birinci Bank bengü taşında
"Altı Oğuz boyundan on üç yaşımda ayrıldım." îbarelerinin geçmesi. sayısı elliyi aşkın
olan bu taşların Yenisey bölgesinde yaşayan değişik Türk boylarına ait olduklarını
düşündürmektedir.
Hiçbirinin dikiliş tarihi belli değildir. Taşlardaki yazının Orhun Abidelerine göre daha gayrı
muntazam oluşu; bazı araştırıcıları, bunların daha ilkel, dolayısıyla daha eski oldukları fikrine
götürmüştür. Buna göre Yenisey bengü taşlarının 7., 6. Hatta 5. yüzyıllara ait olabileceği
düşünülmüştür. Son zamanlarda bazı araştırıcılar, filolojik sebeplere dayanarak bengü taşların
8., 9. yüzyıllara ait olduklarını benimsemişlerdir.
Genellikle mezar taşı olarak dikilmiş bulunan Yenisey bengü taşları bulundukları yerlere
göre iki grupta toplanmaktadır: Abakan ve Tuva.
a. Abakan bölgesindeki bengü taşlar şunlardır: Kara Üs, Ak Üs, Taş 0-ba, Yenisey-Tes,
Tuba (2 tane), Minusinsk, Uybak (5 tane), Açura, Yenisey-Oya, Altın Kol (2 tane), Abakan ve
Ozaçennaya.
72
b. Tuva bölgesindeki bengü taşlar da şunlardır: Uyuk-Tarlag, Uyuk-Turan, Uyuk-Arhan,
Begire, Kemçik, Çırgakı, Kemçik-Kayabası, Ça Kol (11 tane), Ulug Kem-Köl Kem, Bank (4
tane), Kezilig-kobu, Tele, Ulug Kem-Ottuk Taş, Kızıl Çıra (2 tane), Ulug Kem-Kara Su,
Eleğe, Tuva (3 tane).
Bu taşların bazıları birkaç kelimelik, çoğu 5-10 satırlıktır, îçlerinde 10 satırı geçenleri de
vardır.
Yenisey bengü taşları yalın, abartısız bir dille yazılmıştır. Çoğunlukla yazı sahibinin kendi
ağzından kısa hal tercümesini ve aile efradına, akrabalarına, arkadaşlarına, hükümdarına,
ülkesine ve milletine doyamadan bu dünyadan ayrıldığını anlattığı kitabelerde oldukça
samimi bir ifade vardır.
Moğolistan'da son zamanlarda bulunan, muhtemelen göktürk ve Uygur dönemlerine ait
olan, fakat tarihleri belirlenemeyen daha başka taş ve kayalar vardır. Bunların başlıcaları Aru-
Han, Akbaş Dağı (3 tane), Hentey (2 tane-.. beger, kutuk-ula, Yamanı-Us ve Ulankum
yazıtlarıdır. Bunlar çoğun-
MaLa 1-5 satırlık metinlerdir.
Çeşitli eşyalarda da göktürk harfli metinlere rastlanmaktadır. Birinin üzerinde "kadınk
agırçak" (bükülen iğ) yazılı iki iğ tekerleği Baykal Gölö'ndeki Olhon adasında bulunmuştur.
Paralar, mühürler, aynalar, gümüş maşrapalar, kemer tokaları ve çeşitli eşyalar üzerinde de
göktürk yazısıyla bir iki kelimelik metinler vardır.
Gerek Moğolistan, gerek Yenisey bölgesinde ve hatta Kazakistan'da sürekli olarak yeni
yazıtlar bulunmaktadır. göktürk harfli irili ufaklı metinlerin sayısı bugün 250'yi aşmıştır.
Bunların bir kısmı yayımlanmış, bir kısmı ise henüz yayımlanmamıştır.43 Bunlar ve ileride
bulunacak belgeler yayınlanınca, geçmiş için daha reel bilgiler elde edileceği bir gerçektir.
2. Göktürk Kitabeleri
Türk adinin, Türk milletinin isminin geçtiği ilk Türkçe... ilk Türk tarihi... Taşlar üzerine
yazılmış tarih... Türk devlet adamlarının millete hesap vermesi, milletle hesaplaşması...
Devlet ve milletin karşılıklı vazifeleri... Türk nizaminin, Türk töresinin, Türk medeniyetinin,
yüksek Türk kültürünün büyük vesikası, Türk askerî dehasının, Türk askerlik sanatının
esasları... Türk gururunun ilahî yüksekliği... Türk feragat ve faziletinin büyük örneği... Türk
sosyal hayatinin ulvî tablosu... Türk edebiyatının ilk şaheseri... 44 ifadeleri Göktürk
Kitabelerini vasıflandıracak yüzlerce sözden birkaç tanesidir.
Orhun Abideleri, Göktürk Yazıtları gibi adlarla da anılan bu kitabeler, Göktürkler
devrinden kalmıştır. Göktürkler Milattan sonra 6-8. yüzyıllar
73
arasında hüküm sürmüşlerdir. Bunun Kağan 552 tarihinde Avarların hakimiyetine son vererek
Göktürk devletini kurdu. Doğu kısmını kendi idaresinde tutarken batı kısmını da kardeşi
İstemi Kağana bıraktı, istemi Kağan 576 yılına kadar Bumin Kağana. bağlı olarak hüküm
sürdü.
Bumin Kağan, Göktürk hakimiyetini kurduğu yıllarda öldü. Sırasıyla üç oğlu hakanlık
yaptı. Daha sonra Çin entrikaları sonucunda ülkenin doğu kısımları Çin hakimiyetine geçti.
Bu esaret hayatı fazla sürmedi, Kutlug Kağan veya daha sonraki adıyla îlteriş Kağan Çin
hakimiyetine son vererek 680-682 yılları arasında devleti yeniden toparladı. 691 yılında
ölünce devlet idaresini kardeşi Kapgan Kağan aldı. îlteriş Kağanın Bilge ve Kül Tigin adında
iki oğlu vardı. Babalarının ölümünde bunlar 7, 8 yaşlarında bulunuyorlardı. Amcalarının 716
yılında ölümüyle devlet idaresini tekrar ele geçirdiler. Vezir Tonyukuk'un da yardımıyla
devleti güçlendirdiler. 731'de Kül Tigin, 734'te Bilge Kağan öldü. 745 yılında da Uygurlar
Göktürk hakimiyetine son verdiler.
Göktürk Kitabeleri işte bu hanedan dönemine aittir. Kültigin Abidesi 732'de Bilge Kağan
tarafından. Bilge Kağan Abidesi 735'te oğlu tarafından, Tonyukuk Abidesi (iki taş halinde) de
720-725 yıllarında bizzat kendi tarafından diktirilmiştir.
Türklerin millî alfabesi ile kazınmış bu kitabelerden bilim alemi uzun zaman habersiz
yaşamıştır. Danimarkalı Thomsen'in 1893 yılında taşlardaki yazıyı çözmesiyle bilim dünyası
heyecanlanmış, bu yazı üzerinde pek çok çalışma başlatılmıştır. Türk kültürü, Türk Dili ve
Türk tarihi açısından büyük bir gelişmenin de başlangıcı olmuştur. Çünkü Göktürk Kitabeleri,
bir noktada şahlanış ve birkaç boy'un kayboluşunun üzüntüsü ve Türk milliyetciliğinin ilk
şahlanış belgesidir.
Kül Tigin Abidesi
Güney Cephesi
Tengri teg tenride bolmış Türk Bilge Kağan bu ödke olurtum. Sabımın tüketi eşidgil. Ulayu
ini yigünüm oğlanım biriki oguşum budunum biriye şadpıt begler yinya tarkat buyruk begler
otuz Tatar... Tokuz Oğuz begleri buduni bu sabımın edgüti eşid katigdı tınla:
îlgerü kün togsıkka birigerü kün ortusingaru kungaru kün batsıkınga yingaru tün ortusingaru
anda içreki budun kop manga korur. Bunca budun kop manga korur. Bunca budun kop itdim.
Ol amti anyigyok. Türk Kağan Ötüken yıs olursar ilte bung yok.
Rgerü Şantung yazıka tegi süledim, taluyka kiçig tegmedim. Birigerü Tokuz, Ersinke tegi
süledim, Tüpütge kiçig tegmedim. Kungaru Yinçü ögüz keçe Temir Kapigka tegi süledim.
Yingaru Yir
74
Bayırku tegi süledim. Bunca yirke tegi yontdun. Ötüken yışda yig idi yok ermiş, il tutsık yir
Ötüken yış ermiş.
Bu yirde olurup Tabgaç budun birle tüzültüm. Altn kümüş işgiti kutay bungsuz anca birür.
Tabgaç budun sabi süçig ağışı yımşak ermiş. Süçig sabın yımşak ağın anıp ırak budunig anca
yagutir ermiş. Yaguru kondukda kisre anyig bilig anda öyür ermiş. Edgü bilge kişig edgü alp
kişig yontmaz ermiş. Bir kişi yangılsar oguşi buduni bişükinge tegi hdmaz ermiş. Süçig
sabınga yımşak agısınga arturup öküş Türk budun öltüg. Türk budun ölsiking Biriye Çogay
yış Tögültün yazı hanayın tiser Türk budun ölsikig.
Günümüz Türkçesiyle
Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağanı bu zamanda oturdum. Sözümü tamamıyla işit.
Bilhassa küçük kardeş yeğenim, oğlum bütün soyum, milletim, güneydeki Şadpıt beyleri.
Otuz Tatar... Dokuz Oğuz beyleri, milleti! Bu sözümü iyice işit, adamakıllı dinle!
Doğuda gün doğusuna. Güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına
kadar, onun içindeki millet hep bana tabidir. Bunca milleti hep düzene soktum. O şimdi kötü
değildir. Türk kağanı Ötüken ormanında otursa ilde sıkıntı yoktur.
Doğuda Şantung ovasına kadar ordu sevk ettim, denize ulaşma-ma az kaldı. Güneyde
Dokuz Ersin'e kadar ordu sevk ettim, Tibet'e ulaşmama az kaldı. Batıda înci nehrini geçerek
Demir Kapı'ya kadar ordu sevk ettim. Kuzeyde Yir Bayırku yerine kadar ordu sevk ettim.
Bunca yere kadar yürüttüm. Ötüken ormanından daha iyisi hiç yokmuş, îl tutacak yer Ötüken
ormanı imiş.
Bu yerde oturup Çin milleti ile anlaştım. Altını, gümüşü, ipeği, ipekliyi sıkıntısız, öylece
veriyor.
Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla
aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştımı? konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman
düşünürmüş, îyi bilgili insanı, iyi cesur insanı yüriltmezmiş. Bir insan yanılsa, kabi-lesi
milleti, akrabasına kadar banndırmazmış. Tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok
çok Türk milleti öldürmüş Türk milleti öleceksin! Güneyde Çogay ormanına, Tögültün
ovasına konayım dersen Türk milleti öleceksin!45
75
3. Uygur Metinleri
Günümüze kadar gelen en eski Türk şiiri örnekleri Doğu Türkistan'da yazıya geçirilmiş
Maniheist ve Budist Uygur kültür çevrelerinde oluşan eserlerde bulunmaktadır.
Bunların en eskileri de Maniheist kültür çevrelerinde oluşanlardır. Çünkü Uygurlar
Maniheizmi Doğu Türkistan'a gelip yerleşmeden önce daha Moğolistan'da kabul etmişlerdi.
Moğolistan'daki Uygur devletinin (744-840) üçüncü hükümdarı Bögü Kağan (759-779) 762
yılında Mani dinini kabul etmiş ve Maniheizm Uygurlar arasında kısa sürede yayılmıştı. Bu
yeni dinle birlikte dinî mahiyette bir edebiyatın oluşmasında tabiî idi. Uygurlar muhtemelen
Moğolistan'da oluşan bu edebî eserlerini Doğu Türkistan'a göçleri esnasında da taşımışlardı.
Maniheist çevrelere ait Türkistan'da bulunan el yazmalarının bir kısmı muhtemelen bu yolla
Türkistan'a gelmişti. Türkistan'da bulunan bu eserler Uygur harfleriyle olup önemli bir kısmı
Soğdca 'dan ve öbür İran dillerinden çevrilmiş dinî metinler, tövbe duaları ve hikayelerden
oluşmaktadır. Bunlar arasında önemli sayıda manzum dua ve ilahilerle din dışı sayılabilecek
bir aşk şiiri de bulunmaktadır.
Maniheist Uygurlardan kalan sekiz adet şiirin üçü ilahi, ikisi övgü, biri ölüm, biri
cehennem tasviri, biri de aşk şiiridir.46 Bu döneme ait adı bilinen şairler: Apnnçor Tigin, Kül
Tarkan, Sıngku Seli Tutung'dw
Almanya'da Göttingen Üniversitesi Öğretim üyesi Prof.Dr. Klaus Röhrbom, 'Deutsche-
Ujgurische Wörterbuch' adlı önemli bir çalışma başlatmıştır. Bugüne kadar 9 ciltlik Sözlük
çıkmıştır. Gönül ister ki, bu çalışma en kısa zamanda bitmelidir.
Şimdi bu metinlerden birkaç örnek vermeye çalışalım.
İlahî Günümüz Türkçesiyle
Tang tengri kelti Tan tannsı geldi Tang tengri özi kelti Tan tannsı kendi geldi
Tang tengri kelti Tan tannsı geldi Tang tengri özi kelti Tan tannsı kendi geldi
Turunglar kamag begler kodoşlar Kalkınız bütün beyler, kardeşler Teng tengrig ögelim
Tan tannsını övelîm
Gören güneş tannsı Siz bizi koruyun Görünen ay tannsı Siz bizi kurtarın
Körügme kün tengri Siz bizni küzedin Körünügme ay tengri Siz bizni kurtarıng
46 Tekin, Talat, "İslam Öncesi Türk Şiiri', Türk Şiiri Özel sayısı I, Türk Dili, Sayı 404, Ocak
1986. s. 7-8.
76
Tang tengri Yıdlıg yıpariig Yaruklug yaşuklug Tang tengri Tang Tenri47
Tang tengri Yıdlıg yıparlıg Yaruklug yaşuklug Tang tengri Tang tengri
Tantannsı
Güzel kokulu, mis kokulu
Parlak ve nurlu
Tan tannsı (5 kez)
Tan tannsı (5 kez)
Tan tannsı
Güzel kokulu, mis kokulu
Parlak ve nurlu
Tantannsı
Tan tannsı
Günümüz Türkçesiyle
Aşk Şiiri
AJ;':c;? amrak A":^---' :':-kiefn
Kasınç ı g'.'r.: n oyu kadgurur men Kadgurdukça kajı körtlem Kavışigsayur men
Öz amrakımın öyür men Oyu evirür men ödü... çün Öz amrakımın öpügseyür men
Barayın tiser baç amrakım Baru yime umaz men Bagirsakım
Kireyin tiser kiçigkiem Kirü yime umaz men Kin yıpar yıdlıgım
Yaruk tenriler yarlıkazın Yavaşım birle Yakışıpan adrılmalım
Emsalsiz sevgili Sevgili canım
Yavuklumu düşünü? hasret çekiyorum Hasret çektikçe kaşı güzelim Kavuşmak istiyorum
Öz sevgilimi düşünüyorum Düşünüp düşünüp durdukça Sevgilimi öpmek istiyorum
Gideyim desem güzel sevgilim Gidemiyorum da;
Merhametlim
Gireyim desem küçücüğüm Giremiyorum da;
Anber, misk kokulum
Nurlu tanniar buyursun Yumuşak huylum ile Birleşerek bir daha aynimayahm
Güçlü melekler güç versin
Küçlüg priştiler küç birzün Közi karam birle Külüşüpen oturalım.48
Gözü karam ile
Güle güle oturalım (Apnnçor Tigin)
Budist Uygur şiiri 9-13. yüzyıllan kapsar. Budist Uygurlardan kalan manzum eserlerin
sayısı Maniheist Uygurlara ait şiirlere oranla daha fazladır. Budist Uygur şiirlerinin tamamı
dinî eserlerdir. Bunların büyük bir kısmı Budizmi öğretmek gayesinde olduğu için şiiriyetten
uzak didaktik mahiyettedır. Pek azında şiir zevki yakalanabilmiştir. Bu eserlerde adları geçen
belli başlı şairler şunlardır Kiki (Kiki Şişi), Pratya Şiri, Çinaşiri, Çisuin Tutung, Asıg Tutung,
An-Tsung, Kalım Keyşi, Şingsun Şila'du.49
Budist Uygur muhitinde oluşan ve şiiriyet özelliği taşıyan tek manzumeden bahsetmiştik.
Bu manzumeyi aşağıya alıyoruz:
Adkaşu turur kat kat tagta
Amil aglak aranyadanta
Artuç söğüt altımnta
Akar suvlukta
Amrançigın uçdaçı kuşkıalar
Tirinlik kuvragilkta
Adkagsızın mengi tegingülük ol
Anı teg orunlarla
iç tering kat bük tagta
îrteki söki aranyadanta
idiz tikim kayalık basguklug erip
îdi tikisizte
İmirt çogurt söğüt arasınta
inçgekie suv kıdigında
îlinmeksizin ayan olurgulug ol
Anı teg orunlarla
Sengir bulung tering tagta
Seviglig aranyadanta
Sermeli? akar suvlug erip
Sep sem oğlakta
Sekiz türlüg yiiller öze tepremetin
Serilip anta
Sere yalnguzın nom mengisin tegingülüg ol
Anı teg orunlarla
Kökerip turur körlüg tagta
Köngül yaraşı aglak orunla
Kop yigi telim sögütlüg erip
Köpirip turur kölmen suvlukta
Köz başlap kaçigların yıgınıp
Közünmiş bililmisçe orunlarla
Küsençigsizin mengi tegingülüg ol
Anı teg orunlarla50
78
Günümüz Türkçesiyle
Birbirlerine bağh duran kat kat dağlarda Sakin ve tenha Aranyadan'da Ardıç ağaçları altında
Akar sular boyunda Sevinç içinde uçuşan kuşçuklaron Toplandıkları, bir araya geldikleri
yerde Hiçbir şeye bağlanmadan, huzura kavuşmalı îşte öyle yer yerde
îç içe, derin, kat kat, kıvrım kıvrım dağlarda
Eski kadim Aranyadan'da
Yüksek, yekpare kayalıkların baskısı altında
Tam bir sessizlik içinde
imin, çoğurt ağaçları arasında
İncecik suların kıyısında
Hiçbir şeye ilinmeden, dhyana'ya dalmalı
îşte öyle yeryerde
Derin dağların köşesinde, eteğinde
Sevimli Aranyadan'da
Süzülüp akan sular arasında
ip ıssız bir tenhalıkta
Sekiz türlü yel ile kımıldanmadan
Orada sükun içinde
Sabırla, yalnızca töre huzurunu tatınalı
îşte öyle yeryerde
Göğerip duran güzel dağlarda
Gönlün hoşlandığı tenha yerlerde
Kesif, sık söğütlükler içinde
Kaynayıp köpüren göller arasında
Başta göz olmak üzere, bütün hasselerden sıyrılıp
Her şeyin göründüğü, bilindiği gibi olduğu yerde
Hiçbir arzu beslemeden, huzur tatınalı
îşte öyle yer yerde
c. Eski Türk Şiirinde Türler
1. Koşug
Koşug; "nazım, manzum parça, şiir, beyt, kaside.. vb'leri" şiir kavramlarını karşılayan bu
kelimenin kökü: "kös- "fiilidir. Kaşgarlı'da bu fiil, "koymak, katmak ve bilhassa Türkü
düzmek" şeklindedir. Böylece Koşuk,
79
bazı Türk lügatlarında; " şiir. nazmı, beyit;"51 "iki mısralı nazım, beyit;"52 "şiir kaside";53
"bir nevi raks;"5* "Şarkı, oynarhen söylenen koşma;"55 "kaç mısradan meydana gelirse
gelsin, kendi başına bir bütünü meydana getiren nazımlı parça;"56 "Islamdan önceki Türk
şiirinin yiğitlik, aşk ve tabiat temaları üzerine söylenmiş şiirlerin genel adı"57 olarak
tanımlayabiliriz.
Demek ki Koşuk kelimesi açık bir şekilde "şiir, kaside...vb" anlamlarıyla kullanılmıştır.
Hece vezni ve dörtlüklerle söylenmektedir.58 Kafiye düzeni; aaab/cccb/dddb şeklindedir.
Terken Kotun kutinga tegür mindin koşug
Aygıt sizin tapugçı ötnür yonga tapug
Günümüz Türkçesiyle: Sultan hanım saadetlerim benden koşma'sun ve de ki, hizmetkarınız
sizden yeni hizmetler bekler.59
2. Kojan
Altay Türkçesinde kojon biçiminde söylenen bu kavram şarkı, türkü demektir. Bu kavramla
ilgili olarak Altay Türkçesinde kojan söyleyenler kojoncı, şarkı söylemek için de kojon
aytmak, kojondamak denilmektedir.60 Bu kavramın kös- fiili ile ilgisi açıktır. Yalnızca bir
söyleyiş farkıyla Altay Türkçesinde kojan biçimini almıştır.
3. Takşut
Yalnızca Uygur dönemi eserlerde rastlanılan bu kavramın kökü konusunda tam bir kanaat
oluşmamıştır. Reşit Rahmeti Arat bu kavramın Türkçe kaynaklı olduğu kanaatindedir.61 O bu
kavramı Divanü Lugati't-Türk'teki takmak, takılmak, takturmak kavramlarıyla ilgili
görmektedir. Reşit Rahmeti Arat'a göre takşut da tıpkı koşug gibi ayrı bir türden ziyade genel
olarak şiir, nazım, beyit, manzume anlamlarına gelmektedir. Nasıl kös- fiili "bir nesneyi başka
bir nesneye ilave etmek, eşlemek" vb. yan anlamlara sahipse, tak- fiili de aynı anlamları
karşılamaktadır. Dolayısıyla tak- kökünden türetilen bu kavram da güfteye beste ilave etmek
(katınak, eklemek, takmak) anlamlarında kullanılmıştır diyebiliriz. 62
80
4. Taknuk
Bu kavram da takşut'la aynı kökten gelmektedir. Diğer Türk lehçelerin-de bulmaca, ata
sözü, türkü, şaka, nükte, türkü yarısı, masal vb. anlamlarında kullanılmaktadır.63
5. ir /Yır
Her iki kavram da Divanü Lugati't-Türk'te geçmekte olup64 yalmzca söyleyişleri farklıdır.
Kaşgarlı bu kavramlara koşma, türkü, manzume, şiir, gazel vb. karşılıklar vermektedir. Şarkı
söylemek karşılığında ırlamak, yır yırlamak (şarkı söylemek); manzume yapılmak, şiir
düzülmek karşılığında ise yır koşulmak kavramını kullanmaktadır.65
ir / Yır kavramları 14. yüzyıldan beri bu anlamını muhafaza etmiş nağme, hava karşılığı
olarak kullanılmıştır.
Fuat Köprülü bu kavramı koşuk kavramı ile birlikte anarak bir nazım şekli olarak ifade
etmektedir.66
6.Küğ
Bu kavram ilk olarak Uygur dönemi eserlerde geçmektedir. Beşim Atalay bu kavramı köğ.
Reşit Rahmeti Arat da küg biçiminde okurlar. Ancak günümüzde küğ biçiminde okunuşu
yaygınlaşmıştır. Uygur dönemi şairlerin-den Apnn Çor Tigin'in bir manzumesinde takşut'la
bir arada geçmektedir:
"Boşlantı Apnn Çor tigin küg'ı takşut'lan: Başladı Apnn Çor Tigin manzumeleri." 67
Reşit Rahmeti Arat bu kavramın değişik kaynaklardaki örneklerine bakarak nazım, şiir,
türkü, ir vb. anlamlara geldiğini ve bir ahenk cephesinin olduğunu düşünmektedir.
Günümüzde Türk lehçelerinde bu kavram "ses, musiki, makam, ahenk" anlamlarında
kullanılmaktadır.
7. Şlok
Kelime Sanskritçe olup aslı şloka biçimindedir.68 Bu tür, daha çok Uygur metinlerinde
görülmektedir. Türkçe'de, Sanskritçede olduğundan daha geniş bir anlam kazanmıştır.
Sınırları iyice bilinmemekle beraber Şlok;
"methiye manzumesi, manzume, sevindirici şiir" vb. yerine kullanılmıştır.
& Padak
Bu kavram da Sanskritçeden dilimize geçmiş olup aslı padaka'du. Şiir, bir şiirin (dörtlüğün)
dörtte biri demektir.69 Türk şiirinde de bu anlamıyla mısra yerine kullanılmıştır.
81
9. Kavi
Bu kelimenin Sanskritçesi kayva biçimindedir. Nesir île nazım arasındaki artistik nesir
diyebileceğimiz anlatımlar için kullanılır. Kavi türündeki eserler nesirden ayrı bir üslup
özelliği bulunmakla birlikte bir şiir özelliği de kazanmamıştır.70
10. Baş/Basık
Mani dinini benimsemiş Türklerde görülen bu kavram ilahi karşılığı olarak
kullanılmaktadır. Soğdca Mani metinlerinde başa, başik, paşik biçimlerinde söylenişleri de
vardır.71 Türkçe söylenişi henüz tam olarak tespit edilmemektedir.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ORTA ASYA SAHASI TÜRK EDEBİYATI
A. Türklerin İslam Dinini Kabulleri
a. Türklerin İslam Öncesi İnanç Sistemlerine Kısa Bir Bakış
islam Dini, yedinci asrın başlarında Arap yarımadasında Hz. Muhanımed tarafından tebliğ
edildiği dönemlerde, bu yeni dinle karşılaşan Türkler de ferden islamiyeti kabullenmeye
başlamışlardı. Ancak Türklerin kitleler halinde İslamiyet'i kabulleri onuncu asırda
gerçekleşmiştir.
Bilindiği gibi Türkler arasında, Islamdan önce pek yaygın ve sürekli olmamakla beraber,
çeşitli inanç ve dinler görülmekteydi. Bu cümleden olarak Divanü Lügati't-Türk'te bazı Türk
kavimleri arasında; Nam, Tayın, Yalvaç, Totem, Yada, Sata, Budizm, Manheizm, Kam,
Şamanizm.. vb gibi inanç sistemlerinin belirtilerinden bahsedilmekteydi.72
Ayrıca; Bartold, Eberhard, Radloff, Babinger, Dııda, Jansky, Röhrbom, R. R. Araf, M. F.
Köprülü, î. Kafesoglu. A. inan, B. Ögel, H. Tanyu vb. bilim adamlarında gördüğümüz gibi
bazı Türk kavimleri arasında; Mani, Budizm, Musevilik, Hristiyanlığın da çok kısa bir zaman
dilimi içinde görüldüğünü, fakat islamiyetin gelmesiyle bunların %90'nın üstünde büyük bir
kısminin da Müslüman olduklarını görmekteyiz. Bunun yanında Altaylar ve Yakutların ise
hala eski Türk dinlerinden kalma bazı itikadi inançlarını da yaşatmaya devam etmektedirler.
Gök-Türk Abidelerinin girişindeki; "Üstte mavi gök, yerde yağız yer yaratıldıkta, ikisinin
arasında insanoğlu yaratılmış, insanoğlunun üzerine atalarm Bumin Kağan ve istemi Kağan,
kağan olarak oturmuşlar." şeklindeki, gerçekten muhteşem ifade, yağız yeri, mavi gökleri ve
insanoğlunu yaratan tek Tanrı’nın varlığı inancını, çok net olarak bildirmektedir. Tengri
kelimesi ise bu zamanlarda, artık sadece Tanrı'y a tahsis edilmiş bulunmaktadır. Bu inancın
bu özelliği, Tanrı’nın Türk Tanrısı olarak düşünülmüş olmasıdır. O'na; ibadet edilir, dua edilir
ve kurban kesilir. Bu, bir millî dindir ve adı Gök Tanrı Dinidir.73
84
Türklerin bundan sonraki geçici dönemlerde kabul ettiği dinlerin isimleri ise şöyledir:
Budizm: Hindistan'da hakim olan Kusanlar hanedanı ve Ak-Hunlar Budist idi. Gök-Türk
bakanı Tapu Han da Budist dinine girmiş, ancak halk bu inanca fazla itibar etmemiştir. 860
yılında Kansu'yu, yerleşerek burada bir devlet kuran San Uygurlar da Buda dinini kabul
ederler.
Maniheizm: iran'da başlayıp, Sasanilerin baskısı altında, daha hoşgörülü oldukları bilinen
Türk ülkelerine göçen bir kısım Mani dini mensupları, buraları etkilemiştir. Uygur Hanı Bögü
Han, Çin seferkide yanında getirdiği rahiplerin etkisi ile Mani dini resmen kabul eder. Bu din,
Uygurlar ve kültürü üzerinde derin etki yapmıştır. Uygarlarda; Hristiyanlık, İslamlık, Gök
Tanrı dini ve Mani dini bir arada yaşamıştır.
Musevilik: Aynı asırlarda batıda Hazar Hakanı da Musevi dinini resmen kabul eder; ancak
halkın geneli Müslümanlık ve Hristiyanlığa yönelir;
Ayrıca Gök-Tanrı dini de etkisini sürdürür..
Hristiyanlık: Sekizinci asırda Maveraü'n-nehir civarında Zerdüştlüğ'ün yayıldığı görülür.
Doğu Türkistan'da Uygurlar arasında ise Hristiyanlığın Nasturilik mezhebi görülür.
Dokuzuncu asırda baüda Bulgar Hanları Hristiyanlığı seçer. Bir kısım Bulgarlar ise
Müslüman olarak tdil Bulgar Devletini kurarlar. Balkanlara geçen Kıpçak ve Oğuzların da
Hristiyanlaştığı görülür. Peçenek'ler de ise Hristiyanlık ile Gök-Tanrı dini birlikte yaşamaya
devam ederler. 1061 yılında Hazar Hanı Hristiyan olur. Hazarlar arasında yine çeşitli dinler
bir arada yaşar.74
Bilindiği gibi Anadolu, Türklerin ilk ana yurtları 'dır. Milattan önceki dönemlerde Orta
Asya'ya göçmüşlerdir. Ancak Milattan sonra beşinci-altıncı yüzyıllardan sonra da tekrar Orta
Asya'dan kalkıp, asıl 'Anavatan olan Ana-dolu'ya doğru göç'e başlamışlardır. Fakat bu
dönemde Anadolu'da Hristiyan Türkler75 de vardı. Yani Anadolu'da Hristiyan Türklerde
bulunmaktaydı. Bu Türklerden bir grubu Diojen'in saflarında yer alıyordu. Diojen'in
Alparslan'la Malazgirt'te 1071'deki karşılaşmaları esnasında bu Türk boyları Alparslan
tarafina geçmişlerdir. Ve zaferi Türkler kazanmışlardır.
b. Türkler ve İslamiyet
1. Türklerin islam Öncesi Araplarla Karşılaşmaları
HZ. Muhammed'den Önce Türk-Arap Münasebetleri
Bilindiği gibi Türkler, islamiyetin zuhurundan önce de Araplarla bazı bakımlardan temas
ve çatışma halindeydiler. Bunların bu bereberliktelikleri,
85
Türklerin İslam dinini ilk dönemlerden itibaren tanımalarına ve Müslüman olmalarına da
vesile olmuştur. Şimdi bu birliktelikleri kronolojik olarak kısa anekdotlarla vermeye
çalışalım:
Türkler ile Arapların doğrudan doğruya olmasa bile ilk temasları İslamiyetin ortaya
çıkmasından önce Sasani împaratorluğu ile 5. asrın sonlarına doğru başlamıştır. Sasani
Hükümdarı Kavad (488-541)'ın, Eftaliderin yardımı ile tahta çıktığı ve Saltanatı boyunca
onların nüfuzu altında kaldığı bilinmektedir.76
Yine Sasani hükümdarı Nuşirevan (541-579) doğuda kendisi için bir tehlike gördüğü Gök-
Türkler ile iyi geçinmeyi prensip kabul ederek, Gök-Türk Hakanının kızı ile evlendi. Bu
evlilikden dünyaya gelen oğlu ve halefi 4. Hürmüz (579-596), sima ve seciye itibariyle
Iran'hlara benzemediği için "Türk oğlu " diye lakablandırılmıştir.77
Nuşirevan devrinde 6. asrın ikinci yarısında (570) Yemen'e yapılan sefer sırasında îran ordu
safları arasında Türklerin bulunduğu rivayet edilmektedir.78
4. Hürmüz'ün başkumandanı Behram Çübîn'in ordusunda 588 yılında Gök-Türk Hakanı
Bağa Hakan ile yaptığı muharebede Arap birliklerinin de bulunduğu kaynaklarda
geçmektedir.79 Daha sonraki yıllarda ise Behram Çübîn'in birlikleri arasında çok sayıda
Türklerin bulunduğu görülmektedir.
Hüsrev Perviz(590-628) ilk yıllarda İran'ın kargaşa içinde bulunan iç durumlarından da
faydalanan Gök-Türk birlikleri îran içlerine girmişler. Rey ve îsfahan'a kadar ilerlemişlerdir.
Hüsrev Perviz bundan sonra Türklerle dostane bir politika izleyerek Bizans İmparatorluğu
üzerine yürür ve 619'da îran orduları Kadıköy'e kadar gelir ve Bizans'a ağır bir darbe vurur,
fakat şehri ele geçiremez.80
Bizans imparatoru Heraklios, Gök-Türklerle ittifak yaparak îran'a karşı taarruza geçti,
Medain'e kadar ilerledi. Aynı zamanda Gök-Türk Hakanı Tung-Yabgu (619-630)da harekete
geçti Rey ve îsfahan'ı ele geçirdi.81
Demek oluyor ki İslam öncesinde Türklerin Araplarla münasebetleri Sasani imparatorluğu
aracılığı ile başlamıştır ki bunları Cahiliye devri Arap şiirinde de bulmak mümkündür. Bu
durum özellikle; Hassan b. Hanzala, Nabiga el-Zubyani, Avs b. Hacar ve Şamman b. Zirar vb.
şairlerin şiirlerinde
80 Burada Ankebut Suresi a.'2'deki "Rumlar mağlup oldu, fakat yakın bir senede galip
gelecekler' mealindeki bu ayet Müslümanların ehl-i kitap Bizans'ı, Mecusi İran'a tercih
edildiğine dair bir telmih niteliğindedir.
86
Türklerden, daha ziyade askeri yönlerini, kahramanlıklarını belirtir şekilde bahsettikleri, ilk
temasın askeri yönden olduğunu göstermektedir.82
2. Hz. Muhammed Dönemi ve Türkler
Burada Hz. Muhammed’ın Türkler hakkında söylediği hadislerden birkaç örnek vermek
istiyoruz. Bilindiği gibi bu konuda elimizde bulunan ilk Türk kaynağı ise, Kaşgarlı
Mahmud'un Divanü Lugati't-Türk'üdür. Bunun dışında bu sahada Ramazan Şeşen ve
Zekeriyya Kitapçi'nın da araştırmaları bulunmaktadır, îşte bu araştırmalar neticesinde ortaya
çıkan bu hadisleri üç noktada gruplandırmaya çalışalımm:
2. 1. Türklerle iyi geçinmeyi ve onlarla mücadele etmemeyi tavsiye eden hadisler
- Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayınız.
- Türkler size dokunmadıkça siz de onlarla dost geçininiz.
- Habeşiler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayınız.
- Türkler size ilişmedikçe siz de onlara ilismeyiniz.
2. 2. Türkler ile Araplar arasında birçok mücadelenin olabileceği, Türklerin Irak, Suriye ve
İstanbul'u fethedeceği ve hakimiyeti Araplardan alacağını belirten hadisler:
-" Ümmetimi, geniş yüzlü, küçük gözlü, yüzleri deriden kalkanlar gibi olan bir kavim
önünde sürecek. Onlar üç defa Arap yarımadasına kadar varacaklar. Birincisinde kaçan
kurtulur, ikincisinde bazısı kurtulur, bazısı mahvolur; üçüncüsünde ise kökleri kazınır. Bunlar
Türklerdir. Allah'a yemin olsun ki, atlarını Müslümanların camiinin direklerine
bağlayacaklar."
-" Türkler Amid'e inerler. Dicle ve Fırat'dan su içerler ve Elcezire'de dolaşırlar. Şam halkı
şaşkınlıktan onlara bir şey yapamaz— "
-"Milletimin mülkünü en evvel Kantüra (bununla Türkler kasdedilmektedir) nesli
zaptedecektir."
-" Türkler Size dokunmadıkça siz de onlara ilismeyiniz, çünkü milleti-min mülkünü en
evvel Kantüra oğulları alacaktır."
-" Allah'ın irslaanlarını milletimin elinden en evvel Türkler alacaklardır."83
2.3. Türk Kavmi ve Türk Dili hakkındaki hadisler
-" Benim bir ördüm vardır. Ona Türk adı verdim. Onları doğuda yerleştirdim. Bir kavme
gazaplanırsam Türkleri o kavmin üzerine yollarım."
87
-" Her kim ki Türklerin diline sığınırsa onu kendilerinden sayıp her türlü tehlikeden
kurtarıyorlar. Bunun içindir ki, Türk olmayanlar da Türk diline sığınmakta ve bu vesile ile
zarar ve ziyandan kurtulmaktadırlar."
"Ben Buhara'nın, sözüne güvenilir bir imamından, ayrıca Nişaburlu bir imamdan işittim,
ikisi de senedlerle bildiriyorlar ki Peygamberiniz, kıyamet alametleriyle, ahir zaman
fitnelerini ve Oğuz Türklerinin ortaya çıkacaklarını bildirirken,
"Türk Dilini öğreniniz! çünkü onların uzun sürecek bir saltanatları olacaktır." buyurmuş.
Kaşgarlı Mahmut bu hadisi senetlerle naklettikten sonra şu muhakemeyi yürütüyor:
" Bu hadis doğru ise Türk Dilini öğrenmek vacib demektir. Eğer uydurma ise (o zaman da)
akıl ve iz'an bunu icab ettirir.84
Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bilindiği gibi Türklerin Araplarla doğrudan
doğruya temasları Hz. Peygamberden sonra Horasan'ın fet-hiyle başlamış ve Maveraü'n-
nehr'in fethi esnasında çetin savaşlar şeklinde gelişmiştir.
Yukarıda vermeye çalıştığımız Arap şiiri ve Hz. Muhammed’ın hadislerindeki Türklerle
ilgili rivayetler, Arapların peygamber devrinde Türkleri tanıdığı ihtimalinı
kuvvetlendirmektedir. Taberi, Müslümanların Hendek muharebesi'ne hazırlandıkları sırada.
Peygamberin bir Türk çadırında (Kubbetü'l-Türkiye) oturduğunu bildirmektedir.85 Meşhur
hadisçilerimizden Müslim ise. Peygamber'in bir Türk çadırında itikafa çekildiğini rivayet
etmektedir.86
3. ilk Fetihler Sırasında Türk-Arap Münasebetleri
Hz. Muhammed’ın vafatından sonra Hz. Ebu Bekir ile başlayan İslam fütuhatı başlıca üç
yönde gelişti. Onlar da: Doğu da iran, batı da Kuzey Afrika, kuzeyde ise Suriye ve Anadolu
idi.
İslam orduları, karşılanna çıkan iki büyük imparatorluk ordularını dinlemeden
ilerlemelerine, fütuhata devam etti. Hatta Bizans'a karşı kazanılan zaferler neticesinde bütün
Suriye ve Elcezire İslam Devletinin sınırları içine girdi.
Halife Hz. Ömer (634-644) zamanlarında varılan hudud bölgesi, sonradan büyük
değişikliklere uğramadan asırlar boyunca İslam-Bizans mücadele bölgesi haline geldi.
Diğer taraftan bugünkü Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgelerinden kuzeye doğru
ilerleyerek Kafkaslar'a vardılar. Bu fetihler esnasında İslam orduları Horasan, Maveraün nehir
ve Toharistan bölgelerinde Türkler ile karşılaşmışlar ve uzün müddet onlarla mücadele etmek
zorunda kalmışlardır.
Nihavend Savaşını (642) takip eden aylarda, doğu îran fethini müteakip Müslüman
kuvvetlerine Horasan ve Toharistan'in yolu açılmıştı. Abdullah Amir'in öncü kuvvetlerinin
kumandanı olan Ahnef b. Kays Horasan'a girerek Herat, Nişabur ve Serahs'ı zapt ettikten
sonra Merv üzerine yürüdü. Son Sasani hükümdarı ///. Yezducerd buradan Merv el-Rud,
oradan da Belh ve nihayet Ceyhun'un ötesine kaçtı. Müslüman kuvvetleri Beltı'e ve
Nişabur'dan Toharistan'a kadar bütün Horasan'ı ele geçirdiler.
Ahnef, Merv el-Rüd'da karargah kurdu. Yezducerd, Araplara karşı tek başına mukavemet
edemiyeceğini anlayınca Türk hakanından, Fergana ve Sogd ahalisinden yardım istedi. Bu
müttefik kuvvetler Bern'i Müslümanlardan geri alarak Merv el-ROd'a kadar ilerlediler. Ahnef
zor durumda kalmasına rağmen, bir harp hilesi ile bu kuvvetleri geri çekmeye mecbur etti.
Böylece Arap orduları islamiyetin zuhurundan sonra ilk defa Türklerle karşı karşıya gelmiş
oluyorlardı.
Hz. Ömer'in şehid edilmesinden sonra, Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinde de bazı fetihler
yapılmış, fakat dahili karışıklıklar sebebiyle istenilen fetihler yapılamayıp, özde mevcut
sınırların korunması sağlanmıştır.87
Yedinci asrın başlarından itibaren Müslüman Araplarla Türk boyları arasında bazı temas ve
çatışmaların başladığı görülür. Bu başlayış, aynı zamanda Türklerin de ferden Müslüman
olmaya başladıkları bir dönemdir.
Sekizinci asırda da özellikle 751'de Müslümanları Orta Asya'dan kovmak üzere gelen
büyük Çin ordusu ile İslam ordusu Talas'ta o çağın en büyük savaşına tutuşurlar. Türkler ise
Müslümanlar tarafini tutunca Çinliler kaybeder, zafer Müslümanların olur. Bu tarihî silah
arkadaşlığı, Türklerle Müslümanlar arasında ciddi bir yakınlaşma vesilesi ve Islamın Türkler
vasıtasıyla da yayılmasına yeni bir başlangıç olur.88
Dokuzuncu asırdan itibaren ise, Abbasi sarayı ve ordusunda Türk soylu asker ve
komutanlar görülmeye başlar. Dönemin Abbasi halifesi Mu'tasım Türk askerlerinin ahlak ve
seciyelerinin bozulmaması için onları Türkistan'dan özel olarak getirttiği Türk kızlarıyla
evlendirir ve onların mensup oldukları boylara göre de başlarına kendi soylarından
kumandanlar tayin eder. Böylece yüksek kumandanlık ve idarecilik mevkine gelen Türk
soylularının, yer yer halifeye bağlı müstakil devletler kurduğu görülür. Bu cümleden olarak
Mısır ve Suriye'deki Tolunoğullar. îhşidoğullan ve Azerbaycan yöresindeki Sacaoğulları bu
tür devletlerdir"
89
c. Türklerin Müslüman Oluşları
Bilindiği gibi Türkler, Gök Tanrı dininden itibaren dini hayatlarında;
tek Tanrı, öte dünya, Uçmag (cennet). Tamu (cehennem), kıyamet günü (ulug gün), hesap
verme, adalet... vb dini kavramları zaten kullanıyorlardı. Bu kavramlar, daha sonra Türklerin
islam olmalarından sonra da aynı muhteva içinde kullanılmaya devam edildiği görülüyordu.
Bu sebeple islamiyetin getirdiği bütün değerler, dini kavramlar tereddütsüz kabul edilip
kullanılıyordu. Orta Asya'da Türkler arasında islamiyetin münferiden yayılmaya başladığı ilk
dönemlerde Mengü Kağanın İslam Elçisine verdiği cevap ise, Türklerin islamiyet ile ilk
karşılaştıkları dönemlerdeki dini inançlarını tereddütsüz bir şekilde ortaya koyuyordu. Mengü
Kağan şöyle cevap veriyordu:
"-Biz tek bir Tanrı 'ya inanır ve taparız. Onun emri ile yaşar ve ölürüz. Dünya ahirette
mücazat ve mükafat da Ona aittir. Tanrı, görünen ve görünmeyen her şeyin halikidir. Allah
sizlere kitaplar gönderdi; ama siz onların yazdıklarını tutmazsınız. Bize de gaib 'i bildiren
Kain'lar verdi; onların dediklerini yapar ve huzur içinde yaşarız. "90
sözleri, Türklerin islam öncesinde de tek Tanrı inancını ortaya koyuyordu. İşte bu inanç
sistemi içinde Türklerin İslamiyeti kabulleri de kolay oluyordu. Bu cümleden olarak Türkler
arasında Hz. Muhammed döneminden itibaren bir İslamlaşma hareketinin başlayıp, onuncu
asırda da kitleler halindeki îslamlaşmanın tamamlanmış olduğu görülüyordu. Bu husus
destanlarımız ve tarihi verilerimizde açık bir şekilde anlatılıyordu.
4. 1. Destanlar ve Menakibnamelerimizde Türklerin İslamlaşma Hareketi
Bilindiği gibi Türkler, göçebe hayatlarının icabı olarak Müslüman olmadan önce, muhtelif
medeniyet zümrelerine sahip oldukları gibi çeşitli itikat sistemlerini de benimsemişlerdir.
Türkler, bu dönemlerinde de tek Tanrı inancına, sahip bulunuyorlardı.
Ayrıca olağanüstü halleri ve manevî üstünlüğe sahip mutasavvıf-velî kişilerin kerametlerine
de inandıkları ve onlara karşı da büyük bir saygı duydukları bilinmekteydi. İşte bu inanç
çerçevesinde Türklerin islam oncesi ve islamî dönemi destanları ve kaynak eserlerinde dinî-
tasavvufî düşüncenin oluşmaya başladığı da görülmekteydi. Şöyle ki;
4.1.1. Oğuz Kağan Destanı: Oğuz Kağan Destanı 'nin islamî şekli diye isimlendirilen bu
yeni versiyonda konumuz itibariyle mühim olan nokta şudur:
islamî şekilde Türk milletinin en eski atasının adı, doğrudan doğruya Türk'tür. Nuh
Peygamberin birinci torunu olan Türk, babası Yafes'm ölü-münden sonra Işık ööl civarında
yerleşmiş; ilk çadırı o yapmış; Türklerin tarihi onunla başlamıştır.
90
4. 1. 2. Satuk Buğra Han Destanı: Türler arasında, Miladî 9-10. asırlarda söylendiği
anlaşılan Satuk Buğra Han Destanında; Karahanlıların ilk Müslüman Büyük Türk Hakanlığı
olma şerefi şöyle anlatılmaktadır:
Hz. Muhammed, kanatlı Burak sıronda göklere yükseldiği Miraç gecesinde gök katlarında
eski ve ünlü peygamberleri görmüştü. Bunlar arasında tanıyamadığı bir zati Cebrail'e
göstermiş, onun hangi peygamber olduğunu sormuştu. Cebrail:
"- Bu peygamber değildir. Bu, sizin ahirete intikalinizden 333 yıl sonra dünyaya inecek bir
ruhtur; Türkistan'da sizin dininizi yayacak bu ruh, Abdülkerim Satuk Buğra Hanın ruhudur."
cevabını vermişti.
Hz. Muhammed buna çok sevindi. Yere döndükten sonra her gün, dinini Türk ülkelerine
yayacak bu insan için dualar etti. Dünyaya peygamber zamanında gelip onunla görüşmek
saadetine ermiş arkadaşları(sahabesi) islam nürunu Türkistan'da yankılandıracak bu mutlu
ruhu gözleriyle görmek istediler. Hz. Muhammed, onların niyazlarını kabul etti, dua etti.
Hemen, başlarında Türk baslıkları bulunan, silahlı, kırk atlı selam vererek yaklaştı. Bunlar
Satuk Buğra Hanın ve arkadaşlarının ruhları idi.
(Bu olaydan üç asır sonra) Satuk Buğra Han, Kaşgar Sultaninin oğlu olarak dünyaya geldi.
Doğduğu gün yer deprenmiş; dağ yamaçlarındaki kaynaklar kaybolmuş; mevsim kış olduğu
halde bahçeler, çayırlar çiçeklerle örtülmüştü. Falcılar, bu çocuğun büyüyünce Müslüman
olacağını söylemişlerdi. Bu sebepten onu öldürmek istediler. Fakat annesi;
"- Onu Müslüman olduğu zaman öldürürsünüz.^ diyerek çocuğunu bu ölümden kurtardı...."
Sonra Satuk Buğra Han bir gece rüyasında gökten bir adamın indiğini ve kendisine Türkçe
olarak;
"- Müslüman ol, dünya ahiretini kurtar.." dediğini görür; uyanır ve Müslüman olur.92
4.1.3. Ahmed Yesevi Menkabesi: Bir gaza gününde Hz. Muhammed'm ashabı aç kalmış,
peygamberden yiyecek istemişlerdi. Allah'ın Resulü dua etmiş ve Cebrail, onlara cennetten
hurma getirmişti. Hurmaları yerlerken bir tanesi yere düşmüş, Cebrail de;
"- Bu hurma, sizin Türkistanlı ümmetinizden Ahmed Yesevi'nin kısmetidir. " haberini
vermişti.
Hz. Muhammed, hemen Arslan Babayı çağırmış, hurmayı ona vermiş ve:
"- Benden sonra Ahmed adlı bir çocuk doğacak. O, ümmetimin seçkin-lerindendir; git onu
bul ve bu hurmayı ona ver,." buyurmuştur.
Yine peygamberin duasıyla Arslan Baba asırlarca yaşamış, bütün dünyayı aramış, sonunda
Türkistan'a gelerek yetim Ahmed'i bulmuştu. Bu sırada Ahmed, Yesi'de mektebe gidiyordu.
Arslan Baba çocuğa selam verdi çocuk selamı alırken;
"- Ey Baba! emanetiniz hani?" diye sordu. Arslan Baba bu beklemediği sorudan şaşırdı:
"- Ey velî! Sen bunu nereden biliyorsun?" diye hayretle sordu. Çocuk;
"- Allah bana bildirdi!" cevabını verdi. Sonra adını sordu, Ahmed olduğunu anladı ve
emaneti sahibine teslim etti.'Arslan Baba, hem onun mürşidi oldu, hem de onun eğitim ve
öğretimi ile meşgul oldu.93
Burada görülen şudur ki Türkler, islamî dönem destanlarımızda ve menkubelerimizde
İslamiyeti birinci el, Hz. Muhammed'den almışlardır.
4.2. Tarihi Verilerde Türklerin Müslüman Oluşları
Türk toplumu başlangıçta çeşitli itikadı sistemlerin içine kısmen girmişti. Yukarıda da
bahsettiğimiz gibi Türkler arasında; Budizm, Maniheizm, Şamanizm vb. değişik inanç
mensuplarına rastlanıyordu.94
Hatta Bizans ordularında, az sayıda Hristiyan Türklerin bulunduğunu. Oğuz Türkleri
arasında bir ara Hristiyanlığın çok kısa ve sınırlı bir zaman dilimi içinde yayılımına istidadı
gösterdiğini, fakat yayılamadığını; Teshir ve Gürhan Nehri havzasındaki Türklerden Zerdüşt
mezhebini kabul edenlerin bulunduğunu;95 Hazarların Musevî olduğunu, Hazarlar ile coğrafi
münasebetleri bulunan Kıpçaklar ve Oğuzlarda Turanî tesirlerin görüldüğünü biliyoruz.96
Yedinci asırda islamiyetin Arap yarımadasında Hz. Muhammed tarafından yayılmaya
başlaması Türkler tarafından büyük bir özlemle takip ediliyordu. Ancak Türklerin islamiyetle
vicahen karşılaşmaları ikinci Halife Hz. Ömer (634-644) zamanında yapılan fetihlerle
olmuştur.
Bilindiği gibi Türkler, başlangıçtan beri tek Tanrı inancına sahip bulunuyorlardı. Bu
bakımdan onların Müslüman olmaları da kolay oldu. Türklerin yedinci asırdan onuncu asra
kadar münferiden, onuncu asırda da kitleler halinde Müslüman oldukları görülüyordu.97 İşte
Türklerde görülen bu münferit ve kitle halindeki Islamlaşma hareketini kısa anekdotlarla
vermeye çalışalım:
4. 2. 1. Türklerin Münferit Olarak Müslüman Oluşları
Yedinci asır, Türklerle Müslüman Araplar arasında temas ve çatışmaların başladığı bir
dönemdir. Aynı dönemlerde Türkler arasında münferit îs-lamlaşma hareketlerinin başladığı
görülür. Ancak Müslüman Arapların fetihler sebebiyle ilerleyişleri ve bulundukları bölgelerde
yeni Müslümanlara gereği gibi sevgi, hoşgörü ve adil davranamamaları görülür. Ayrıca Emevi
yönetiminin de aşın Arapçıhk taassubu içinde bulunmaları sebebiyle yeni Müslümanlar
fazlasıyla rahatsız olur ve izzeti nefisleri de rencide olur. İşte bu durumlar sebebiyle de bu
bölgelerde yeni Müslümanlarla Emevi yöneticiler arasında karşılıklı bir karşı akımın
gelişmesi görülmeye başlar.
Türklerin münferit islamlaşma hareketinin başlaması, hilafetin Abbasilere geçtiği
dönemden itibaren hızlı bir şekilde görülür. Zira bu dönemde Arap olmayan Müslümanlara
karşı da bir yakın ilgi artar, Müslümanlar arasında daha adil ve uyumlu bir devre başlar.
Ayrıca hilafetin Abbasilere geç-mesi esnasında ve sonrası dönemlerde Müslüman Türklerin
fiilen Abbasilerin yanında yer aldıkları da görülür.
Ayrıca 751'de Talaş Savaşı'nda. Türklerin Çinlilere karşı; Müslümanlar tarafını tutmaları ve
bu sebeple Çinlilerin mağlup olmalarında da Türklerin yardımlarının büyük olduğu görülür.
Bu yardımlaşma dolayısıyla Türklerle Müslümanlar arasında bir yakınlaşma ve islamın
Türkler arasında münferiden de olsa yayılmasına bir vesile olur ki böylece Türkler arasında
bir islamlaşma hareketi de başlamış olur.
Halife'nin İslama davet mektuplarına; Maveraü'n nehir, Merv, Kaşgar, Aksu, însicab,
Semerkant, Taşkent, Fergana, Buhara vb. sınır bölgeleri ve mahalli idareleri tarafından da
olumlu cevaplar alınır98 ve münferit islamlaşma hareketi onuncu yüzyıla kadar da devam
eder.
Türkler, bir yandan da Bizanslılara karşı Anadolu'daki uç boyları olan Erzurum ve Malatya
"dan Tarsus 'a kadar çekilen hat üzerine yerleştirilirler. Bu da gösteriyor ki Anadolu'nun da
kapıları ilk günlerden itibaren Türklere açılmaya başlar ki, Alparslan da 1071 de Anadolu'nun
Türkler adına tapusunu alır.
4. 2. 2. Türklerin Kitleler Halinde Müslüman Oluşları
Türkler arasında kitle halinde ilk Müslüman olanlar, Volga Kazan havalisindeki îtil
Bulgarları 'dır. Tuna Bulgarlarının Hristiyanlığı, Hazar Haninin Museviliği, Uygur Haninin
Mani dinini kabul ettiği sıralarda Büyük Bulgarların Hanı da Müslümanlığı kabul eder ve
topyekün Müslümanlığa girerler.
ikinci ve büyük hadise; Karahanlı Hanı Satuk Buğra Hanın 920'de Müslüman olması ve
bütün teb'asının islamiyeti seçmesidir. Türkler arasında, Satuk Buğra Hanın rüyası ile
menkabeleşen bu olayla Karahanlılar ilk Müslüman Türk Hakanlığı olma şerefini kazanırlar.
Büyük Türk kitleleri bu arada Karluk boyu Müslümanlığa girer.
93
960'larda ise üçüncü büyük hadise gerçekleşir ve Oğuzlar Müslüman olurlar. Tarihler, iki
yüz bin çadır balkının toptan Müslümanlığa geçtiğini kaydeder.
Onuncu asrın sonlarına yaklaşıldığında, Türk boylarının yurtlarının hemen tamamına yakını
Müslüman olmuş bulunuyorlardı.99
Netice: Türklerin Müslümanlığa geçişleri; yedinci asrın başlarından itibaren münferiden
başlar ve kitle halinde de onuncu asırda gerçekleşir. Demek oluyor ki Türkler, onuncu asırda
Orta Asya'da hiçbir zorlama olmaksızın kendi seçimleriyle kitleler halinde islam'a
geçmişlerdir.
Türklerin İslama geçişi Türk tarihi açısından olduğu kadar, dünya tarihi açısından da
oldukça önemlidir. Bir Ermeni tarihçi;
"- Dünya, Türkleri taşımaya kafi gelmiyordu." derken, başka meşhur bir tarihçi olan
Karabacek de bu konuda Türkleri kastederek;
"- Dünya tarihinde Türklüğün İslama intisabı kadar başta önemsiz görünen, fakat sonunda
büyük tesiri olan başka bir hadise gösterilemez. Bu öyle bir tarihi olayın başlangıcı idi ki,
Arap Cihan devletini kökünden sarstı ve sonunda Doğu Halifeliğinin muhteşem binası yıkıldı
"100 demektedir.
Türklerin İslama geçişlerindeki önemli faktörlerden biri de uluhiyyet anlayışındaki
yakınlıktır. Bilindiği gibi her dinin esası, bu konudaki inancıdır. Türklerin ilk dönemlerden
beri tek Tanrı inancı'na sahip oldukları bilinmektedir. Bu konuyu pekçok tariçi kaydettiği gibi
bir Süryani tarihçi de;
"- Türkler daima tek bir Tanrı 'ya inanıyor ve Arapların da aynı Allah'a inanmaları onların
dini'ni kabule sebep oluyordu." demektedir.
Türklerin, Islamın tevhid inancına koşmaları, bir akide değiştirmeden çok, inançların
temizlenme, yükselme, derinleşme, aydınlanma, birlik ve beraberliğe ulaşma, sevgi ve
hoşgörü sahibi olma niteliğini taşımaktadır.
Bilindiği gibi Türkler, mizaçları itibariyle kendilerine uygun olmayan hiçbir unsuru kabul
etmezler. Bu cümleden olarak Türklerin, daha önce, bazı doğu dinlerinin de kendi tabiatlarına
uymadığı, kendilerini uyuşukluğa sevkettiği gerekçesiyle reddettikleri bilinmektedirler. Hatta
Gök-Türk Hakanı Tapu Han, Buda dinine girmesine rağmen, ona kendi halkı bile itibar etme-
yince Buda dini de Türkler arasında fazla yayılamamıştır. Çünkü Türk boyları bütün
yaşayışlarında hareketli, hayatı tanzimde sade ve aksiyona yönelik tabiatlıdır. Tarihi
birikimleri, islamiyetin kabulü ile çok derin ve zengin ufukları kazanmış; yeni bir enerji
patlaması gibi tesir etmiştir. Türklerin islamiyete geçişleri ile beraber Türk tarihinde daha
geniş bir aksiyon, şevk ve hareket başlamıştır.
94
Türklerin İslama geçişlerinden sonra devlet yönetimi bakımından temel ölçülerden biri de
adalet olmuştur. Yani hakimiyetin kaynağı ve meşruiyeti, adalet fikrine dayandırılmıştır.
Adalet fikrinin kaynağı ilahi, ölçüleri ise islamî'dir. "Adalet mülkün temelidir." sözü bu
anlayışın ifadesidir ve mülk, devleti, hakimiyet hakkını ifade eder. Adaletin karşıtı ise
zulum'dar. Millî kültürümüzde;
" -Bir memleket küfr île yaşar, fakat zulüm île durmaz." sözü bir darb-ı mesel olmuştur ki,
bu anlayışın, üstün bir hukuk şuurunu getireceği tabiîdir. Nitekim Hz. Ömer'in;
"- Ben Allah'ın ve Resulü'nün yolundan saparsam ne yaparsınız? " sorusuna cemeatin,
"- Seni kılıçlarımızla doğrulturuz." cevabı, bu yüksek hassasiyeti dile getirmektedir. Bu
şuur, özellikle Osmanlılar döneminde, şeyhülislamlık şeklinde kurumlaşacak ve harp
kararlarında bile fetva almak gibi henüz asrımızın bile ulaşamadığı bir seviye kazanacaktır.
islamiyet ile Türk kültüründeki dinî telakki ve kavramların kolay intibakını, daha birçok
noktada görmek mümkündür. Bu cümleden olarak islam öncesi Türklerin inancındaki;
Kam'ların yerini İslam velîleri, dervişler alır;
halk ozanlarının yerini atalar, babalar alır; güç ve kahramanlığı temsil eden Alpler, Alperenler
olur ve bu muhteva kazanmada; ruh, ölüm, ahiret, cennet, cehennem inançları da aynen
devam eder. Bu kavramlar daha da zenginleşir. berraklaşır; Tanrı, uçmag, tamu,
yükünç(namaz.), yazukÇgünalı), yek(şeytSin) vb. dinî kavramlar peşpeşe kullanılmaya devam
eder. Böylece Müslümanlık Türk boyları arasında millî şuur ve birliğin gelişmesinde en
büyük etken ve giderek de milliyet şuurunun gelişmesinin de adeta tek ölçüsü olma haline
dönüşür.101
Bu inanç ve duygularla Türkler, Islamiyeti kabul eder, yaşar, yaşatırlar. Hiçbir zaman
taassuba kaçmazlar, İslam'ın kelime manasındaki teslimiyet île herkes;
"-Allah'a, peygambere, vatanına, milletine, bayrağına, kanunlarına, ailesine vb. 'lerine
teslimiyet'i" anlar.
Türklerin anladığı islamiyet, Kur'an-ı Kerim'in dinî ve bilimsel yönüyle ifade ettiği
İslamiyet'tir. Bunda; hurafe, taassub, gericilik, tembellik, miskinlik, kavgalı olma, karşı
gelme, bilimsizlik, gayri ahlakîlik. İslam dümanlığı, zulüm, iftira, yalancılık, vefasızlık,
saygısızlık, çeşitli iftira ve yalanlarla bazı masum kişileri yoketme senaryoları hazırlamalar
vb. asla bulunmaz. Burada ancak; adalet, saygı, sevgi, hoşgörü, yarınını bugünden daha
ileriye götürecek kendi toplumunu çağın üstüne taşıyacak ve bütün insanlığın yararına olan
bilimsel araştırmalar yaparak bu uğurda yükselme bilinci vermek, devletin
95
ve milletin bölünmeme, bütünlüğünü sağlayıcı çalışmalar yapmak, devletin teb'ası île, teb'anın
da devleti ile uyum içinde olmalarını temin etmek, birlik ve beraberlik içinde mutlu bir dünya
yaratmak vb. mutlak, güzel ve başarılı hasletler vardır.
B. Orta Asya Türk Edebiyatına Kısa Bir Bakış
a. Genel Özellikler
8. yüzyıldan itibaren artarak Türkler arasında yayılan Müslümanlık Satuk Buğra Han
zamanında devlet dini haline geldi, kısa sürede bütün Türkler bu yeni dini seçti. 10. yüzyılın
sonlarına gelindiğinde Tarım havzasındaki Türklerle îrüş'in ötesindeki Türkler dışında bütün
Türkler islamiyeti seçtiler.
Yeni din ile birlikte haliyle yeni bir medeniyet seçilmiş oldu. Uygur yazısı daha uzun bir
süre Türklerin yazısı olarak devam etmekle birlikte Arap harfleri de onun yanında yerini aldı.
islam dinine ait kavramlar Türk diline ve dille birlikte düşünce ve edebiyat hayatına girmeye
başladı.
Karahanlıların, Samanîlerin merkezi Buhara'yı almalarından sonra Horasan ve
Maveraünnehir'deki Semerkant, Buhara, Nişabur gibi Müslüman kültür merkezleriyle
doğrudan temasa geçtiler. Bu yüzyıllarda artık bir Müslüman Türk edebiyatı da doğmuş oldu.
Muhtemelen de Divanü Lügati't-Türk’teki tarihi bilinmeyen şiirlerden bazıları da bu dönem
edebiyatının ilk örneklerini oluşturdu.
Karahanlılar dönemi Türk edebiyatının ilk büyük eseri 1069'da yazılan Kutadgu Bilig'dir.
12. yüzyılın başlarında yazıldığı tahmin edilen Atabetü 'l-Hakayık, bu edebiyatın diğer bir
önemli ürünüdür. 1166'da vefat eden Ahmed Yesevî'nin hikmetleri de Karahanlı Türk
Edebiyatı ürünlerinden sayılması gerekir. Karahanlı dönemine ait Kur'an tercümesi ile birkaç
tarla satış senedi, edebî eser olarak değil, dil metni olarak önem taşır.
10. yüzyıldan başlayarak Türk varlığının etkisini gittikçe artırdığı bir bölge olan Harezm
sahası 13. yüzyılda siyasi olduğu kadar bir kültür ve ekonomi merkezi halini aldı. Oğuz,
Kaşgar, Kıpçak ve Kanglı gibi Türk şivelerinin birbirlerini etkilemeleri sonucunda Harezm
Türkçesi oluştu. Bu şivenin en ünlü ürünü Kutub'un Tini Bek Han ve Karışı Melike Hatun
adına, Nizamî'nin aynı adı taşıyan kitabından 1341 yılında Türkçeye çevirdiği Hüsrev ü Şîrîn
adlı eseridir. Bu eserin dil özellikleri, fiil çekim biçimi ile Çağatay Türkçesine yaklaşmakla
ses özellikleri ve kelime hazinesi bakımından da Kıpçak şivesi nitelikleri göstermektedir.
Harezm-Alünordu Türkçesinde yazılan eserlerden bir diğer önemli olanı da Mahmud bin
Ali e's-Sarayî tarafından yazıldığı kabul edilen Nehcü'l-Feradis (Uştmahlaming Açuk Yoli -
Uçmakların 'Cennetlerin' Açık Yolu) adlı eserdir. 14. yüzyıl Harezm Türkçesiyle yazılan bu
eserde birer edebî
96
dil özelliği kazanan Kaşgar, Kıpçak, Oğuz şivelerinin çeşitli dil unsurları ve kelime serveti
görülmektedir.
Harezm-Altmordu Türkçesinin karma dili ile yazılan ve içinde Kaşgar şivesi etkilerini diğer
eserlere göre daha az bulunduran eser Muhabbet-name'du. Yazannın adı bilinmemekle birlikte
yazıldığı yer Sir (Seyhun), yazılış tarihi 754 (M. 1352)'tür. Eserde devrinin diğer kitaplarında
olduğu gibi Kaşgar, Kıpçak ve Oğuz gibi Türk şivelerinden geçen unsurlar göze
çarpmaktadır.
14. yüzyıl Harezm Türkçesinde yazılmış eserlerden Muînü'l-Münd de Nehcü'l-Feradis gibi
dil incelemesi bakımından önem taşıyan bir eserdir. Eser İslam veya Şeyh Şerif adlı biri
tarafindan kaleme alınmıştır.
Uygur, Kaşgar gibi değişik Türk şiveleri içinde değerlendirilen Rabguzî'nin Kısasü'l-
Enbiyası bu yüzyılın diğer önemli bir eseridir. Eser kendi çağının edebî ölçüleri içinde
oldukça sanatlı bir nesirle yazılmış, yeri geldikçe Türkçe-Arapça karışık olmak üzere çeşitli
şiirlere yer verilmiştir. Eser Müslümanlığı yeni kabul etmiş kitlelerin birtakım dinî
ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla Türkçe olarak yazılmıştır.
Harezm sahasında müşterek Orta Asya edebî Türkçesinin bir başka ürünü Mirac-name'du.
Uygur harfleriyle Nehcü'l-Feradis adlı eserden tercüme edilen bu eserin mütercimim
bilmiyoruz. Malik Bahşî adlı biri tarafindan Herat'ta 1436 yılında istinsah edilen bir nüshası
bulunmaktadır. Eser, bildiğimiz Nehcü'l-Feradis'{.e, Miraç bahsi olmadığına göre herhalde
aynı adı taşıyan bir başka eserden tercüme edilmiş olmalıdır.
13. yüzyılın ilk yarısında Suriye ve Mısır'da hüküm süren Eyyübîler siyasî varlıklarını
sürdürebilmek için Karadeniz'in kuzeyinde yaşayan Kıpçakların bir kısmını göçmen olarak
ülkelerine yerleştirmiş, bu göçmen nüfus kısa sürede Suriye ve Mısır'da hakim duruma
geçmiştir. Bir kültür hayatı başlamıştır. Ancak Memlük Kıpçakçası metinleri dil bakımından
bir bütünlük göstermez.
Türk-Kölemen (Memlük) döneminde gerek tercüme ve gerekse telif olarak yazılmış dil,
din, edebiyat, askerlik-spor (atçılık, binicilik) gibi alanlarda pek çok eser vardır: Tercüman
Türkçe ve Arabi (Yazarı belirsiz), Kitabü'l-îdrak li-Lisani'-İdrak (Ebü Hayyan Muhammed
bin Gamati), Kitabu Bulgati'l-Müştakfî'l-Lügati't-Türk ve'l-Kıpçak (CemSle'd-dîn Ebü
Muhammed Abdullah et-Türkî), Kitabu't-Tuhfetiz-Zekiyyefî'l-Lügati'-Türkiyy'e (Yazarı
belirsiz), Eş-Süzürü'z-Zehebiyye ve'l-Kıt'a el-Ahmediyye fi'l-Lugati't-Türkiyye (Molla Salih),
Kitdbü'l-Fıkh (Tercüme), Kitabu Mukaddimati Ebî Leyse 's-Semerkandî (Tercüme) ve
benzerleri arasında en dikkati çeken Seyf-i Sarayî'nin Kitab Gülistan bi't-Türkî adlı eseridir.
Gülistan tercümelerinin en
97
eskisi olan bu eserin yazıhş tarihi 793 (M. 1391)tür. Kıpçak Türkçesi özelliklerini en iyi
koruyabilmiş ender eserlerden biridir.
Kıpçak dili ve edebiyatının ele geçebilen eserleri arasında en önemlisi Codex Cumanicus
adını taşımaktadır. 11. yüzyılda Doğu Avrupa bozkırlarını yurt tutan ve Hristiyanlaşan Kıpçak
Türklerine aittir. Eser, Kıpçakça-Almanca, Kıpçakça-Latince olarak düzenlenmiş ve
Kıpçakçayı karakterize etmesi bakımından önemlidir.
Başlangıçta Çağatay ismi, Çağatay Hanın sülalesine ve bu sülale tara-fından kurulan
devlete verildiği halde, daha sonra bu isim Maveraünnelur'deki Türk ve Türkleşmiş
göçebe unsurlara, nihayet Tünurlu-lar zamanında inkişaf eden edebî Türk lehçesi ile bu
lehçede meydana getiren Orta Asya Türk edebiyatına verilmiştir.
15. yüzyılın ikinci yarısında Ali Şîr Nevaî ile bu edebî lehçe klasik bir edebiyat halini
almış, Babur ve Babur'dan sonra Hindistan'da varlığını uzun bir süre devam ettirmiştir.
Çağatay kültürüne varis olan Özbekler bu edebî geleneği sürdürürler, ancak Özbek karakteri
de vermeği ihmal etmezler. Böylece yavaş yavaş Çağatayca tabiri yerine Özbekçe tabiri
geçer.
Çağatay tabirini Çağatay sahasının dışındakiler kullanmışlardır. Çağatay şairleri de eski
geleneğe bağlı kalarak Çağatay tili yerine Türkî dili, Türkî tabirlerini kullanmışlardır. Nevaî
bazı eserlerinde Türkî dili tabirini kullanmıştır. Sekkakî, Haydar Tilbe, Mevlana Lutfı, Yusuf
Emîrî, Seydî Amed Mirza, Geda'î, Ata'î, Ahmedî, Yakînî bu sahada bu yüzyılın önemli
isimlerini oluşturmakla birlikte en önemli şahsiyeti Ali Şir Nevaî'dir. Ali Şir Nevaî'den sonra
Hüseyn-i Baykara ve Hanıidî gelmektedir.
Ali Şîr Nevaî öncesi Çağatay edebiyatı bir emekleme dönemi yaşamıştır. Bu dönem şiirleri
klasik divan şiirinin ilk örneklerini oluşturur. Meydana getirilen divanlar, tertip bakımından
klasik devirdeki kadar gelişmiş değildir. Divanda yer alan şiirler genellikle münacat, na't,
kaside, gazel, muhanımes, tuyuğ ve müfredlerdir. Bazı divanlarda ise çoğu zaman gazel
tarzındaki şiirler yer alır. Kullanılan vezinler aruzun remel, hezec ve rezec bahirlerinin yaygın
olan ölçüleridir.
16. yüzyıla gelindiğinde klasik Çağatay edebiyatı Şeybanîler tarafın-dan Orta Asya'da,
Babur ile de Hindistan'da olmak üzere iki sahada devam etmiştir.
Babur'un kardeşlerinden Şeyban'a mensup prensler 16. yüzyılın başlarında Harezm ve
Maveraünnehr'i daha sonra da Horasan'ı ele geçirip Timurlular hakimiyetine son verdiler.
Buralar tekrar eski önenüni kazanarak devrin ilim ve sanat adamlarının merkezi halini aldı.
Çağatay dili ve edebiyatı devam ettirildi.
98
Hindistan'da Babur'la devam ettirilen Çağatay dili ve edebiyatı Babur'dan sonra Kamran
Mirza, Bayram Han gibi önemli şairlerle 17. yüzyıla kadar devam ettirildi.
Klasik Çağatay şiirini devam ettiren başlıca şairler şunlardır: Şeybanî Han, Ubeydu'llah
Han, Muhammed Salih, Babur, Kamran Mîrza ve Bayram Han.
17. yüzyılda Orta Asya'da daha önce başlayan parçalanmalar giderek artar ve yaygınlaşır.
Siyasî parçalanmaların yanısıra iktisadî ve ticarî açıdan da bir yıkım başlar. Böylece Rusların
kolayca yayılmalarının zemini hazırlanmış olur.
Bu sırada Nakşibendîlik bütün Orta Asya zümrelerine hakimdir. Burhaneddin Kıhçoğullan,
Zengî Ata ve Seyyid Ata mensupları da Nakşibendîlik içinde toplanırlar. Şeyhlerin artan
güçleri hanların parçalanıp küçük şehir beğliklerinin doğmasında kullanılır.
Bu yüzyılda edebiyatın her dalında bir gelişme görülür. İran'da doğup Hindistan-Türk
imparatorluğu sarayında gelişen Sebk-i Hindi (Hind yolu, Hind tarzı, Hind üslubu) üslubu
bütünüyle Türk edebiyatını etkisi altına almaya başladı. Bu üslubu kullanıp geliştiren iranlı
şairlerin hemen hemen hepsi Türk asıllıdır: Tebrizli Saib, Buharalı Şevket gibi. Yine bu
yüzyılda tasavvuf sosyal hayatta olduğu kadar edebiyatta da umumî bir hal halini almıştır.
18. yüzyıl Türk dünyasının küçük emirliklere dönüştüğü ve büyük ölçüde Rus-Çin
hakimiyetine girmeye başladığı bir zamandır. Siyasî yapıdaki bu çöküntüden edebiyat pek
etkilenmemiştir. 18. yüzyıl edebiyatı genel olarak 17. yüzyılın devamı olarak gelişmesini
sürdürür.
19. yüzyıla Orta Asya Türk dünyası iyice parçalanmış, siyasî kimliği silinmiş olarak
girmiştir. Hanlıklar beğliklere, onlar da yer yer kasaba hakim-liklerine dönüşmüştür. Bazı
göçebe Türkler de siyasî hakimiyet tanımadan bozkırlara yayılmışlardır. Bu dağınıklık öteden
beri Türk dünyasını işgal amacı taşıyan Rusların işini kolaylaştırmıştır. Siyasî anlamda bir
Rus işgalinin yanında kültürel açıdan da-bir Rus yayılmacılığı başladı. Bu yayılmacılık Türk
dünyasında bir şuur uyanışına da sebep olur. Medrese ve tarikatler en büyük direniş ve millî
şuur merkezleri durumuna gelir. Medrese ve tarikatler büyük ölçüde amaçlarına da ulaştılar.
Millî şuuru uyanık tutmada etkili diğer bir zümre de şairlerdir. Tarihî olaylar ve kahramanlar
hakkında şiirler yazan bu coşkun insanlar her türlü toplantılar ve çayhanelerde destan okuyup
dombaralarını çalarak halkın iradesini uyanık tutmaya çalışıyorlardı.
Bu yüzyılın sonlarına doğru Türk dünyasını Kırım, Kazan ve Azerbaycan'da başlayan
Ceditcilik hareketi sarmaya başlar. Orta Asya Türk aydını Ceditçiler ve Koruyucular olmak
üzere ikiye bölünürler.
99
20. yüzyıl başlarında Osmanh İmparatorluğu dışındaki, Türklüğün merkezlerinden biri de
Baku* dür. Rusya'nın 1904'teki Rus-Japon savaşındaki yenilgisi, 1905 Rus inkılabı, iran ve
Türkiye' deki değişiklikler, Azerbaycan'ın sosyal ve kültürel hayatını etkilemişti. Çarlık
Rusyasının zulümleri, halkın cehaleti dönemin diğer sorunları arasındaydı.
Böyle bir zeminde ortaya çıkan Rus inkılabı. Orta Asya Türklerine yeni haklar sağladı.
Edebî hayat, kalem sahiplerinin millete hizmet etme idealinin de yardımıyla yeni bir boyut
kazandı. 1920 den sonra fazıl emperyalizm baskısı altına giren Orta Asya edebiyatı idealini
kaybetti ve sanatçıların bir devlet memuruna dönüştürüldüğü bunalım devrine girdi.
Çarlık Rusya' sinin Orta Asya Türklerini Ruslaştırma siyasetine karşı millî ve dinî
duyguları başarılı bir şekilde yürüten yayın organları ve çevresindeki yazarlar, iki dünyanın,
iki çağın ve iki neslin temsil ettiği ahlakî değerleri, kutupları, edebi hayatı sürdürüyordu.
Dönemin şartları, coğrafi mekan, devlet rejimi bu edebi hayatın dinî ve tasavvuf? konulara
değinmesini güçleştirmiştir. Tamamıyla dinî ve tasavvuf? anlayışı savunan şair ve yazarlar
olmamakla birlikte, eserlerinde -değişik yaklaşımlarla- dinî-tasavvufî konulara değinen
yazarlar ve şairler mevcuttur.
20. yüzyıl Orta Asya Türkleri edebiyatında büyük ölçüde ideolojinin hakim olduğu bir
dönem olmuştur.
b. Belli Başlı Şahsiyetlerden Örnekler
1. KAŞGARLI MAHMUT
Kaşgarlı Mahmut eserinde babasının adinin Hüseyin, büyük babasının da Mehmet
olduğunu belirtir. Babası Işık gölü kıyısında bulunan Barsgan'dan olan Mahmut, Kaşgar
doğumludur. Eserini İrak'ta yazdığına bakanlar onun Irak'a yerleştiği tahmininde bulunurlar.
Türkçeyi ve Türkçenin diğer şubelerini iyi bilen Mahmut, Arapçayı da çok iyi derecede
bilmektedir. Bu bakımdan iyi bir eğitim almış, Türkçe şuuruna sahip alim; iyi silah
kullandığını belirttiğine göre de askerî bir kişiliğe sahiptir.
Kaşgarlı Mahmut, Türk illerini, obalarını ve bozkırlarını birer birer dolaşmış, Türk dili ve
kültürüne ait ne bulmuşsa toplayıp bunları titiz bir elemeden geçirerek yazıya geçirmiştir.
Kaşgarlı Mahmut, Türk dili, Türk tarihi, Türk coğrafyası, Türk kültürü kısacası Türklükle
ilgili her konuda bir hazine değerindeki eseri Dîvanü Lugati't-Türk'ü H. 464/M. 1072 yılında
yazmaya başlamış iki sene üzerinde çalıştıktan sonra H. 466/M. 1074'te tamamlamıştır. Eser
Bağdat'ta yazılmış olup Halife Ebu'l-Kasım Abdullah bin Muhammedü'l-Muktedî bi-
Emrillah'a
100
takdim edilmiştir.103 Eser Türk dilinin Arap diliyle atbaşı yürüdüğünü isbat ve Araplara
Türkçe öğretmek gayesiyle yazılmıştır. Kaşgarlı bu eserden başka Kitabu Cevahirü'n-Nahvi
Lügati't-Türkî adıyla bir gramer kitabı daha yazmışsa da ne yazık ki bu eser bugüne kadar
elimize geçmemiştir.
Bu eser sayesinde 11. yüzyıl ve öncesine ait pek çok ürün günümüze kadar gelmiş
bulunmaktadır.
Dîvanü Lugati't-Türk'ten
Alp: Yiğit. "Alp yağıda alçak çoğlda: Yiğit düşman karşısında, yumuşak huylu adam savaşta
belli olur. " Şu parçada dahi gelmiştir:
Alp Er Tonga öldi mü Isız ajun kaldı mu Ödlek öçin aldı mu Emdi yürek
yırtilur104
Türk: Tanrı yarlığayası Nuh'un oğlunun adıdır. Bu, Tanrı’nın Nuh oğlu Türk'ün oğullanna
verdiği bir addır. Nitekim Tanrı’nın "Hel ata ale'l-insani hîn mine'd-dehr" sözündeki insan
kelimesi Adem anlamına gelmiştir; burada yalnız, bir tek kişiyi bildirir. "Lekad halakne'l-
ins&ne fî ahseni takvim sümme radednahü esfele safilîn. île'llezîne amenü ve Ğmilu's-
salihati" ayetinde bulunan insan kelimesi çokluğu, yığını bildiren bir insandır. Çünkü
müfredden bir şey çıkarmak doğru olmaz, burada da öyledir Türk sözü, Nuh'un oğlunun adı
olduğunda bir tek kişiyi bildirir, oğullarının adı olduğunda "beşer" kelimesi gibi çokluk ve
yığını bildirir. Bu kelime müfred ve cemi yerinde kullanılır, nitekim Rum kelimesi Tanrı
yarlığayası îshak'ın oğlu lysu, lysu'nun oğlu Rum'un adıdır, oğulları da bu adla anılmıştır,
Türk kelimesi de böyledir. Biz "Ad olarak Türk adını ulu Tanrı vermiştir." dedik. Çünkü bize
Kaşgarlı Halef oğlu imam. Şeyh Hüseyn, ona da îbnü'l-Garkî denilen kimse, İbni Ebîe'd-
Dünya demekle tanınan E'ş-Şeyh Ebu Bekr el-Müfîd el-Cerceraiyyü 'nün ahir zaman üzerine
yazmış olduğu kita-bında Ulu Yalavac (Peygamber)a tanıkla varan bir hadisi yazmış; hadis
şöyledir: "Yüce Tanrı 'Benim bir ördüm vardır, ona Türk adı verdim, onları doğuda
yerleştirdim. Bir ulusa kızarsam Türkleri, o ulus üzerine musallat kılarım.' diyor." "işte bu,
Türkler için bütün insanlara karşı bir üstünlüktür. Çünkü, Tanrı onlara ad vermeyi kendi
üzerine almıştır: onları yeryüzünün en yüksek yerinde, havası en temiz ülkelerinde
yerleştirmiş ve onlara "kendi ördüm" demiştir. Bununla beraber Türklerde güzellik,
sevimlilik, edep, büyükleri ağırlamak, sözünü yerine smrmek. sadelik, öğünmemek, yiğitlik,
mertlik gibi öğülmeye deşer. sayısı: iyilikler görülmektedir. Nitekim şu parçada gelmiştir:
101
Kaçan korse anı Türk Budun anga amng aydaçı Munger tegir ulugiug Mundananı keslinür
"Onu Türk baylari görse, bu adam için büyüklük ve ululuk yaraşır ve ululuk bunda kesilir."
der.105
2. YUSUF HASHACİB
Hayatı hakkında bilgimiz hemen hemen yok denecek kadar azdır. Kendi adını yalnızca bir
yerde anar:
Ay Yusuf kerek sözni sözle koni Kereksiz sözüg sizle kılga kora106
(Ey Yusuf, gerekli ve doğru sözü söyle; gereksiz sözü gizle, onun zararı dokunur.) Onun
hayatı hakkında bildiklerimiz Kutadgu Bilig müstensihleri-nin bu eser mukaddimelerinde
verdikleri bilgilerden ibarettir. Bu kayıtlardan anlaşıldığına göre Yusuf Has Hacib,
Balasagun'da doğmuş, asil bir aileye mensuptur, ilmiyle, fazillederiyle, zühd ve takvasıyla
toplumda oldukça önemli bir yere sahipti. Eserine Balasagun'da başlamış daha sonra Kaşgar'a
giderek tamamlamış, Tavgaç Buğra Hanın huzurunda okumuştur. Hükümdar, şairin kalem
kudretini görüp takdir ederek ona has hacib unvanını vermiştir. Bu sebeple Yusuf Has Hacib
adını almıştır.
Yusuf Has Hacib, eserini 18 ayda, H. 462 (M. 1069/1070) tarihinde tamamlamıştır. Eserini
50 yaşlarında yazmaya başladığına göre M. 1019 yılla-nnda doğduğu tahmin edilir. Ölümü
hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz.
Kutadgu Bilig'deki kut (saadet, devlet, ikbal)'u temsil eden Ay Toldı ile ukuş (akıl)'u temsil
eden Ögdülmiş'in şahsında aslında şairin kendinİ tasvir ettiği düşünülmektedir. Buna göre
Yusuf Has Hacib, inanmış bir Müslümandır. Devrinin en geniş manada şair, alim ve
mütüfekkiridir.107
Kutadgu Bilig, isminden de anlaşılacağı gibi (kut-ad-gu bil-ig) insana iki dünyada da mutlu
olabileceği doğru yolu göstermek amacıyla yazılmıştır. îçe içe kavramlar olan insan, toplum,
devlet üçlüsünün birbirleriyle ilişkilerinde gerekli olan zihniyet, bilgi ve ne olduğu ve
bunların ne şekilde elde edileceği, nasıl kullanılacağı vb. hususlar üzerinde durmaktadır.
Bütün bunlar dört sembolik şahısla anlatılmaktadır. Eserde Kün Togdı adlı hükümdar
kanun ve adeleti. Ay Togdı adlı vezir saadeti. Ay Toldi'nın oğlu Ögdilmiş aklı ve ilmi,
Odgurmış adlı zahid ise hayatın sonunu simgelemektedir.
102
Eser mesnevinazım biçimiyle ve aruzun fa'ülün/fa'ülün/fa'ül kalıbıyla yazılmış olup 6645
beyitten ibarettir.
Kutadgu Bilig'in bu gün için bilinen üç nüshası vardır: Biri Viyana, biri Kahire biri de
Taridstam'ın Fersana şehir kitaplığında bulunmaktadır. Viyana nüshası Uygur harfli, diğerleri
ise Arap harfleriyle yazılmıştır.
Günümüz Tarifçesiyle bu eserden birkaç örnek vermeye çalışalım:
HÜKÜMDARIN AY TOLDrYA SORUŞU
Hükümdar tekrar dedi: "Sözün ne kadar taydaşı ve ne kadar zaran vardır; bana izah et."
AY TOLDPNIN HÜKÜMDARA CEVABI
Ay Toldı dedi: "Sözün faydası büyüktür; söz yerinde kullanılırsa kulu yükseltir.
Söz sayesinde kara yerdeki mavi göğe yükselir ve baş köşeye geçenlerden olur.
Eğer dil söz söylemesin! bilmezse, mavi gökte olanı yere indirir." HÜKÜMDARIN AY
TOLDPYA SORUŞU
Hükümdar yine dedi: "Söz ne zaman çok ve ne zaman az addedilir? Bunu da bana izah et."
AY TOLDPNIN HÜKÜMDARA CEVABI
Ay Toldı dedi: "Fazla söz, sormadan söylenip, insanı usandıran sözdür. Az söz ise, sorulduğu
zaman söylenen ve bir ihtiyacı karşılayan sözdür.
Dilini güzel sözle süsleyen ve onun yüzünü açan şair bu vadide şöyle bir söz söylemiştir:
Sözü güzel ve iyice düşünerek söyle; ancak sorulduğu zaman söyle ve kısa kes.
Çok dinle, fakat az konuş; sözü akıl ile söyle ve bilgi ile süsle." HÜKÜMDARIN AY
TOLDPYA SORUŞU
Hükümdar dedi: "Bu sözü de anladım; bir sorum daha var, onu da saklama söyle.
Sözün doğrusunu kimden dinlemeli ve sözü kime söylemeli; bunu bana anlat."
AY TOLDPNIN HÜKÜMDARA CEVABI
Ay Toldı dedi: "Sözü bilenden dinlemeli ve sonra bilmeyene söylemelidir.
Gerekli sözü büyüklerden dinlemeli ve ona göre hareket etmeleri için küçüklere
söylemelidir.
103
Çok dinlemeli, fakat sözü birer birer söylemeli; bilgili, hakîm bana böyle dedi.
Çok söylemekle insan alim olmaz; çok dinlemekle alim baş köşeyi bulur.
İnsan, dilsiz de olsa, bilgili olabilir; fakat sağır olursa, bilgiyi elde edemez."
3. EDiB AHMED YÜKNEKÎ
Hayatı, kişiliği ve çalışmaları hakkında geniş bilgiye sahip değiliz. Bildiklerimiz Eserinde
kendi anlattıklarıyla ve bu esere sonradan başkalarının yaptığı ilavelerle sınırlıdır. Bu
ilavelerde verilen bilgiler genellikle efsanevi bir özellik göstermektedir. Bu da Edip Ahmet'in
halk tarafindan çok yüceltildiğini ölümünden sonra da efsaneleştiğini göstermektedir.
Hakkında eksik ama en doğru bilgiyi yine kendisi vermekte ve eserinin bir yerinde şöyle
demektedir "Adım Edip Ahmet, sözüm edep ve doğruluktur. Bu kitabı ben gidince sözüm
kalsın diye yazdım. Bunu okursan bana dua etmeyi unutma!"
Edip Ahmet'in elimize geçmiş olan tek eseri Atabetü'l Hakayık'tır.
Atabetü'l Hakayık, hakikatlerin eşiği anlamına gelmektedir. 12. yüzyılda Türkistan'da
yazılmıştır.
Bu eser de Kutadgu Bilig gibi eğitici bir eserdir. Eserde dindarlığın faziletleri, ilmin önemi,
nefs terbiyesi, cömertlik, tevazu, kibir... gibi kavramlar üzerinde durulmuş okuyucu iyi ve
güzel olana teşvik edilmiştir.
Görülüyor ki, îslamiyetin Türkler tarafindan kabul edilmesinden sonra çok sayıda dini ve
ahlakî eser yazılmıştır. Kutadgu Bilig ve Atabetü'l Hakayık bu eserlerden yanlızca iki
tanesidir.
Karahanh Türkçesi (Doğu Türkçesi) île yazılmış olan Atabetü'l Hakayık 14 bölüm halinde
düzenlenmiştir; Eserin tamamı 484 mısra tutarındadır. Eserin nazım birimi dörtlüktür. Sadece
giriş bölümü beyitlerle yazılmıştır.
Atabetü'l Hakayık da Kutadgu Bilig gibi aruz vezninin faulün/ faulün/ faulün/ faul kalıbıyla
yazılmıştır. Ancak nazım birimi beyit değil dörtlüktür.
Eğitici- öğretici bir eser olan Atabetü'l Hakayık'ta da Türk gelenekleri ve dini inançlar
üzerinde durulmuştur. Nitekim aşağıda okuyacağınız dörtlüklerde, doğruluğun önemi ve
konuşma adabı anlatılmaktadır. İnsanın hemen benimsemesi gereken bu güzel özellikler ve
davranışlar Türk geleneklerinde de vardır. Atasözlerimizde de bu kavramlar vurgulanmıştır.
"Az söz erin yüküdür, çok söz hayvan yüküdür."
"iki dinle bir söyle."
"Boşun sesi çok çıkar."
"Olgun başak başım eğer."
"El yarası geçer, dil yarası geçmez."
Daha pek çok atasözümüzde konuşma adabı ve doğruluk dile getirilmiştir.
104
"Yalancının mumu yatsıya kadar yanar."
"Ok gibi doğru ol. "
"Doğruluk hazinedir."
"Kimseye doğrudan yar. yalandan yarar gelmez-"
Gibi atasözlerimizde de doğruluğun bir başka boyutu anlatılmaktadır.
Edip Ahmet de bu hasletlerin toplumumuzca kişide öteden beri aranan bir hal olduğunu
vurgulamakta, atasözlerimize konu olduğunu belirtmektedir.
"Bu söz eskiden söylenmiş bir meseledir."
Ahmed Edib'in Atabetü'l-Hakayık adlı eserinden günümüz Türkçesiyle birkaç örnek
vermeye çalışalım:
Dinle, bilgili ne diyor:
Edeplerin başı dili gözetmektir;
Dilini muhafaza altında tut, dişin kırılmasın;
Eğer muhafaza altından çıkarsa, dişini kırar.
Boşboğaz adam, akıllı olur mu? Bu boşboğazlık ve ağız gevşekliği çok basları yedi. insanı dili
ile kızdırma; bil ki, ok yarası kapanır, Fakat dilin açtığı yara kapanmaz.
Sefih adamın dili, kendi başının düşmanıdır;
Birçok adamların kanı dilleri yüzünden döküldü.
Çok konuşanlar arasında pişman olan çoktur,
Dilini muhafaza altında bulunduranlardan pişman olan kim var?
Yalan söyleyen adamdan uzak dür, kaç;
Sen ömrünü doğruluk ile geçir. Ağzın ve dilin ziyneti doğru sözdür;
Sözü doğru söyle dilini süsle.
Doğru söz, bal ve yalan söz, soğan gibidir;
Soğan yeyip, ağzı adlandırma; bal ye. Yalan söz, hastalık ve doğru söz, şifa gibidir;
Bu söz eskiden söylenmiş bir meseldir.
Doğru ol, doğruluk yap ve adın doğruya çıksın;
insanlar seni doğru olarak bilsinler;
Eğriliği bırakıp, doğruluk libasını giy, Elbiselerin en iyisi, doğruluk libasıdır.108
105
4.AHMETYESEVÎ
Tasavvufi düşüncenin Türk dünyasına yayılmasında Anadolu'nun Türkleşmesinde ve Dini
Tasavvufi Türk Edebiyatının başlamasında en çok hizmeti geçen ve Türk düşünce tarihinde
önemli bir yeri olan büyük bir Türk mutasavvıfıdır.
Ahmet Yesevî 11. yüzyılın sonlarında Batı Türkistan'ın Sayram kasabasında doğmuş ve
1166'da Yesi şehrinde ölmüştür.
Türk dünyasında ilk hoca olarak da tanınan Hoca Ahmet Yesevî hayatının sonuna kadar
islam tasavvufünun hizmetinde oldu. Yesevîye tarikatını kurarak pek çok talebe yetiştirdi. Bu
müridlerin bir kısmı çeşitli sebeplerle Anadolu'ya geldiler ve Anadolu'nun her tarafına
dağıldılar. Horasan üzerinden geldikleri için bunlar Horasan Erenleri olarak tanındılar.
Yesevîye tarikatı Anadolu'ya da uzanmış oldu ve çeşitli kollara ayrıldı. Bu tarikatlar Anadolu
halkının manevîyatında çok etkili oldu. Adeta Anadolu yeniden ve kesin olarak fethedildi.
Ahmet Yesevî'nin şiirleri(hikmetleri) Dîvan-ı Hikmet adıyla bir araya getirilmiştir.
Hikmetlerde îslamiyetin ve tasavvufi düşüncenin esasları, güzel ahlak, kıyamet halleri gibi
konular üzerinde durulmuş, peygamberlerin mucizeleri ve evliyaların menkıbeleri
anlatılmıştır.
Ahmet Yesevî'nin hikmetlerden başka bir de Fakr-nam adlı başka bir eseri daha vardır. Bu
eser de tamamiyle didaktik mahiyettedir, özellikle bu eser, tasavvufun temelini teşkil eden
dört kapı kırk makamı en güzel bir şekilde anlatmaktadır. Ayrıca onun en önemli eseri de
yetiştirdiği talebeleridir.
Ahmet Yesevî 13. yüzyıldan itibaren Anadolu sahasında gelişmeye başlayan Dinî-
Tasavvufî Türk Edebiyatının Türkistan'da ilk örneğini vermiştir.
Ahmet Yesevî Türkistan'da yaşadı ve orada öldü. Ama talebeleri onun düşüncelerini
Anadolu'ya taşıdılar. Horasan üzerinden Anadolu'ya gelen bu talebelere Horasan Erenleri de
diyoruz. Türk düşünce tarihinde ve Türk edebiyatında ayrı bir yeri olan İslam tasavvufünu
Anadolu halkına anlatan ve sevdiren Ahmet Yesevî'nin talebeleri olmuştur.
Hoca Ahmed Yesevî'nin Divan-ı Hikmet'inden Günümüz Türkçesiyle birkaç örnek
vermeye çalışalım:
1. Aşkın kıldı şeyda beni,
Cümle alem bildi beni,
Kaygım sensin dün ü günü,
Bana sen gereksin sen.
106
2. Gözüm uçtan seni gördüm,
Hep gönülü sema verdim,
Akraba terkini kıldım,
Bana sen gereksin sen.
3. Söylesem ben dilimdesin,
Gözlesem ben gözümdesin,
Gönlümde hem canandasın,
Bana sen gereksin sen.
4. Feda olsun sana canım,
Döker olsan benim kanan,
Ben kulunum sen sultanım,
Bana sen gereksin sen.
5. Gillere dünya gerek,
Akitlere ukba gerek,
Vaizlere minber gerek,
Bana sen gereksin sen.
6. Cennete girem cevlan kılam,
Ne hürlara nazar kılam,
Onu bunu ben kılam,
Bana sen gereksin sen.
7. Hace Ahmed'dır benim adım,
Dün ü günü yanar odum,
İla cihanda ümidim,
Bana sen gereksin sen.
5. SÜLEYMAN HAKİM ATA
Ahmet Yesevî'nin Türkler arasında en tanınmış üçüncü halifesi Süleyman Hakim Ata'dır.1"
O, ibret veren hikmetli sözleriyle tanınan bir Türk sufisidir. Halifeleri ve menkabeleri
hakkında da etraflı bilgiye sahibiz. Halam Ata Harezm bölgesinde halkı irşadla görevliydi. Bu
görevinde epeyce bir süre kaldı. Diğer halifelerden önce öldü ise de tarikate mensup
müridlerin büyük bir çoğunluğu onun etrafında toplandı. Eşi geleneğe göre Hükümdar Buğra
Hanın kızı Anber Ana idi. Rivayete göre H. 852 (M. 1186-87)de vefat etti, Akkurgan'da
defnedildi.
107
Süleyman Halam Ata, Hatun Ata Menkabesi adını taşıyan bir menkabeler kitabı sayesinde
Kuzey Türkleri arasında asırlardan beri yaşaya gelmiştir.
Menkabeye göre Süleyman Hakim Ata çocukluğunda okula giderken başka çocuklar gibi
Kur'an'ı boynuna asmaz, eliyle alttan tutup hürmetle başının üstünde götürürdü. Okuldan
çıkıncca da yüzünü okula, arkasını eve verip dönerdi. Bir gün Hoca Ahmed Yesevî mescid
eşiğinde otururken bu hali gördü, hoşuna gitti. Hoca'nın ve anasının rızasıyla Süleyman'ı
Kur'an okutmak için yanına aldı. On beş yaşına geldikten sonra, Hoca'ya mürid oldu.
Bir gün Hızır Aleyhisselam, Hoca'ya misafir gelmişti. Hoca yemek pişirmeğe bir miktar
odun getirmek için çocukları yolladı. Odunlar gelirken müthiş bir yağmur başladı. Gelen
odunlar hep ıslaktı. Yalnız Süleyman, elbisesini çıkarıp odunları sardığı için onun getirdikleri
kuru idi. O sayede diğer odunlar da yandı. Hızır Aleyhisselam odunlarının neden kuru
kaldığını Süleyman'a sordu. O da sebebini anlattı. Hızır bunu pek beğendi ve çocuğa:
"Bundan sonra adın Halam olsun." dedi. Sonra mübarek tükürüğünden ağzına bıraktı.
Süleyman'ın içi nur doldu. Hızır,
"Haydi durma, feyz izhar et!" dedi. Hakîm Ata, o andan itibaren birtakım hikmetler,
manzumeler söylemeğe başladı.
Kurban bayramında birgün Hoca Ahmed Yesevî'nin tekkesinde 99. 000 şeyh hep hazırdı.
Hoca imam oldu, namaza başladılar. Sağında Hakîm Ata, solunda Süfî Muhammed
Danişmend vardı. Namaz esnasında Hoca'dan bir ses çıktı. Cemaat "imamın abdesti bozuldu."
diye imama icabetten vaz geçtiler; lakin Hoca aldırmadı. Namaza devam etti. Hakîm Ata
tereddüt etmeksizin ona uydu. Süfî Muhammed de Hakîm Ata'ya bakarak devam etti. Nihayet
selam verildikten sonra Hoca dedi ki:
"Ben bunu sizin suluktaki mertebenizi anlamak için mahsus yaptım. Yoksa o ses benden
değil; belime soktuğum ağaç parçasından çıktı; anlaşıldı ki benim bir tek müridim, bir de
yarım müridim kemale gelmiş; diğerleri hep nadanmış." Bunun uzerine Hakîm Ata'ya emretti:
"Yarın seher vakti sana bir deve gelecek, ona bin, nerede durursa ineceğin yer orasıdır."
dedi. Ertesi sabah seher vakti Hakîm Ata, gelen deveye binip salıverdi. Deve, Türkistan'dan
doğuya doğru yürüdü. Horasan şehrinin batısında Bî-neva Arkası denen yere geldi, durdu. O
kadar zorladılar, kalkmadı, bağırdı; bundan dolayı o yere Bakırgan dediler. Deve durunca
Hakîm Ata indi. Orası Buğra Hanın at sürüsünün otladığı bir yerdi. Yılkıcılar (at sürücüleri)
onu buradan kovmak istediler.
"Ben dervişim, bir yere gitmem!" dedi. Sonra ellerindeki, at sürdükleri deyneklerle hücum
ettiler. Hakîm Ata oradaki ağaçlara:
108
"Bunları tütün!" diye emretti. Ağaçlar üçünü sımsıkı yakaladılar, diğer ikisi kaçarak olup
biteni Buğra Hana anlattılar. Han, bu habere pek memnun oldu:
"Üç gündür burnuma erenler kokusu geliyordu. Demek memleketimizde bir er peyda
oldu!" dedi. İşi araştırmak için Abdullah Sadr diye birini gönderdi. Abdullah Sadr, gelen
dervişe kim olduğunu ve ne istediğini sordu. Yesevî müridlerinden Hakîm Süleyman
olduğunu anladı. Yılkıcıların niye ağaçta kaldıklarının hakikatinı sezince, ağaçlardan
"Böyle yapan böyle olur!" sadası geldi. Bu dervişin yüksekliğine inanan Abdullah Sadr,
dönüp Hana haber verdi. Buğra Han bu dervişin rızasını celb için Anber adü çok güzel bir
kızını ona verdi; ayrıca da birçok deve, koyun, at gönderdi. Hakîm Ata bunları kabul etti.
Bakırgan adlı o yeri kendisine menzil yaptı. Buğra Han ve bütün vezirleri ona mürid ve
mu'tekid idiler hakîm Atanın şöhreti dört tarafa yayıldı.
Hakîm Atanın Anber Anadan üç çocuğu oldu: Muhammed Hoca, Asgar Hoca, Hubbî Hoca.
Bunlardan ilk ikisini Carullah Allame Şeyh adlı pek meşhur bir alimden ders okumak üzere
Harezm'e gönderdi. Onlar orada birçok kerametler göstererek, etraflarına yüzlerce mürid
topladılar. En küçüğü olan Hubbî Hocaya gelince bu her gün atına binip dağlarda, kırlarda
dolaşır, geyik avlar ve onları babasına getirirdi; bununla beraber Hakîm Ata, bu küçük
oğlunun manen ne kadar yüksek bir mertebeye eriştiğini hiç bilmiyordu.
Birgün garip bir vesile ile bu yönünü anladı: Ata'nın Cunuk vilayetinin Taradigan
kasabasından Şeyh Sa'at adlı bir müridi vardı. Ata onu çağırdı, o dakikada koşup geldi. Biraz
sonra Hubbî hocayı da çağırdı. Biraz geç geldi ve babasına adeti üzere bir geyik getirdi.
Oğlunun hemen gelmeyişi canını sıkmıştı. Bunu anlayan Hubbî Hoca, gecikmesinin sebebini
anlattı:
"Muhit-denizi'ndeki iki gemi batıyordu, benden yardım istediler, onlarla meşgul olduğum
için geç kaldım." dedi. Babası buna inanmadı.
"Eğer inanmazsanız, tamam beş ay sonra buraya on bin altun şükrane getirecekler, o zaman
görürsünüz!" cevabını verdi. Hakikaten de öyle oldu;
parayı getiren adamların hepsi, Hubbî Hocaya mürid oldular.
Süleyman Hakîm Ata oğlunun vefatına çok üzüldü, onun derdiyle bir çok hikmetler
söyledi. Kendisi de vefat ettikten sonra Amuderya nehri taştı, Bakırgan şehrini su bastı,
Hakîm Atanın türbesi üstünden kırk yıl su aktı. Sonra sular çekildi; fakat türbenin nerede
olduğunu kimse bilmedi. Nihayet Hakîm Atanın manevî işaretiyle Celaleddin Hoca adlı biri
onun merkadini buldu, üstüne alî imaret yaptı. Her taraftan ziyarete koştular.
109
Süleyman Hakim Ata'nın Bakırgan Kitabi'ndan birkaç örnek vermeye çalışalım.
Hakk'dan nida söylendi "Arş'a kadem bas" dedi
(M. /34) Hakk yadını koymadı dilinden müdam dedi ya
(H. /105)
Korkar mısın Tanrı'dan yaman günah işlerden
Görün Huda'nın işini, mihman eder Resul'un Görmek için dîdarını, Hazretine seslendi ya
Asilerin işi düşvar, anda göremez dîdar Azab kılacak Cebbar yeri Cehennem dedi ya
Ferman gönderdi Settar: "nalını çıkarma zinhar Nalın ile ayak bas, tozun kalsın" dedi ya
Resul dedi: ya Settar, Rahm kılıcı Gaffar Ol Ugan'yn heybet ile hüküm kılacak
Ebedi baki ol ügan 'im kendi kalacak
Mü'min kullar inliyor Hakk yadım koyar mı Gece gündüz Rabbm senasın söyleyip hergiz
duyar mı
Korkuyorlar Tamu ateşi heybetinden Ümidim var La- teknate rahmetinden Rahmetullah
adlandırılan Türbesi'nden Bulur muyum ya Rab seni dilesem ben
Ya Rab! sen affet ben asinin günahını Buyurup ver bana ahiretin penahını
110
Türk kültür dünyasının en önemli, en değerli ve başta gelen şaheseri hiç şüphesiz Dede
Korkut Kitabıdır. Fuat Köprülü'nün ifadesiyle söyleyecek olursak: "Türk edebiyatını terazinin
bir kefesine, Dede Korkut Kitabını
öbür kefesine koyarsak, sonuncusu ağır basar." Eserin orijinal adı Kitab-Dede KorkudAla
lis&n-ı Ta'ife-i Oğuzan adını taşımaktadır.
Kitaba adını veren Dede Korkut'un hayatı hakkında hemen hemen hiçbir bilgiye sahip
değiliz. Dede Korkut Kitabi'nın giriş kısmından ve hikayelerden elde edebildiğimiz bilgilere
göre Oğuzların Bayat boyundan olup 600 yıl kadar ömür sürmüş bir Türk bilge tipidir. Bugün
Türk dünyasının değişik coğrafyalarında mezarları (makam, türbe vs.) bulunan Dede
Korkut'un adı bütün hikayelerde 73 defa yer almaktadır. Hikayelerin kimisinde yalnızca ad
olarak geçerken, kiminde de hikayenin sonunda gelip boy boylar, soy soylar, üçüncü hikayede
ise bizzat kahraman olarak yer alır.
Dede Korkut Hikayelerinin bugün için bilinen iki nüshası bulunmaktadır. Bir söylenti
halinde olmak üzere sayın Mertol Tulum'un bulup üzerinde çalıştığı ifade edilen üçüncü bir
nüshadan bahsedilirse de bugüne kadar herhangi bir yayın yapılmadığı için bu nüsha için bir
şey söyleyemiyoruz.
Dede Korkut Hikayelerinin birinci nüshası Almanya'nın Dresden şehri Kral
Kütüphanesinde bulunmaktadır. Eser ilk defa Javop Reyşke (1716-1774)'nin dikkatini çekmiş,
ancak konunun uzmanı olmadığından Şehzade Korkud ile ilgili bir yazma olarak kayıtlara
geçirmiştir. 19. yüzyılın başlarında aynı kütüphanedeki yazmaları düzenleyen H. O. Fleischer
eseri bilim alemine tanıtmıştır. Eser bilim alemine gerçek anlamıyla 1815 yılında Heinrich
Friedrich von Diez tarafından tanıtılmış. Tepegöz hikayesini de Almancaya çevirmiştir. Bu
nüsnada 12 hikaye bulunmaktadır.
Dede Korkut Hikayelerinin ikinci nüshası Vatikan Cumhuriyetinde Vatikan
Kütüphanesi'nde bulunmaktadır. Ettore Rossi 1950 yılında bu nüshayı ilim alemine tanıttı. 15.
yüzyılda istinsah edildiği anlaşılan bu nüshada 6 hikaye yer almaktadır. Dresden nüshası gibi
bunun da aynı nüshadan istinsah edildiği tahmin edilmektedir. Eser üzerinde yabancı bilim
adamlarının yanışını Muharrem Ergin, Orhan Saik Gökyay, Saim Sakaoğlu vd. bilim
adamlarımız da çalışmışlardır.
Dede Korkut Kitabı'nin mukaddime kısmından bir bölüm:
Bismillahirrahmanirrahim
Resul aleyhisselam zamanına yakın Bayat boyundan Korkut Ata derler bir er ortaya çıktı. Ne
derse oturdu. Gaipten türlü haberler söylerdi. Hak Taala onun gönlüne ilham ederdi.
111
Korkut Ata söyledi: Ahir yananda hanlık tekrar Kayı'ya geçecek. Kimse ellerinden
almayacak, ahir yanan olup kıyamet kopuncaya kadar.
Bu dediği Osman neslidir, iste şurup gidiyor. Ve daha nice buna benzer söz söyledi.
Korkut Ata Oğuz, kavminin müşkülünü hallederdi. Her ne iş olsa Korkut Ataya
danışmayınca yapmazlardı. Her ne ki buyursa kabul ederlerdi. Sözünü tutup tamam ederlerdi.
Dede Korkut söylemiş: Allah Allah demeyince işler düzelmez, kadir Tanrı vermeyince er
zenginleşmez. Ezelden yazılmasa kul başına kaza gelmez, ecel vakti ermeyince kimse ölmez.
Ölen adam dirilmez, çıkan can geri gelmez. Bir yiğidin kara dağ yumrusunca malı olsa yığar,
toplar, talep eyler, nasibindenfazlasını yiyemez. Gürüldeyip sular taşsa deniz dalmaz.
Kibirlilik eyleyeni Tanrı sevmez, gönlünü yüce tutan erde devlet olmaz. El oğlunu beslemekle
oğul olmaz, büyüyünce bırakır gider, gördüm demez. Kül tepecik olmaz, güveyi oğul olmaz.
Kara eşek başına gem vursan katır olmaz, hizmetçiye elbise giydirsen hanım olmaz. Lapa lapa
karlar yağsa yaza kalmaz, yapağılı yeşil çimen güze kalmaz. Eski pamuk bez olmaz, eski
düşman dost olmaz. Kara koç ata kıymayınca yol alınmaz, er meydanına kıymayınca adı
çıkmaz- Kız anadan görmeyince öğüt almaz, oğul babadan görmeyince sofra çekmez. Oğul
babanın yerine yetişenidir, iki gözünün biridir. Devletli oğul olsa ocağının korudur. Oğul da
neylesin baba ölüp mal kalmasa. Baba malından -ne fayda başta devlet olmasa. Devletsiz
şerrinden Allah saklasın hanım sizi!
Dede Korkut bir daha söylemiş: sert yürürken cins bir ata namert yiğit binemez, binince
binmese daha iyi. Calip keser öz. kılıcı namertler çalınca çalmasa daha iyi. Çalabilen yiğide
ok ile kılıçtan bir çomak daha iyi. Misafiri gelmeyen kara evler yıkılsa daha iyi. Atın
yemediği acı otlar bilince bilmese daha iyi. İnsanın içmediği acı sular sızınca sızmasa daha
iyi. Baba adını yürütmeyen hayrat oğul baba belinden inince inmese daha iyi, ana rahmine
düşünce dogmasa daha iyi. Baba adını yürütünce devletli oğul daha iyi. Yalan söz bu dünyada
olunca olmasa daha iyi. Gerçeklerin üç otuz on yaşım doldursa daha iyi. Üç otuz on yaşınız
dolsun. Hak size kötülük getirmesin, devletiniz devamlı olsun hanım hey!
Dede Korkut bir daha söylemiş, görelim hanım ne söylemiş: gittikte yerin otlaklarını geyik
bilir. Yeşermiş yerlerin çimenlerini yaban eşeği bilir. Ayrı ayrı yolların izini deve bilir. Yedi
dere kokularını tilki bilir. Geceleyin kervan göçtüğünü çayır kuşu bilir... Erin ağırını hafifini
at bilir. Ağır yüklerin zahmetini katır bilir. Nerede sızılar var ise çeken bilir. Gafil başın
ağrısını beyni bilir. Kolca kopuz yükselti, elden ele, beyden beye ozan gezer. Erin cömerdini,
erin cimrisini ozan bilir. Karsınızda calip söyleyen ozan olsun. Azıp gelen kazayı Tanrı savsın
hanım hey!".
GENCEL! NİZAMÎ îran sahasında, dünya çapında ün kazanmış mümtaz bir şahsiyettir.
Mesnevî biçiminin mucitlerinden sayılan Nizamî, gerek çağdaşları ve gerekse kendinden
sonra gelenler tarafından övülmüştür. Bu şeref belki de hiç kimseye nasip olmamıştır.
Nizamî hakkında pek çok eser yazılmakla birlikte onun gerçek kimliği tam olarak ortaya
konulabilmiş değildir.
Nizamî, Genceli'dir. Orada doğup büyümüş, orada kemale ermiş ve orada vefat etmiştir.
Hatta Gence'den dışarı çıkmamıştır da denilebilir. Ancak bazı tezkireciler onun Kum'da doğup
büyüdüğünü, sonradan Gence'ye gittiğini kaydederlerse de bu düşüncenin gerçekle hiçbir
ilgisi yoktur.
Ne tarihçiler, ne de tezkireciler Nizamî'nin doğum tarihini kesin olarak gösterebiliyorlar.
Yalnız Hamsesinm birinci bölümü olan Mahzen-i Esrarın bazı beyitlerinden ve diğer
eserlerindeki kayıtlardan onun 533 (M. 1138/1139) ile 540 (M. 1145/1146) arasında bir
zamanda doğduğu tahmin edilmektedir.
Şairin esas adı îlyas. Nizamî ise mahlasıdır. Babasının adı Yusuf’tur. Nizamî'nin ölüm
tarihi de kesin olarak bilinmemektedir. 599 (M. 1202/1203) ile 602 (M. 1205/1206) arasında
vefat ettiği sanılmaktadır. Kabri Gence'dedir. Kabri, Gence'nin Ruslar tarafından işgaline
kadar bir ziyaret mahalli idi. İşgalden sonra kabir harap bir hal aldı. Bu duruma üzülen
Azerbaycan'ın bazı kadirşinas şahsiyetleri Kabri Gence şehir merkezine taşıyıp ona layık bir
merkad yaptılar.
Nizamî, henüz çocuk denecek yaşta anne ve babasını kaybetmesine rağmen mükemmel
denilebilecek seviyede bir eğitim almıştır. Zamanın bilimlerini öğrenmekten başka genç
denilebilecek yaşta Arapça öğrenmiş, edebi kültürünü de geliştirmiştir. Bu arada seyr ü
sulukunu tamamlayarak kendini büsbütün hikmet ve ilahiyata vermiştir, îrfan ve riyazattaki
aldığı mertebeden dolayı ona Şeyh Nizamî de denilmiştir. Takva sahibi sünnî bir müslüman
olmakla birlikte İran geleneklerine de sıkı sıkıya bağlıdır.
Nizamî'nin şairlik kudreti oldukça yüksektir. Avfi Kazvinî, Devletşah, Aleşgede müellifi
gibi tezkire sahipleri ve Hafız, Canü gibi büyük üstadlar onu gelmiş geçmiş bütün iran
şairlerine tercih ederler. Onun karşısına Sadî ve Firdevsî'yi çıkarabiliyorlar.
113
Nizamî, sanatın her alanında üstaddır. Bilhassa didaktik ve lirik türlerde en nadide, en
mükemmel örnekleri vermiştir. Teşbih ve istiareleri parlak, manzum ve nükteleri orijinaldir.
Mübalağanın çeşitli misallerini o da vermişse de bunlar soğuk değildir. Zevkle okunan
şeylerdir. Eserlerinden şekil, mana ve güzellik birbiriyle yarış eder. iran edebiyatının en
büyük temsilcilerinden sayılan Molla Camî gibi bir şahıs dahi Nizamî'nin eserleri karşısında
aciziyetini açıkça ifade etmekten kaçınmamıştır. Camî, hamse'ye yazdığı şerhin sonunda şu
itirafta bulunur; "Nizamî'nin 350 beytini hatmedemedim. Kıyamette onu bulacağım ve o
beyitlerin hailim rica edeceğim." Hamsesim pek çok taklit eden olmuştur.
Nizamî'nin etkisi Mevlana'dan başlayarak Ahmet Paşa, Ziya Paşa hatta Yahya Kemal'e
kadar devam eder.
Nizamî'nin en ünlü eseri Hamse'dii. Bu eser beş kitaptan oluşmaktadır. Bunlar yazılış
tarihleri itibariyle şunlardır: Mahzenü'l-Esrar, Husrev ü Şîrîn, Leyla vü Mecnun,
îskendemame, Heft Peyker. Nizamî'nin Hamse''den başka îkbalname adlı bir eseri daha vardır.
Bir de tezkireler Dîvan'dan bahsediyorlarsa da bu eser şimdiye kadar bulunamamıştır.115
Genceli Nizami'nin meşhur eseri Husrev ü Şîrîn'inden bir örnek vermeye çalışalım:
Şîrîn'in Güzelliğini Tavsif
işte bu çocuk, peri gibi bir kızdır, peri ne demek sanki bir ay parçası! Peçe altında bir
tacidar... Gençliği bir mehtap gibi, parlak, gözleri abıhayat gibi siyah!... Endamı gümüşten bir
hurma ağacı: îki kisu da, o ağacın üstünde hurma toplayan iki zenci.. Onun tatlı sözlerini
hatırladığı andan itibaren hurmanın ağzı tatlanmıştır. Nur gibi inci dişleriyle sedefi sönük
bırakmış ve sedef ödünç olarak ondan berraklık almıştır.
Şeker dudakları hakik kadar renkli.. O kisular bir kement gibi büklüm büklüm. Bunların
büklümü île gönülleri takatsiz bırakmış.ve onları güzel yüzü üzerine dökmüş.. Onun mis
kokulu saçlarına temas eden rüzgar, nergis'in gözünü hasta düşürmüştür. Kendi gözlerini
kendine afsuncu yapmış ve bu afsunla kem gözün ağzını bağlamış. Bir bakışla gönüllerdeki
ateşi alevlendirir, bir sözle akılları çileden çıkarır. Mütebessim dudakları tuzludur, tuz tatlı
değildir amma onun ki tatlıdır. Dersin ki burun, gümüşten bir kılıçtır ve o kılıç bir elmayı
ortadan ikiye bölmüştür. Onun ay yüzünden ne kadar yürekler harap olmuştur. Ayda leke
vardır, fakat onun yüzünde asla...
114
Güzelliğinin panitısına gelmiş etrafinda nice pervaneler görürsün, fakat onun rıcayndan
kimsede yanına sokulmaya cesaret göremezsin. Sabah rüzgarı, onun saçından ve yüzünden bir
kaftan'a bürünmüştür ki bazen siyah kokum, bazen beyaz kunduz satar. Her gamzesine bir
işveyi eş etmiştir. Çenesi bir elma, çene altı ise bir turunçtur. Yüzünün güzelliği, bütün letafet
ve panitısıyle yıldızları, sönük bırakmış, aya ve güneşe hali île "Hele şu miskinlere bok!"
demiştir... Lal dudakları bu-seye cevap vermez, zira onları açarsa inci dökerler. Ahu, o güzel
gerdanını onun gerdanı karşısında değersiz görmüş ve onun eteğini gözyaşı île ıslatmıştır. O
dilber, sihirli bakışları ile, aslanları yere vuran nice kahramanları titretmiş ve baygın
düşürmüştür. Yüzlerce asılanı hüsran ateşinde yakmış, onlardan biri olsun, onun bir iltifatına
nail olmamıştır. Bir gecede, yüzden fazla insan onu rüyada görür de kimse o güneşi gece
göremez. Eğer kendi gözünü ahunun gözüne kıyas ederse ahuda sayısız kusur bulur. Onun
nergis gözlerine hasetlerinden rem pazarında çiçek satanlar, telaşa düşmüşlerdir. Onun hilal
kaşlarını görüp de can vermeyen bir kimse yoktur. Mecnun, onu hayaline getirince hayrette
kalmış, Leyla, onun güzelliği karşısında parmak ısırmıştır. Halkı öldürmek için ferman
yazmak istese, on parmağı dinde on kalemdir. Ay. onun güzeliği karşısında kendisini siyah bir
"ben" farzetmiş, gece, onun beninden siyahlığın ne demek olduğunu öğrenmiştir.
Kulaklarından ve gerdanından inciler taşıyor.. Can feda öyle inci satıcıya..
Bir söz ve gönül çeken bin cilve.. Bir dudak ve yüz, bin şeker gibi buse.. Zülfönün ucu naz
ve işve ile dolu.. Dudaklar yakut, dişler inci.. O yakutlarda, o şeker gülüşü incilerde ne kadar
aşıkların devasını gizlemiştir. Akıl, onun ay yüzü için çileden çıkmış, gönül ve can onun siyah
zülfune kurban olmuştur. Hüner, onun nezih varlığına meftun olmuş, amber onun toprağını
"kölesini" diye yazmıştır. Yüzü nesrin, kokusu da nesrini Dudağı şîrîn, adı da Şîrîn! Şeker
sözlü dilberler, ona "Bal dudaklı" derler ve onu Mehin Bönü'nün velîahtı tanırlar.
O diyarın birer Şemîra'sı sayılan bütün güzeller, onun hizmetine girmiş, yine ay yüzlü
yetmiş asilzade onun etrafinda birer pervane olmuştur. öyle ki, her biri güzellikte canı can
katar, dilberlikte cihana meydan okur. Hepsi de kadeh ile, saz ile donatılmıştır, bir ay gibi
menzilden menzile salınırlar. Bazen siyah saçlarını, ay yüzlerine döküp temaşaya çıkarlar,
bazen gül bahçelerinde serpilip şarap içerler. Yüzlerinde peçeleri yoktur, zira kem göz onlara
yol bulamaz,
Güzellikten yana cihanda bir eşleri gösterilemez. Dünyada zevk ve sefadan başka bir şey
bilmezler. Fakat cenk zamanı olunca, o kahramanlar, aslanın pençesini kırarlar; filin dişini
sökerler. Hücumları ile
115
kainatı yakarlar, bakışlarındaki oklar ve yıldızları delerler. Her ne kadar Cennetin hurisi
meşhur ise de, o havali de bir Cennet ve güzelleri birer huridir. O Ülkenin sahibi olan
Mehinbanü'nun işte böyle bir debdebe ve daratı vardır.1'6
8. ALÎ ŞÎR NEVAÎ (1441-1501)
Orta Asya Türk edebiyatını en yüksek noktaya ulaştıran şair Ali Şîr Neva'î'dir.
Ali Şîr Neva'î, 1441 yılında Herat şehrinde doğdu. Babası Kiçkine Bahadır veya Kiçkine
Bahsi diye anılan Gıyaseddin Kiçkine'dir. Bu zat Timur Oğullarının hizmetinde bulunmuş,
ancak memleketinde çıkan kargaşadan dolayı yurdundan uzaklaşarak Irak'a gitmiştir. Bu
yüzden Ali Şîr Neva'î'nin ilk gençlik hayatı yurdundan uzakta geçmiştir.
Ali Şîr Neva'î babasının ölümünden sonra Ebu'l-Kasım Babür'ün himayesini görmüş iyi bir
eğitim almıştır. Meşhed, Semerkand gibi devrin büyük medreselerinde ilim tahsil etmiştir.
Asıl büyük hayatı, çocukluk ve okul arkadaşı Horasan Hükümdarı Hüseyn Baykara'nın
yanında veya hizmetinde geçmiştir. Nihayet 1501'de de Herat'ta vefat etmiştir.
Ali Şîr Neva'î, Hüseyn Baykara ile tam bir işbirliği yaparak Türk ilim ve edebiyatına çok
parlak, geniş ve uzun tesirli bir edebî dönem yaşatmıştır. İran, Horasan, Maveraünnehir gibi
pek çok merkezden ilim ve sanat adamları bunların etrafında Herat'ta toplanmıştır. Herat
bunlar sayesinde bir kültür merkezi durumuna geldi.
Ali Şîr Neva'î, süre olduğu kadar resim ve musikiye de ilgi duyuyordu. Devrinde Ali Şîr
Neva'î gibi şiir söylemek bir gelenek halini aldı. Neva'î aynı zamanda samimî bir milliyetçi ve
Türkçeci olarak milletinin diline ve kültürüne köklü hizmette bulundu. Arap ve Fars dillerini
ana dili gibi biliyor ancak Türkçe söyleyişin bütün esaslarına sadık kalıyordu. Neva'î dili
denilebilecek kuvvetli ve millî bir şiir dili meydana getirdi.
Türk edebiyatına otuzdan fazla eser kazandıran Neva'î'nin eserlerinden bazıları şunlardır:
Divanlar (Dördü Türkçe, biri Farsça), Muhakemetü'l-Lugateyn, Hamse (Beş mesnevi
geleneğine altıncıyı da eklemiştir: Hayretü'l-Ebrar, Ferhad ü Şirin. Leylî vü Mecnun, Seb'a-i
Seyyare, Sedd-i Iskenderi, Usanü't-Tayr), Mecalisü'n-Neföis. Mîzönü'l-Evz/an, Nesa'imü'l-
Mahabbe...
GAZEL
Yardın ayru könül mülki-durur sultanı yok Mülk kim sultanı yok cismi-durur kim canı yok
Cisindin cansızrıni hasıl iy müselmanlar kim ol Bir kara toprak dikdür kim gül ü reyhanı yok
116
Bir kara toprak kim yokdur gül ü reyhanı ana Ol karangu kiçe dikdür kim mehi tabanı yok
Ol karangu kiçe kim yokdur meh-i taban ana Zulmetîdür kim anın ser-çeşme-i hayvanı yok
Zulmeti kim çeşme-i hayvanı anın bolmagay Duzahîdür kim yomda Ravza-i Rıdvanı yok
Duzahî kim Ravza-i Rıdvandın olgay na-ümîd Bir humartdür kim anda mestlik imkanı yok
Ey Neva 't bar ana mundak ukubetler ki bar Hecrdin derdi vü lîkin vasidın dermOtiı yok1"
Gazel
Gamzeng ol sayyad kim gülsen ara aramı bar Hal birle zülfdin hem danesi hem damı bar
Hattının nev-reste cennet sebzesi dik haleti Kaddınıng nev-res nihali ömr dik endamı bar
Serv üze gül bitmedi hergiz kanı ol şuh kim Serv-i ra 'na dik kod üzre anz-ı gül-famı bar
Pare pare bağrım üzre tınmasa tang yok köngül Şu 'lening ahker üzre bir dem kaçan aramı bar
Vasi subhın ta ebed köz tutmasun uşşak ara Kim ki hicranım tüni dik bir karangu samı bar
Kati kılsa yok aceb dîn ehlim kafir közüng Munça İslam alıban ildin kaçan îsîamı bar
Şükrier kılding manga bakıp birev kim yandın Künde bir katla nazar solgunca çağlık kamı bar
İtlering sıngan sifalıdın Nevaî içse dürd Ol durur Cemsjîd ü ilginçle cihan-bîn camı bar"
Yardan ayrı gönül, sultansız bir ülke gibidir. Bir ülke ki sultanı yoktur, bu ülke cansız bir
cisme benzer.
Cansız cisimden ne çıkar? Ey müslümanlar böyle bir cisim gülü ve fesleğeni olmayan bir kara
topraktan başka nedir?
Gülü ve fesleğeni olmayan bir kara toprak ise, parlak aydan mahrum karanlık bir gece gibidir.
Bir karanlık gece ki onda o parlak ay yoktur, bu bir karanlıklar ülkesidir ki onda hayat
kaynağı yoktur.
Bir karanlıklar ülkesi ki onda hayat kaynağı yoktur, o bir cehennemdir ki yanında cenneti
yoktur. Bir cehennem ki onda cennet ümidi yoktur, bu öyle bir içkinin verdiği baş ağrısıdır ki
onda sarhoşluk imkanı yoktur.
Ey Nevaî ayrılıktan derdi olan fakat vuslat gibi bir dermanı olmayan bir insana bunun gibi
(daha çok) azaplar vardır.
117
9. ŞAH ÎSMAİL HATAYÎ
Şah İsmail, 1487'de Erdebil'de doğdu. Çocuk denecek bir yaşta îran Tahtına oturduktan
sonra Şii Mezhebi'ne devletin manevî propagandası için sarıldı. Horasan'da başarılar
kazandıktan sonra büyük bir imparatorluk kurmak için Anadolu'da propaganda yapmaya
başladı. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim'le Çaldıran'da karşılaştılar (Çaldıran Meydan
Muharebesi, 1514). Bu savaşın sonunda Şah ismail mağlup olarak îran'a çekilmiş ve yaklaşık
on yıl sonra vefat etmiştir.
Şah İsmail, Farsça'yı çok iyi biliyordu. Türkçe olarak da hem Divan şiiri tarzında, hem
Halk şiiri, hem de Dîni-Tasavvufî Türk Edebiyatı sahasında şiirler, ilahiler, nefesler
söyleyerek şairlik yönünü tam olarak sağladı. Bilinen üç eseri; Divan, Dehname ve
Nasihatname'dir.
Mefülü/ FüilĞtü/Mefa 'ilü/ Failün
Bağdaş kurup otursa nigarum figan kopar Dursa otursa fitne-i ahir zaman kopar
Şirvan halayıkı hamu Tebriz daşına Melik-i Acem sorar ki kıyamet haçan kopar
Yetdükçe tükenür Araban küy-ı meskeni Bağdad içinde her nicelim Türkman kopar
Çıksa saraydan bu "cihan varısın dutar Bir mürşid-i tarikat-ipîr ü cavan kopar
Görmişdi ta Hatayî ezelden yakîn mum Nuh'un alameti gelür andan tufan kopar'2"
Gamzen öyle bir avcıdır ki gül bahçesinde dinlenmektedir; ben ile gaftan hem tanesi, hem de
tuzağı var.
Hattının yeni yetişmiş (bitmiş) cennet yeşilliği gibi haleti (tavrı) boyunun yeni yetişmiş
fidanının (yeai yetişmiş fidan gibi olan boyunun) ömür gibi endamı var.
Servi ağacı üzerinde asla gül yeşermedi; düzgün selvi ağacına benzeyen boy üzerinde gül
renkli yanağı olan güzel nerede var?
Parça parça olan bağrım üzerinde gönül dinmeğe, bunda şaşacak şey yok; alevin kor ateş
üzerinde sakin durmağı nasıl mümkün olur? (Kor ateş üzerindeki alev daimi hareket halinde
bulunur. Şair bağrını kor ateşe, gönlünü de ateş üzerinde hareket halindeki aleve
benzetmiştir.) Aşıklar arasında. benim ayrılığımın gecesi gibi karanlık bir gecesi bulunan
kimse, kavuşma sabahını ebediyete kadar gözlemesin.
Kafir gözün din ehlini (dindarları) katletse, bunda şaşacak şey yok; bu kadar îslamı almış
olanın islam'ı (Hak dine bağlılığı) nasıl olur?
Günde bir defa bir göz atışı kadar sevgilisini görme isteği olan bana bakıp şükürler kılsın.
İtlerinin (aşıklarının) kırık çanağından Nevaî şarap tortusu içse, elinde cihanı gördüğü kadehi
olan Cemşîd olur. (Cemşîd, şarabın mucidi kabul edilen iran hükümdarı. Efsaneye göre şarap
içtiği kadehe bakıp, cihanda meydana gelen bütün olayları görürmüş.)
118
10. MAHDUM KULU"
Devlet Mehmed Azadi'nin oğlu olan Mahdumkulu, 18. yüzyılda Türkmenistan'da yaşayan
gerçek anlamda bir Yunus Emre takipçisidir. Tahminen 1733'de Hazar Denizi kıyılarındaki
Etrek Çayı civarında doğmuştur. Şair ve alim bir zat olan babasından ilk öğrenimini alan
Mahdumkulu; Buhara ve Hive'de de iyi bir medrese öğrenimi görmüştür. Burada Arapça,
Farsça ve edebi Doğu Türkçesini öğrenmiş; Nizamî, Sadi, Fuzuli, Nevaî gibi Türkçe ve
Farsça'nın klasiklerini tanımıştır. Türkmenistan, Özbekistan, Afganistan ve İran'ı dolaşan
Mahdumkulu, tahminen 1780'li yıllarda vefat etmiştir, bu gördüğü topraktan "Evliyalar
Ummam" olarak vasıflandırmaktadır:
Yukarıda Hindistan'ı
Arkada Türkistan'ı
Evliyalar Ummam
Ol Rumistan'ı görsem
Mahdumkulu'nün Divanına bir bütün olarak bakıldığı zaman Yunus Emre Divanı ile büyük
benzerlikler içinde olduğu görülür. O, 18. yüzyılda Türkmenistan'da, bir Yunus ekolunun
temsilcisi ve Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatının en seçkin kişisidir.
Gönlüm aydar, dostlar, eyleyin beyan, Bilmenem, yakın mı ahir zamane, Dünya için şeriatı
taşlaban, Bilmenem, yakın mı ahir zamane.
Mollalar ilmine itmedi amel, Şeriat isine eylemey cedel, Fi'timiz bozulup, köpeldi kesel,
Bilmenem, yakın mı ahir zamane.
Müftüler mal alıp, rivayet berir, Nahak pul(u)nu alır, hakkı koydurur, Fileri bozulup, fesat
köpelir, Bilmenem, yakın mı ahir zamane.
Hocalar sual eder aslı zatım Kıyam îsameddin koyup adım, Filan keş hoca der hem evladım,
Bilmenem, yakın mı ahir zamane.
119
Günahlar kop bolup. eksildi sevap,
Korkarım, bu cihan bolmagay harap.
Kesp edip satarlar arak u şarap,
Bilmenem, yakın mı ahir zamane.
Mahdumkulu bunca kılmak hikayet, Akitlere.
şayet bolgay kifayet, Dünyanın işine yoktur nihayet, Bilmenem, yakın mı ahir zamane.
GklidBolma
Gel, ey, gönlüm, sana nasihat kılay, Vatanı terk edip gidici bolma, Özünden eksik bir gayrı
namerdin, Hizmetinde kulluk edici bolma!
Bir nasihat berey, pendimi alsan, imtiyaz, eylegil, otursan, (tursan, îndegsiz habersiz, biryere
barsan, Kişi aşının tuzun tadıcı bolma!
Çağırlan yere bar, oturgıl, durma, Çağırılmayanyere görünme, barma, Uyalmaz kişi dek
sürünüp yomu;
Buyrulmayan işi edici bolma!
Ey gönül, gelgil sen, Hakk'ı tapalı, Nefsimiz merkebin binip çapalı Aydarlar: Hak ermiş mihr
ü vefalı Sol sözünden hergiz kaydıcı bolma
Mahtumkulu, gönülde köptür armoni Tapmadı akibet derde dermanı Yetişir bir günü Tann
fermanı Rüz u şeb gaflette yatıcı bolma.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
TÜRK HALK EDEBİYATI ÖĞRETİMİNDE KULLANILAN GENEL YÖNTEMLER
A. Türk Halk Edebiyatınin Öğretim Yöntemleri
a. Halk Edebiyatının Amacı ve Hedef Kitlesi
Bilindiği gibi her toplum, kendine daha köklü ve daha kadim bir tarihî mazi ve kendine
özgü bir kültür zemini inşa etme yoluna girer, işte bu yeni akım için en önemli kaynak "Halk
Edebiyatı" diye tarif edilen eserler olarak öne çıkar. Böylece aydınlar, bilim adamları,
filozoflar ve siyasetçiler için, millet inşaasında bu eserler dikkate alınıp incelenmeye ve
değerlendirilmeye başlar. Siyasetçiler, kendi toplumlarına ait bu eserlerin incelenmesi ile
ortaya çıkan sonuçtan, toplum kimliği yaratmada ve farklı bir millet inşa etmede kullanır.
Sömürgelere sahip devletler, yönetmekte oldukları toplumları daha iyi yönetme konusunda
yine onlara ait malzemeyi toplatıp değerlendirtmek suretiyle sonuçlarından yararlanmaya
çalışır.
Halk edebiyatı, halk bilgisi bize halkı "Halk" denen kıymetler külçesini öğretecektir. Halkı
yükseltme yollarını onun manevî hayatinin muhteviyatını öğrenmek ile açabileceğiz.
Folklorcular yaptıkları işin millî hayata parlak bir gelecek vadeden bir faaliyet olduğunu yani
topladıkları, derledikleri bir türkü veya destanın, yeni bir edebi esere; ele geçirdikleri bir halk
bestesinin bir yeni musikî mahsulüne; bir örf ve adetin bir yeni hukuk ortaya koymasına belki
zemin hazırlayacağını düşünerek onun asil, yüksek heyecanım kalplerinde daima artan bir
sevgi ile yaşatmalıdır.
Hangi devirde olursa olsun bağımsızlığa ulaşılması, her zaman ülkenin kültürel ve manevî
hayatında yenilenmeye bireylerde millî şuur kavrayışının keskinleşmesine, tarihî olarak
büyüyüp gelişmeye olan ilginin artışına, millî örf ve adetlerin canlamp yenilenmesine öncülük
eder. Bu sebeple şimdilerde bütün ülkeler büyüğüne küçüğüne bakmaksızın millî kültürün
özünü oluşturan halk edebiyatına onun içindeki sözlü halk edebiyatı ürünlerine dönerek onun
bitmez tükenmez ve eskimeyen zenginliklerine dayanarak onlardan bugünün şartlanna uygun
bir şekilde faydalanmanın yollarını aramaktır.
122
Halkın kullandığı kelimelere kurduğu cümlelere dikkat etmek. Söylediği darb-ı meselleri,
an'anevi hikmetleri işitmek. Düşünüşündeki tarzı, duyuşun-daki üslubu zaptetmek. Şiirini,
musikisini dinleyerek, raksını oyunlarını seyretmek. Dinî hayatına, ahlakî duygularına nüfuz
etmek. Giyinişinde, evinin mimarisinde, mobilyalarının sadeliğinde güzelliklerini tadabilmek.
Bunlardan başka halkın masallarını, fıkralarını, menkıbelerini, tandırname adı verilen eski
töreden kalma akidlerini öğrenmek. Halk kitaplarını okumak. Korkut Ata'dan başlayarak Aşık
kitaplarını. Yunus Emre'den başlayarak Tekke ilahilerini, Nasreddin Hoca'dan başlayarak halk
nekreciliğini, çocukluğumuzda seyrettiğimiz Karagöz'le Orta Oyununu aramak bulmak
lazımdır. Halkın cengnameler okunan eski kahvelerini, Ramazan gecelerini, cuma
arifanelerini, çocukların her sene sabırsızlıkla bekledikleri bayramlarını yemden diriltmek,
canlandırmak gerekmektedir. Halkın bu millî kültür müzeleri ve mektepleri içinde yaşadıkları
ve ruhları Türk kültürüyle meşbu olduktan sonradır ki millîleşmek söz konusu olabilir. Sonuç
olarak halk edebiyatının en önemli amacının bireylere millî şuurun kazandırılması olduğunu
söylemek mümkündür.
Türk Halk Edebiyatı gerçek anlamda bütün bir toplumun millî ve manevî ortak kültürünü,
ortak dilim, ortak inancım, ortak duygu ve düşüncelerini aksettiren milletin öz varlığıdır. Bu
sebeple onun başlangıcını ve sonunu belli bir zaman dilimi ile sınırlamak mümkün değildir.
Zira bu edebiyat Türk milletinin tarih sahnesine çıktığı andan günümüze kadar hayatını
sürdüren gelecek kuşaklara da aktaracak olan, halkın millî dilini, millî zevkini kuvvetle
yaşatan, her kesim arasında birlik ve beraberliği sağlayan millî, manevî, hoşgörü köprü
edebiyatıdır.
Bu sebeple onun hedef kitlesi de haik'tır, toplumun bütünü'dür. Halkın huzurlu, millî ve
manevî değerlere sahip olmasının teminatıdır.
b. Halk Edebiyatının Faydalandığı Bilim Dalları
Folklor birçok ayrı bilim dalıyla sıkı ilişkiler içerisindedir. Folklor diğer disiplinlerde ayrı
bir bilim dalı olarak düşünmek imkansızdır. Ziraat, tıp ve baytarlığa kadar bütün bilim
dallarıyla Halk Edebiyatı ve folklorun sıkı iliş-kisi vardır. Birçok halk kültür ürünlerinin
anlaşılması için bunlara ait bilgilere ihtiyaç vardır, folklorcu bunlardan uzak kalamaz; fakat
bu türlü ilim ve tekniklerle folklorun ilişkisi, şüphesiz ki bu sahalarda uzmanlaşmayı değil, o
sahaların uzmanlarının bilgisinden istifadeyi gerektirecek mahiyettedir.
Modem folklorun bu söylenen şekilde münasebette bulunduğu ilimlerin her biriyle alaka
derecesi aşağıda birer birer gözden geçirilmiştir:
123
1. Tarih ve Halk Edebiyatı
Folklor mahsullerinin incelenmesi, tarihin birçok karanlık noktalarım aydınlatır Mesela biz
yaklaşık olsa da, yazılı olarak bize kadar gelmiş birtakım masalların tarihim tespit ettik nü, o
yamanın halk hayatına ait en mükemmel vesikalar kaynağım elde etmiş oluruz.
Biliyoruz ki, bilhassa eski tarih telakkisi, halkın hayatına çok defa lakayd idi. Tarihçiler
genellikle, halktan çok hükümet otoritelerinin gözlü-ğünden görürler. Bu sebeple o devrin
halk edebiyatı mahsulleri olayların halk üzerindeki intibalanm daha iyi yansıtacaktır.
Buna karşılık tarih de folklora malzeme verir. Birçok tarihî kaynaklarda, bugün yaşayan
mahsulleri zaman içinde açıklamamız için ipuçları buluruz. Veyahut da birtakım mahsullerin
zamanım yaklaşık olarak tespit ettiğimiz zaman, onlar üzerinde izahlanmızı tam
yapabilmemiz için tarihî bilgilere başvururuz.
2. Etnografya ve Halk Edebiyatı
Etnografya genellikle, dünya üstünde muhtelif ilkel kavimlerin ve medenî milletler içinde
geri kamus, fakat büyük topluluklar halinde ve az çok tecrit edilmiş olarak yaşayan
zümrelerin hayatlannın, kurumlanmn, eşyalan-mn, meskenlerinin bir kelimeyle hayat
belirtilerinin ve kiiltürlerinin tasvirim yapan ilim diye tarif edilir. Etnografyacı folklorcunun
mesaisinin sonuçlarım toplayarak, bir kavmin tasvirinde eksik kalan yerleri doldurabilir;
folklorcu da, kendisine araştırdığı konulan etnograftan incelemelerine rehber olacak bilgiyi
alır.
3. Etnoloji ve Halk Edebiyatı
Etnoloji, hem etnografyanın hem de folklorun incelemelerinin neticelerim birleştirmek
durumunda olan bir ilimdir. Etnografyanın yalnız tasvirle yetindiği konulan, etnoloji tasnif
eder ve muhtelif kavimler ve memleketler arasında karşılaştırma yapmak suretiyle geneller ve
terkip eder.
4. Sosyoloji ve Halk Edebiyatı
Sosyoloji ile folklorun ilişkisi, yine tarihle folklorun ilişkisi gibi açıklanabilir. Folklor
sosyolojiye, gerek ham maddelerim gerekse terkiplerim malzeme olarak verir. Diyebiliriz ki
Folklorcu terkiplerim bir dereceye kadar götürüp sosyolojiye teslim eder ve devamım ona
biralar; folklorcunun terkipleri nihayet ayrı ayrı olguların doğuş ve oluş süreçlerinin izahı
mahiyetindedir.
Sosyolojiye folklorcunun müracaatı ise, cemiyet kanunlarım tanımak suretiyle ferdî ve şahsî
olgu ile toplumsal olguyu birbirinden ayırmak, böylece, meraklı şeylerin koleksiyonunu
yapmak gibi, dar ve bir ilim için tehlikeli bir sahada kalmayarak zaman ve mekan içinde
müesseselerin ve kültür mahsullerinin izahlarım gaye edinmeyi öğrenmek içindir.
124
5. Psikoloji ve Halk Edebiyatı
Folklor, bilhassa sosyal psikoloji için de zengin malzeme verir, yani, cemiyetin kaide ve
nizamlanna tabi olan ferdin psikolojik faaliyetlerinin izahı için folklorun topladığı verilerden
psikologlar istifade edebilirler.
B. Halk Edebiyatı Öğretim Yöntemlerim Hazırlayan Unsurlar
îlke amaca ulaştıran doğruluğu kanıtlanmış, her türlü şüpheden arındırılmış öncül
düşünceler, klavuz fikirlerdir. Belli başlı öğretim ilkelerim127 'Türk Halk Edebiyatı" için de
kabul edebiliriz. Bu ilkeleri kısaca şöyle sıralayabiliriz.
1. Öğrenciye görelik ilkesi: Eğitim-öğretim faaliyetlerinin öğrenciye yönelik olması gerekir.
Öğretimin şeklini ve yöntemim öğrencinin gelişim özellikleri, ilgi ve ihtiyaçları, olayları
algılama şekli belirler. Öğretimin öğrenciye uygun olarak yürütülmesi şu hususları
kapsamaktadır:
Öğrencinin öğrenmesini engelleyen durumların gözlenmesi ve gideril-meye çalışılması;
öğrencinin öğrenme gücünün, hızının tanınması ve öğretimin bu özelliklere göre ayarianması;
öğrencinin özel yeteneklerinin ortaya çıkaniması ve geliştirilmeye çalışılması, öğrencilerin
basan düzeylerinin belirlenerek seviye grupları oluşturulması ve bu grupların faaliyetlerde
dik-kate alınması; derslerin öğrencilerin aktif katılımım sağlayacak biçimde dü-zenlenmesi.
2. Yakından uzağa ilkesi: Öğrenci biyolojik ve toplumsal bir varlık o-larak doğal ve
toplumsal bir çevrede yaşar, ihtiyaçtan bu çevreden karşılanır bu çevreye bağlıdır, çevresinin
etkisinde kalır. Bu sebeplerden dolayı öğrenci çevresini öğrenme isteği içindedir. Bu istekten
öğretimde yararlanılmalıdır.
Bu ilkeye göre işlenmekte olan konularla ilgili örneklerin, problemlerin, olaylann, yakın
doğal ve toplumsal çevreden seçilmesi; evrensel ve genel konulann başlangıcının en yakın
çevreden alınması, yavaş yavaş daha uzak örneklere, problemlere ve olaylara geçilmesi;
öğrencinin içinde yaşadığı yakın zamandan hareket edilmes», konulann güncelleştirilmesi
yerinde olur.
Mesela, Aşık Tarzı Türk şiiri işlenirken yerel aşıklardan başlanabilir. Masal işlenirken o
yörede anlatılan masallardan örnekler verilebilir vb.
3. Bilinenden bUinmeyene ilkesi'. öğretim faaliyetlerinde amaca ulaşmak için çoğu kez
bilinen gerçekleri başlangıç olarak ele almak, bilinmeyene doğru ilerlemek ve bilinmeyeni
bulmaya çalışmak gerekir. Yeni konuya başlamadan önce kazanılmış eski bilgiler hatırlanmalı
ve onlardan yararlanılmalıdır. Bu hatırlama yeni öğrenileceklerin çağnşımlarla daha kolay,
daha çabuk ve daha doğru sonuçlara ulaştınîmasıdır.
125
Bu kolay ve çabuk öğrenme öğrencinin özgüvenim artmasuu, cesaretle çalışmaya
başlamasını ve başanya ulaşmasını sağlayacağı için değeri yüksek bir ilkedir. Bu ilkeye göre
öğretmen yeni konuya başlamadan önce bir önceki derste öğretilenleri tekrar etmeli; geçmiş
dersi tekrar ederek kalıcılığı sağlamalı; konuyu anlamayan, yanlış anlayan ya da eksik anlayan
öğrencilere konuyu doğru ve tam anlama imkanı verilmelidir.
Halk edebiyatı dersinde efsane anlatılmadan önce masal konuşu anlatılır ve tekrar edilirse
öğrenci efsaneyi daha iyi anlayabilecek, hem de masal ko-nusunu da pekiştirmiş olacaktır.
4. Açıklık ilkesi: Dersin işlenmesi sırasında ne kadar çok duyu organı-nin katılımı
sağlanırsa öğrenmede o ölçüde kolaylaşacak, unutma da o ölçüde zorlaşacaktır. Öğrencinin
madde ve eşya üe karşı karşıya getirilmesi, ya da bulundukları yere götürülmesi doğal
şartlarda incelenmesidir. Bu tür çalışmalarda öğrencinin duyu ortamlarıyla birlikte duyguları
da işe katılacağından, öğrendikleri tam, sağlam ve doğru olur. Bu bilgiler kalıcı ve uzun
ömürlü olacağı gibi uygulaması da kolay bilgilerdir.
Karagöz işlenirken eğer imkan varsa öğrenciler bir oyuna götürülebilir. Mesela deyimler
öğrenilirken hikayeleri de anlatılırsa öğrencide bilgi kalıcı olacaktır.
5. Somuttan soyutu ilkesi: Öğrenciler duyu organları aracılığıyla öğrenirler. Beş duyu
organım öğrenmeye katmak, öğretimin temel şartlanndandır. Konunun gözle görülmesi, elle
tutulması, parçalara aynlabilmesi öğrenilme-sini kolaylaştırır, unutulmasını azaltır. Somut
konular bazen eşya ve maddenin incelenmesine dayandığı gibi çoğunlukla örneklerle işlenir.
Öğretimde ne kadar çok eşya ve maddeden yararlanılırsa ve çeşitli örnekler verilirse soyut
konuların ve kavramların öğrenilmesi o kadar kolaylaşır. Konunun ve öğrencinin özelliklerine
göre görsel-işitsel araçlardan yararlanılmalıdır.
Koşma'mn şekil özellikleri anlatılırken tahtaya bir koşma örneği yazılıp özellikleri şiir
üzerinde gösterilmelidir.
6. Ekonomiklik ilkesi: Öğretimde yapılacak her şeyin en kısa yoldan, en az zaman, emek,
para ve enerji ile yapılması gerekmektedir. Bunun için öğretim etkinlikleri planlanmalıdır.
Öğrencinin kişisel zaman ve enerjilerinin yerinde ve ekonomik kullanılmasında rehberlik
yapılmalıdır. Öğrencinin üretken olması için elverişli ortam hazırlanmalıdır.
Bu ilkeler bütün halinde uygulanırsa Türk halk edebiyatının öğretinunde başarının
sağlanması kolaylaşacaktır. Zaman iyi değerlendirilmelidir.
126
C. Halk Edebiyatı öğretiminde Kullanılan Genel Metodolojiler
1. Lengüistik ve Tarihî Metot:
Tarihî araştırma yolu, diğer tarihî bilimlerde olduğu gibi her şeyden önce geçmişten kalan
edebî deUUere, belgelere dayanır, bunları yorumlar. Tarihî görüş açışım, kültür varlığuun
zamana bağlılığı olarak ifade edebilir.
Tarihî metotta, günlük bir olay ele alınır. Burada hadiseler diğerleriyle mukayese edilir.
Olayı nakleden kimselerin şahsiyetlerinin, yazdı kaynakların tenkidi vb. gibi çeşitli ikincil
metodlar bulunmaktadır.
Almanya'da Grimm kardeşler bu metodun mimarı sayılır. Onlar Alınan Halk Bilimi'nin
ferdî ve kollektif taraflarım bizzat nakilleri, melodik olarak tespit etmişler ve bugüne bir miras
olarak bırakmışlardır. Grimm Kardeslere göre "dil" milletler için yıkılmayan bir abidedir. Zira
insanoğlu dünü bugüne dil ile bağalyabilmektedir. Masallar, ata sinleri, fıkralar, bilmeceler^,
ninniler, ağıtlar, destanlar vb. nin hepsi sözlü gelenek neticesinde tarihî seyr içinde "dil" ile
abideleşnüştir. öyleyse bu abideyi belli sarsılmaz bir kaideye oturtmak gerekir. Bu da
metodla, yöntemle olur.
Bu metot şuuru başlangıçta masallar, türküler, destanlar, ata sözleri sa-hasında Almanya'da
John Meiler'in çalışmasıyla başladı. O, "Deutsche Volkskunde" adlı eserinde bu işi tarihî şuur
içinde değerlendirmeyi hedef aldı. Daha sonra Ludvig Uhland ve Rochus ve Uliencson,
Meier'in bu görüşlerim şüpheli ve romantik buldular, onun görüşünü çürüttüler. Bunlar
meselenin daha detaylı bir şekilde ele ahnmasım istediler. Anonim halk türküleri-nin ilk
söyleyicilerini ve ilk söylendiği zamanı tesbite çalıştılar.
Bilhassa 1906 yıllannda çeşitli halk grupları arasında" ağız. derlemeleri" yapıldı.
Bunlardan/<?rdf mahsuller, nakiller ile anomim mahsullerden bol bol örnekler getirildi.
Böylece yeni bir hedef ve yeni bir yolun önünde yepyeni bir araştırma alanı ve metodu ortaya
çıktı.
Bu anonim halk türkülerinin tarihî kökeni, yayılması ve gelişmesi safha-sı dikatle incelendi.
Tarihî seyri, zaman ve mekan içinde dilbilimi ile de tespit edildi, ilim adamları bu anlayıştan
hareket ederek, arştırmalanni daha çok edebî eserler üzerine yoğunlaştudilar. Bu edebî
eserlerde hem zaman, hem de lengüistik (dilbilim) normları bulabilmektedirler. Bu buluş da
ancak lengüistik metodla olmaktadır. Bunlar özellikle anonim halk şarkılannın şekil ve
muhtevaları üzerinde araştırma yaptılar. Ayrıca tarihî seyr içinde kalıplaraşarak nesilden
nesile gelen halk şarkılannın yalnız bir varyanta bağlı kalmayıp diğer sözlü nakilleri de
dikkate alarak değerlendirmişlerdir.
Halk şiirinin gelişmesin! aynı zamanda tarihî norm içinde o cemaatin kültür hakimiyetim ve
sosyal yapışım aksettirmesi bakımından ele alırsak daha başka neticeler de elde edebiliriz.
127
Tarih! ve Lengüistik metot. Halk edebiyatı mahsullerinde önemli bir faktördür. Hatta halk
şiirleri üzerinde yapılan ilmî araştırmalar o dönemin ve halkın kültür yapışım daha iyi
anlayabilme bakımından bir giriş derecesindedir. Yani dilbilim üzerinde yapılan analizler,
değişen yönleriyle araştırılan tarihî görüşler pek çok taranlA durumları aydınlatmaktadır.
1900'lü yıllardan kısa bir süre sonra bu metodun ilmî temeli genişletilmiş, uzman dilbilimi
ile birleştirilmiştir. Burada Grinun Kardeşler'in halk bilimi üzerindeki araştmnalanndan
hareketle mücerretten müşahhasa yani kelimelerden eşyaya ulaşılmıştır.
Tarihî-Lenguistik Halk Edebiyatı metodu ile halk edebiyatı mahsullerim tarihî ve dilbilim
açısından inceleriz. Yani bugün kullandığımız bir atasözü önce tarihî varyantlanna göre asıriar
öncesine kadar gideriz. Daha sonra onu lengüistik açıdan hangi asra ait olduğunu tespit
etmeye çalışırız.
Tarihî-Lenguistik araştırma bize tarihî bir simgeyi verir. Günümüzde kullanılan "Adelet
mülkün temelidir" sözünü bugün Viyana kapısında Latince olarak buluyoruz. Demek ki bu
söz daha önceden de söylenmiştir.
Günümüzde söylenen ve bilinen atasözleri, deyimler, fıkralar ve bilmeceleri tarihf-
lenguistik açıdan ele aldığımız zaman tarihî bakımdan en eski deviriere götürürüz. Lengüistik
açıdan ele aldığımız zaman ise ilk çıktığı dil özelliklerim, fonetik, morfolojik ve sentaks
bakınından taşıdığı özelliklede tarihî dönemim tespit ederiz. Mesela:
Divanü Lügati't-Türk'te "Kalın kaz kılavuzsuz bolmaz;" Yunus Emre'de "Hiç kılavuzsuzun
kuşlar mı uçar? "; Kaygusuz Abdal'da "Kılavuzsuz kuş uçmaz";128 Kemal Ommî'de "Çün
kılavuzsuz uçarsın yoldan azsan tan mıdır?": Güvatö'de "Kuşlar kılavuzın geçdi." Ve
Dadaloğlu'nda "Kuşlar kılavuzın geçdi."129 sözleri geçmektedir. Bu da gösteriyor ki bu
atasözümüz günümüzde de tarihî ve lengüistik özellikleri en belirgin şekilde taşımaktadır.
Bu ve bunun gibi örneklerin bol olduğu halk edebiyatında tarihî-lenguistik metot
çahşmalanmızın verimli hale gelmesinde kullanılacak ilk ilmî metoddur.
2. Coğrafi Metot
Coğrafî metot, halk biliminde kültür varlığının mekana bağlılığıdır. Yani çağdaş halk
varlığının mekana sıkı sıkıya bağlı oluşu yaşayan haliyle, aynısıyla tespiti ve bu sahadaki
bütün kaynakları kullanarak halk kültürü araştınnasının ortaya çıkışıdır. Mekan kaydı
olmadan halk bilgisine ait tespit
128
edilen malzemenin değeri yoktur. Tarihî bilgilerin bulunamayışı geçici zaman için mazur
görülebilir, fakat mekan kaydının tespit edilemeyişi düşünülemez, zira her araştırmanın temel
kaynağı mekan ile başlar.
Coğrafî metot, tarihî-lenguistik metoda mekan hazırlamaktadır. Coğrafi mekan yoluyla millî
kültürün çevreyle olan bağları tespit edilir ve bunlardaki önemli özellikler su yüzüne çıkarılır.
(Weis) Millî kültürün tespitinde mekanın öenmi büyüktür. Farklı mekanlarda yaşayan insanlar
arasında iklim, tabiat şartları vb. sebeplerden farklılıklar görülür. Mesela Karadeniz Bölgesi
ile Akdeniz Bölgesinde yaşayanlar arasında organik farklar olduğu gibi adet, an'ane ve dil
vakımından da farklılıklar vardır.
Halk bilgisinde mekana bağlı bu farklılıkların görüş açısının tespiti haritacılık ile
mümkündür. Ana mekana kadar gitmek ve haritaları yapmak zordur. Ancak bu çalışma tarzı
sayesinde halk bilimiyle ilgili özellikler görünür ve rahatça kavranır bir hale gelir. Bu
tespitlerle bölgede folklorik unsurlar, mahallî orijinalliği ile kavranır, tespit edilir, ortaya
konur. Coğrafî mekanda yapılacak araştırmalarda tabiat şartlarım, ekonomi ve ulaşım
durumlarım, dil bölgelerim, ağız derlemeye uygun yerleri ve kişileri, dinî yaşayışların inanç,
itikat, ibadet, mezhep ve tarikat bölgelerim de gösteren bağlantılarım bulup çıkarma imkanım
buluruz.
Coğrafik-tarihî yöndeki "Fin Metodu"nan takip edebildiği ölçüde bugünkü masal
incelemeleri de yer düşüncesine sıkı sıkıya bağlıdır. Derlenen milletlerarası masal
materyalleri yığını sabit kısaltma sistemi aracılığıyla masal tipilerine göre coğrafi düzenleme
gereklidir. Kendine has değişken ve motif haritalannın bağlandığı bir genel genişleme
haritasının izerinde coğra-fik yayılma tespit edilebilir. Çalışma tekniği masal olguları, onların
motifleri ve geleneksel masal özellikleri hakkında cetvel halinde bir bakış gerektirmektedir.
Bu inceleme şekli onun en eski şeklinin, en sık geleneksel masal zenginliğinin çıktığı ilk
örneğinin aktanimasına yarar. Bunlardan mantıkî, armonik anlam birliği olarak ilk masal
metni tekrarlanır. "Fin" metodunun eleştirilecek yanı, yayılma sınırları ve gidiş yollarındaki
coğrafî çizgilerden masalın ilk yurdunu tespit etmek, gerekir. Burada tarihî kriterlerden de
yararlanılır, özellikle tarihi verilebilecek edebî eserlerden.
Walter Anderson, coğrafî-tarihî masal incelemelerim kültür bölgesi araş-tırmalannın yanma
koyuyor, eğer halk hikayelerinin yayılma yollannın bir çok durumda kültürün genel yollarıyla
birleştiğim kural olarak koyabiliyorsa. Masal incelemeleri masalın yerlerine değil, aksine
masalın gelişim sürecinin kendisine birçok zor mesele arz eden aktarma yollannın
düzenliliğine bağlıdır. A. Wesselski'nin "Fin" metodum duyduğu bu tereddüte rağmen, bu
metodun çalışma biçimlerinin halk hikayeleri alanında bir milletler arası ortak çalışmayı
mümkün kıldığı ve bir çok ülkelerin halk aktanmianna (masal, efsane, eğlenceli fıkralar,
bulmaca, deyimler) bir giriş yarattığı inkar edilemez.
129
A. Aame tarafından çıkarılan tipler katoloğuna S. Thompson'un alü ciltlik "Halk
edebiyatınm motif indeksi" eklenmiştir. Fin olculunun sayısız monografileri metodun büyük
alanlı, milletler ötesi konular için ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.130
3. Psikolojik Metot
Halk varlığının psikolojik yorumlanmasuun daha büyük, hazırlayıcı çalışmalar yapan diğer
bilim dallannın yardımı olmadan yapılamayacağı açıktır. Etnoloji, filoloji, tarih veya sosyoloji
yardımcı bilim dalları olarak ortya çıkarlar ve psikolojiye yalnızca çok az yer bırakırlar.
Psikolojik çalışma tar-zının basında, R. Andree'mn "etnografik paraleller ve karşılaştırmalar"
(1878) da da gösterdiği gibi etnolojiyle bağım sürdürür. Bunlar her şeyden önce yerküre
üzerinde psikolojik paralelliği görünen halk inancının olaylarıdır; nazar vb...
Finlandiya okulu içindeki masal araştırması tarihî-coğrafik çalışma tarzım psikolojik
çalışma tarzıyla bağlıyor. Hikaye varlığının sözlü aktanmında ruhsal faktörlerin önemi ortaya
çıkıyor, ister halk bilgisi geleneğinin saklan-masında olsun isterse değiştirilmesinde.
Psikolojik açıklama bölgelerinde Fr. Ranke yeni efsane araştırmalarım mitolojik
yorumlamaların güvensizliğinden kurtarmak için daha da ileriye görürüyor. Anahtar sözcük
"efsane ve yaşan-tı"dır. Halk efsaneleri artık "Tanrı mitleri"m değil, aksine insan zihin
alanlarım tanıtmalıdır.
Fr. Stroh halk dilinin sözlüksel yapışım inceliyor. Ulusların ve halk gruplannın karakterize
edilmesi, psikolojik esaslara dayalı halk bilgisi için verimli bir konu olduğu görülmüştür.
Bugünkü halk bilgisi sosyal psikolojiye ihtiyaç duyar.
4. Sosyolojik Metot
Sosyolojik halk bilgisi; her şeyden önce somut sosyal yapı için çaba gösterir. Sosyolojik
halk bilgisinin bilimsel kavram alanım öncelikle bir sosyal büyüklük gösteren "toplum"
kavramı oluşturur. Cemiyet amaçlı olmaktan ziyade daha çok doğal olarak büyüyen organik,
sosyal bir teşekküldür. Mevcut doğal hayatın içine böyle bir cemiyet kültürel bağlardan, dil,
gelenek-görenek ve dünya görüşü birliğinden oluşur.
Sosyolojik halk bilgisi yalnızca halkla ilgili cemiyet teşekküllerim göstermekle kalmaz.
Manevî bir bilim olarak her şeyden önce kendini o cemiyetlerde kültür taşıyıcısı, aktanmcı,
sözü edilen halk varlığının taşıyıcısı sayar.
Sosyolojik metot alan araştırmasıyla başlar. Bu metot tek tek gözlemlerin bir statik birlikte
taşınmasından daha çok olmayı ister. O, birlikte yaşamadır.
130
Sosyolojik açıdan bakıldığmda bağın en kuvvetli gücü toplumun ortak dünya görüşüdür.
Psikolojik halk bilgisi, daha çok millî dünya görüşünün manevî-ruhsal yanlanm görür. Tek tek
sosyal gruplar hakkındaki çalışmalar sosyolojk-tarihsel metodu izler.
Sonuç olarak diyebiliriz ki bugünkü halk bilgisüun bilimsel çalışmala-nnda birçok değişik
karışık ilişkiler olsa da bütün metotlar birlikte etki gösterirler.
D. Halk Edebiyataida Anlama ve Anlatan Yöntemleri
1. Düz Anlatan Yöntemleri:
Direkt anlatımdır. Tarif ve izah etme usulüdür. Ders konulanmn, öğretmen tarafından
anlatılması esasına dayanan bir metottur. Buna takrir de denir. Anlatma en eski öğretim
metotlanndan biridir.131
Bir konunun aktanimasında veya bir dersin işlenişinde öğretmen öğren-cilerine doğrudan
hitap eder ve konuyu kendisi işler. Ayrıntıları bir bakışta görülmeyen, sebep sonuç ilişkileri
kolayca fark edilmeyen durumlarda bu metoda baş vurmak yerinde olur. Öğretmen, bu
metodu kullanırken ortaya bir takım fikirler koymalı, sentezler yapmalı, deliller göstermeli,
gerekli açıklamalarda bulunmalıdır.132 Bu metot, gerekli temel bilgilerin verilmesi, bilginin
kalabalık gruplara ulaştınîması, zamanın iyi kullanılması, kolay ve ekonomik olması
bakımından eğitim ve öğretim için faydalıdır, öğrencilerin kavramakta güçlük çektikleri veya
anlayamadıkları konularda öğretmen, anlatma yöntemine başvurur.133
Mesela Türk halk edebiyatmm öğretiminde halk hikayesi işlenirken öğretmen hîkayenin
tanımım, sınıflandınîmasını, özelliklerim, kahramanlarım öğrencilere anlatarak verebilir.
2. Soru-Cevap Yoluyla Anlatan Yöntemleri:
Öğretmenin bir konu hakkında öğrencilerine, soru yoluyla amaçlanan bilgileri sezdirme ve
kavratma metodudur. Bu metotta öğretmen, konu ile ilgili sorulan isabetli olarak önceden
seçmelidir. Hazırlanan sorular, öğrencileri mutlaka düşünmeye, şahsi yetenek ve
teşebbüslerini ortaya çıkarmaya yaramalı, onların muhakeme kabiliyetlerim geliştirmelidir.
Bu düşünceden hareketle soru-cevap metodu her konu için esas alınmalı; öğrencilerin zeka ve
düşünce melekesin! bu metotla geliştirmeli, işlenen konularla ilgili bilgi ve görüşlerim
öğrencilere kendi kendine buldurabilmelidir.134
Solulara verilen cevaplar yanlış da olsa dersin amacı bakımından faydalıdır, çünkü medenî
cesaret ve konuşma alışkanlığı kazandırılmış olunur.
131
Öğrencinin derse ilgisinin artmasında ve motive olmasına, düşünme yetene-ğinin gelişmesine
önemli ölçüde yardımcı olur.135
Derste halk hikayesinin özellikleri verildikten sonra bir halk hikayesi okutulup ardmdan
metinle ilgili daha önce hazırlanmış sorular sorularak öğ-rencilere hikayenin kahramanlan
buldurulur; mekan ve zamanla ilgili tespitler yaptırılır. Böylece halk hikayesinin
kavranmasına yardımcı olunur.
3. Drama Yoluyla Anlatan Yöntemleri:
Bİr olay, fikir veya durumun grup önünde dramatize edilmesi esasına dayanır.136
Bazı konularda geçen düşünce veya olaylar öğrencilere gösteri niteliğin-de yansıtılır.
Öğretmen bu metotla amacım kolayca sezdirip kavratmalı; bunun için de konu ile ilgili bir
takım araç-gereçlerden yararlanmalı, hatta yetenekli öğrencilerin jest ve mimiklerinden
istifade edebilmelidir. Böylece sınıfta sanatçı, konu, öğrenci bütünleşmesi sağlanmış
olacaktır.137
Özellikle tahkiyeli metinlerin işlenmesi esnasında yapılacak oyunlaştırma fayda sağlar.
Öğrenciler metindeki kahramanların kişiliğine bürünür, onların nasıl düşündüğünü, ne
hissettiğim, nasıl davrandığım yasayarak anlar. Bu metodun uygulanmasıyla öğrenciler
başkaları gibi hisseder, başkaları gibi düşünür ve başkaları gibi davranırlar,'38 paylaşmayı ve
paylaştırmayı öğrenirler.
Bir şiirin okunması, bir fıkranın anlatılması veya bir masalın canlandı-niması bu metoda
örnek verilebilir.
4. Bireysel Öğrenci Çalışmaları ile Anlatım Yöntemleri:
Öğrencilerin bireysel olarak bir konu hakkında araştırma yapmalarıdır. Öğrenci yaptığı
arşatırmayı öğretmenin de yardımı ile sınıfta sunar. Bu metot şu şekilde de uygulanabilir:
öğretmen her öğrenciden konuyla ilgili araştırma yapmasını isteyebilir. Mesela, öğrenciler
büyüklerinden mani'yi öğrenirler. Derste mani konuşu işlenirken her öğrenci bir mani
söyleyebilir.
5. Yavaş ve Hızlı Öğrenenlere Anlatım Yöntemleri:
Bir sınıftaki öğrencilerin hepsinin öğrenme düzeyi aynı değildir. Bazı öğrenciler normale
göre daha yavaş, bazı öğrenciler de daha hızlı öğrenebilir. Öğretmen öğrencileri hakkında
mümkünse rehber öğretmenlerinden bilgi almalı veya öğrencileri gözlemleyerek her
öğrenciye seviyesine uygun bir metot izleyebilmelidir. Yavaş Öğrenenlere özel ilgi
gösterilmeli, gerekirse konu onun anlayabileceği şekilde tekrar anlatılmalıdır. Bir sınıfta
çabuk öğ-
132
renenlerin derse ilgisini sürekli sağlamak da oldukça zordur. Öğretmen bunu göz önünde
bulundurarak çabuk öğrenenleri dersle ilgili başka faaliyetlere yönlendirebilmelidir.
6. Ezber Yoluyla Öğretim Yöntemleri:
Ezber; "bir metni veya bir sözü eksiksiz, tekrarlayabilecek biçimde akılda tutmadır."
Halk edebiyatının öğretiminde ezber yoluyla öğretimden de yararlanılmalıdır. Öğrenciye;
"koşma, türkü, mani, bilmece, atasözü, deyim, fıkra, tekerleme" ezberlettirilebilir. Böylece
çocuk, konu işlenirken hafızasındaki örnekleri hatırlayacaktır. Ayrıca atasözü, deyim vb.
ezberletilmesi çocuğa cümle yapışım verir, kelime hazinesin! zenginleştirir ve kendisine
güveni arttırır.
7. Grup Çalışmaları Yoluyla Anlatım Yöntemleri:
Bir sınıfta öğrencileri belli gruplara ayınp aralannda iş bölümü yapıp belirli bir ders konuşu
üzerinde çalışmalarım sağlamaya yönelik bir metottur. Gruba mensup öğrenciler
birbirlerinden istifade ederler, etkilendikleri oranda faydalanırlar.139 Amaç, grubun tüm
üyelerinin etkinliğe katılmasıdır. Grup çalışması pek çok şekilde olabilir. Mesela öğrenciler
gruplara aynlarak halk edebiyatıyla ilgili konular (masal, fıkra, hikaye, destan, bilmece,
atasözü, deyim, türkü, mani vb) gruplar arasında paylaştırılır ve öğrencilerden bu konulan
araştırmaları istenebilir. Gruplardan, masal, fıkra gibi türlerin canlan-diniması istenebilir.
E. Türkçenin Öğretiminde Halk Edebiyatı Türlerinden Faydalanma Yöntemleri
Türk Halk Edebiyaü'na ait 'Ninni, Mani, türkü, destan, atasözü, masal, tekerleme, deyim,
hikaye vb. tör'lerle 'Türkçenin, çocuklara öğretilmesi daha kolaydır. Böylece hem çocuğun
hayal dünyası zenginleşir, hem de doğruluk, güzellik, yardımseverlik, hayvan sevgisi, adalet
gibi kavramları öğrenmesi kolaylaşır. Ayrıca bu türlerin çocuğun kelime hazinesin!
zenginleştireceği, cümle yapışım geliştireceği de düşünülmelidir.
Bu yöntemler kullanılarak çocuğa öyle bir eğitim verilmelidir ki çocuk kopya kabul
etmemeli kendi kendine öğrenmiş olmalıdır. Bunun da başlama yaşı'ilköğretimin ilk sınıfları
'dır.
Bu cümleden olarak, ilk-orta öğretimlerimizde kültür aktanmında en önemli rolü üstlenmiş
olan Türkçe dersinin genel amaçları. Milli Eğitim Bakanlığı, 1739 sayılı Milli Eğitim Temel
Kanunu''nda140 açıkça belirtilmiştir.
ilkele-rine uygun olarak;
1. Öğrencilere; görüp izlediklerim, okuduklarım tam ve doğru olarak anlama gücü
kazandırmak; ; 2. Onlara: görüp izlediklerim, dinlediklerim, okuduklarım, incelediklerin!,
tasarladıklarım söz ya da yazı
133
Bu cümleden olarak programda belirtildiği gibi, Türkçe öğretimi aynı zamanda hedef kitlenin
"Ben kimim?" sorusuna cevap vermesidir.
Çocuklara millî kimlik kazandırma yolunda Türkçe öğretmenlerim büyük görevler
düşmektedir. Öğretmenin, araç olarak kullanacağı metinler kültür aktarımı ve millî kimlik
kazandırmak için çocuklara yol gösterici olmalıdır.
Çocuklanmıza "Türkçe'nin öğretiminde", Halk edebiyatı ürünlerinden;
ninni, mani, varsağı. Semaî, destan, türkü, güzelleme, koçaklama, taşlama, ağıt, nasihat,
hikaye.. vb'lerinden yararlanılmalıdır. Zira bu tör'ler, ezberleti-lirse, çocuk, hem zihnen
gelişir, hem kelime hazinesi zenginleşir, hem cümle yapışı kalıplaşır, hem kendine güveni
gelir, hem de Türkçeyi sever ki böylece Türkçe öğretimindeki hedefe de ulaşılmış olur. İşte
şimdi bu kültür varlıkla-nmızdan; ninni, mani, türkü ve destan'ın Türkçe öğretimindeki
fonksiyonlarım satır baştan ile vermeye çalışalım:
1. Ninniden Faydalanma Yöntemleri
Çocuğun uyumasının sağlanması ya da ağlamasının durması için, sade bir dille ve hece
ölçüsüne göre ezgili olarak söylenen ürünlerdir. Söyleyeni belli olmayan bu ürünler
dörtlüklerden ve nakarat bölümlerinden oluşur.
Ninniler, bizi anadilimizle tanıştıran musiki zevkini tattıran en hoş ve çocuk benliğine en
tesir eden ilk ürünlerdir. Ninnilerin şairi bestekarı annelerinüzdir (Demiray, 2003).
Ninni; "Annelerimizin çocuklarım uyutmak için söyledikleri türkülerdir ki, sabit şekli ve bir
edebi kıymeti yoktur" (Onay, 1996).
"Annelerin süt emen çocuklarım uyutmak için ezgi ile söyledikleri mamur ve mensur
sözlerdir" (Elçin, 2000).
"En az iki- üç aylıktan üç-dört yasma kadar annenin çocuğuna, onu ku-cağında, ayağında
veya beşikte sollayarak daha çabuk ve daha kolay uyutmak yahut ağlamasını susturmak için
hususi bir beste ile söylediği ve o an-daki halet-i ruhiyesini yansıtır mahiyette, umumiyetle
mani türünde bir dörtlükten meydana gelen türkülerdir' (Çelebioğlu, 1995).
Ninnilerin Ana Dili Eğitimindeki Önemi: Çocukların beyinlerindeki dil'le ilgili merkezlerin
gelişmesi, diğer bütün bilişsel fonksiyolann gelişmesi gibi uyarıcılar vasıtası ile olmaktadır.
Ninniler de bebeklerin dil merkezleri
ile doğru ve amaca uygun olarak anlatma beceri ve alışkanlığım kazandırmak; 3. Öğrencilere
Türk dilini sevdirmek, kurallarım sezdirmek; onları, Türkçeyi gelişim süreci içinde bilinçle,
özenle ve güvenle kullanmaya yöneltmek; 4. On/ara; dinleme, okuma alışkanlık ve zevkim
kazandırmak, estetik duygulannm geliş'meşinde yardımcı olmak: S. Türlü etkinliklerle
öğrencilerin kelime dağarcığım zenginleştirmek; 6. Onların, ulusal duygusunu ve ulusal
coşkusunu güçlendirmede kendi payına düşeni yapmak; 7. Sözlü ve yazılı Türk ve dünya
kültür ürünleri yoluyla, Türk kültürünü tanıma ve kazan-malannda: Türk yurdunu ve ulusunu,
doğayı, Hayatı, insanlığı sevmelerinde yardımcı olmak; 8.. On-lara bilimsel, eleştirici, doğru,
yapıcı ve yaratıcı düşünme yollarım kazandırmada Türkçe dersinin pa-yina düşeni
gerçekleştirmektir.
134
nin harekete geçmesinde ve Türkçenin fonotik yapışırım oluşmasında büyük öneme sahiptir.
En çok söylenegelen ninnilerden birisini ele alarak, çocuk üzerindeki etkisini görelim.
Dandini dandini dastana Danalar girdi bostana Kov bostancı danayı Yemesin lahanayı
Da ve na hecelerinin tekrarı ile yaratılan ritim, çocukta sakinleşmeyi yaratırken, ilerde
ağzından dökülecek hecelerin de bunlar olacağı muhakkaktır.
Hade benim yavrum ninni Uyuşun da büyüsün ninni Tıpış tıpış yürüsün ninni Ninni benim
yavrum ninni
Çünkü ninni 'lerie kendi dilinin ilk kelimelerim, nağmelerim alır, onun gelecekte
kullanacağı dilin ilk izleri ile birlikte Türkçenin hususiyetleri bu ninniler aracılığı ile zihninde
yer almaya başlar.
Ninnilerin çocuktaki dil bilincinin yerleşmesinde, gelişmesinde önemli katkıları olduğu
yadsınamaz bir gerçektir. Çocuklarınım büyütürken bu ge-leneğimizden onları mahrum
bırakmamaya özen göstermeliyiz. Ninnilerimiz-le büyüyen çocuklanmız, hem daha erken
konuşmaya başlar, hem de ileride konuşması kusursuz olur.
2. Maniden Faydalanma Yöntemleri
"her türlü hayat hadisesin!, aşk, gurbet, hasretlik, kıskançlık, tabiat vb. temleri işleyen
manilerin ilk iki mısrası duyu, düşünce ve hayalin giriş kısmı-nı teşkil eder (Kudret, 1980)" 3.
ve 4. mısralarda ise asıl konuyu vermeye çalışır" (Dizdaroğlu, 1969: 50).
Maninin Türkçe Eğitiminde Kullanılması: Örneklerle vermeye çalışa-lım:
Karadan
Gel geç gönül karadan Yarim gider gemiyle En giderim karadan Ciğerim göz göz oldu
Görünmüyor yaradan Ayırmasın Hak beni Kaşı gözü karadan
Kesik mani örnekleri, Türkçe dersinde bir dil bilgisi konuşu olan eş sesli (sesteş, cinaslı)
kelimelerin öğretiminde canlı ve güzel bir örnek olarak kullanılabilir. Yukandaki manide
görüldüğü gibi cinaslı kelime yazılıştan aynı,
135
anlamları farklı olan kelimelerdir. Karadan kelimesinin birinci anlamı esmer kişi, ikinci
anlamıysa toprak parçası anlamıyla kullanılmıştır. Kelimelerin değişik anlamlarım bilmenin
önemi belirtilebilir.
Değirmen üstü çınar
Çınarın altı pınar
Dışanm buz. bağlamış
içerim durma!, yanar
Manilerde halkın zengin düşünüşünü görüyoruz. Yukandaki maninin ilk iki mısraını
incelediğimiz zaman bir gözlem var ve bu direkt bir anlam ilişki-si olmayarak diğer mısralara
bağlanmıştır.
Maniler kuruluşu kolay, güzel ve duyguları en kısa biçimde söylemeyi sağlayıcı bir türdür.
Bu yönleriyle Türkçe öğretiminde kullanabiliriz, öğren-cilere herhangi bir konu seçerek bu
konu etrafında mani yazma ya da söyleme (atışma) çalışmaları yaptırılabilir. Atışmalar
sırasında öğrencilerin diksi-yonunu düzeltme imkanı da vardır. Şiir yazma çalışmalarının
başlangıç aşa-masında da bu törle yazmak öğrencinin kendisine güvenini sağlayarak, şiiri
sevmesine yardımcı olacaktır. Bu türün güzel örneklerim şiir defterlerine yazmaları şiir zevki
kazanmalannda yardımcı olacaktır.
Çocuk ritmik olan sesleri, kafiyeleri sever. Okuduğu şiirlerde de bunları ister. Maniler de
bu yönüyle çocukların ilgisini çekebilecek bir türdür. Kafiyelerin bol miktarda bulunması
nedeniyle dil bilgisinden kafiye konusunda malzeme olarak kullanabiliriz.
3. Türküden Faydalanma Yöntemleri:
"Düzenleyicisi bilinmeyen, halkın sözlü geleneğinde oluşup gelişen, çağdan çağa ve yerden
yere içeriğinde olsun, biçiminde olsun değişikliklere uğrayabilen ve her zaman bir ezgiye
koşulmuş olarak söylenen şiirlere türkü diyoruz. "w
Türküler, halkın duygu ve düşüncelerim yansıtan, yaşamım içine alan halk edebiyatı
ürünleridir. Halkın açılan, sevinçleri, tutkusu türkttier içinde yaşatılır.
"Halkın ruh halim, derdim, neşesin!, zevkim, dünya görüsünü, inancım, karşılattığı
hadiseleri yansıtan; hece ölçüsüyle bir veya dört mısralı bentlere çoğu defa bağlantıların
getirilmesiyle söylenen; manzum ve ezgili anonim ürünlere türkü denir. "l4
Türkülerinüz çocuğun dil zevkinin gelişimine büyük bir katkıda bulunacaktır. Müziğin ve
ezginin insan beyninde yarattığı etki, dilin vurgu, tonlama
136
ve ezgisi ile birleştiği zaman dilin estetik bir biçimde konuşulmasına büyük bir katkı
sağlayacaktır. Bu yüzden türküleri, öncelikle çocuğun ilk çağlannda dinleme becerisin!
geliştirirken kullamnamız mümkündür.
Çocukların seviyelerine uygun olarak seçilen metinlerin kaset veya CD'lere kaydedilip
sımfa götürülmesi, seçilmiş türkülerin öğrencilere ezber-letilmesi, dinleme eğitimi için çok
faydalı olacaktır. Dinleme eğitimi, ölçülmesi en zor etkinliklerden biridir. Bu yüzden
öğrencilerin dinleme becerileri-nin seviyesini tespit edemeyiz, öğrencilerin seviyesine uygun
seçilmiş türkülerin ezgileriyle beraber öğrencilere dinletilmesi eğitilmeleri için daha etkilidir.
Hemen hemen her türkümüzün bir hikayesi vardır. Derste türküyü işlerken aynı zamanda
türküdeki olayın hikayesin! de işleyebiliriz.
Türküler, dinleme becerilerinin yanında, anlama ve okuma becerilerinin ölçülmesi için de
kullanılabilir.
Çocuklara metni okuttuktan sonra onun öyküsünü de anlatması istenmelidir. Bu teknik,
çocuğun sesli okuma becerisi yanında anlatma becerisin! de geliştirecektir. Öğrenci türkünün
öyküsünü anlatırken olayın iyilikleri ve kötülükleri anlatacak. Bu anlatım esnasında ister
istemez taraf olacaktır. Bu tarafgirlik elbette iyi kahramandan ve iyiliklerden yana olacaktır.
Bu da çocuğun ahlakî gelişimi üzerinde olumlu etkiler bırakacaktır.
Türkünün Türkçe Eğitiminde Kullanılması:
a. "Çanakkale Savaşlannın üzerinden yıllar geçmesine rağmen Türk balkının o duyguları
daha dün gibi yaşamalannın nedenlerinin neler olabileceği" öğrencilere sorulacak, düşünceleri
alınacak.
b. Öğrencilere Çanakkale konulu roman, hikaye, şiir gibi yazı türleri okuyup okumadıkları
sorulacak.
c. öğrencilerden okuduktan eserler ile ilgili bilgi aldıktan sonra öğrencilere teyp ve kaset
aracılığıyla "Çanakkale Türküsü" dinletilecek.
Çanakkale Türküsü143
Çanakkale içinde vurdular beni Ölmeden mezara koydular beni Of gençliğim eyvah
Çanakkale köprüsü dardır geçilmez Al kan olmuş suları bir tas içilmez Of gençliğim eyvah
Çanakkale içinde aynalı çarşı Anne ben gidiyorum düşmana karşı Of gençliğim eyvah
137
Çanakkale içinde bir dolu testi
Anneler babalar ümidi kesti
Of gençliğim eyvah
Çanakkale'den çıktım yan basa basa
Ciğerlerim çürüdü kan kusa kusa
Of gençliğim eyvah
Çanakkale içinde sıra söğütler
Altında yatıyor aslan yiğitler
Of gençliğim eyvah
Çanakkale'den çıktım başım selamet
Anafarta'ya varmadan koptu kıyamet
Of gençliğim eyvah
Türkü, kelimelerin yüklendiği manaların öğrenciler tarafından bulun-masına çalışılarak
açıklanacak. Dil öğretimi kültür aktarımı olduğu için kültürel değerierimizden olan Türkülerin
önemi Türkçe öğretimi açısından büyüktür.
4. Destandan Faydalanma Yöntemleri:
Millî kimliğin oluşması, kendi milletimize ait olan kültür varlıklarınım tanımakla, okumakla
gerçekleşir. Bu kültür varlıklanmızın taşıyıcılanndan birisi de "destan "lardır. Destanlar;144
bir milletin bütün varlığım, üzüntüleri-ni, sevinç ve coşkularım kısaca, heyecanlarım
hareketlendiren bütün duygu ve düşünce yapışım oluşturan zenginlik hazineleridir. Milletlerin
millet olma yolundaki çabalanndan izler taşır ve bu çabaların hatıraları ile geçmişle gelecek
arasındaki zamanı canlı ve taze tutar. Bu cümleden olarak destanlar'in Türkçe eğitiminde
kullanılmasuu bir örnekle venneye çalışalım:
Hayvan Destanı
Örümcek tel çeker görünmez hayal Örümcek tel çeker görünmez hayal Akrep kimi soksa
olur bî-mecal Akrep kimi sokarsa olur dermansız Çekirge de yağar ol baran misal
Çekirge de yağar sanki yağmur gibi Hikmetine akıl erişmez amma Yüceliğine akıl ermez
amma
(Aşık Ömer)
Çeşitli konulardaki destanları incelendiğinde hayvan destanları muhteva itibariyle
çocukların ilgisini çekebilecek türdendir. Bu destanlar orijinal şekilleriyle alındığı zaman
çocuklar tarafından anlaşılamayabiHr. Ancak metnin yanma sadeleştirilmiş şekli verilerek
hem anlaşılması sağlanacak hem de çocukların eserin ilk haliyle tanışmaları sağlanmış
olacaktır.
BEŞÎNCÎ BÖLÜM
ÎLK VE ORTAÖĞRETİM PROGRAMLARİNA GÖRE HALK EDEBİYATI
KONULARININ KISA BİR DEĞERLENDİRİLMESİ
A. Öğretim Etkinliklerini Planlama / Amaç (Hedef)
Öğrenciden yana bir planlamayı bildirmektir. Buna göre, öğrencinin bir öğrenim süresi
içindeki uygulamalarım basan ile tamamlamış olduğunu bildiren bir deyim olmaktadır. Esas
olarak, tam anlamıyla bildirilmiş amaç, yazarın okuyana zihninde tasarladığı şekle (başarılı
bir öğrencinin durumu-nun gösteren resme) benzer bir resmi başkalannda da tecessüm
ettirdiği derecede anlamlıdır.
Bu itibarla:
*Bir öğretim amacı, muhtevanın tarifi veya özetinden çok, kastedilen sonucu tanıtır.
*Faydalı bir şekilde ifade edilmiş amacın özelliklerinden biri, öğrencinin, amaca ulaştığım
gösterirken ne yapacağım tarif eden davranış veya hareket terimleriyle ifade edilmesidir.
*Eğitim programının bütününe ait amaçlar, çeşitli özel ifadelerden mey-dana gelir.
*En faydalı şekilde ifade edilen amaç, bunu seçen kimsenin öğretim maksadının
iletenidir."145
Hedef, varılmak istenen nokta olarak tanımlanabilir. Her toplum, ya da birey belli bir
duruma gelmek isteyebilir. Örneğin, "çağdaş uygarlık düzeyi-nin üstüne çıkabilme,
demokratik, laik, sosyal adaletçi hukuk devleti olabil-me""gibi.146
Hedef, bir öğrencinin, planlanmış ve tertiplenmiş yaşantılar sayesinde kazanması
kararlaştırılan ve davranış değişikliği veya davranış olarak ifade edilmeye elverişli bir
özelliktir."147
140
2. Plan:
Plan, belli bir çalışmanın gayesini, metotlarım, zamanım (süresini) materyallerin niçin ve
nasıl kullanılacağım, başanya nasıl ulaşılacağım, elde edilen başarının nasıl
değerlendirilebileceğim önceden hazırlayıp kağıt üze-rinde belirtmek ve karşı kitleye
sunmaktır.
Plan, eğitimde başarının artmasında önemli bir rol oynar. Öğretmenin yıllık ve günlük plan
yapması, derse hazırlıklı girmesi pedagojik olarak zorunludur.
2a. Yıllık Plan:
Yıllık plan, öğretim yılı boyunca, hangi amaçlar ve bu amaçlara bağlı hedef davranışları
gerçekleştirmek üzere nelerin yapılacağım, hangi ayda, hangi haftada, hangi konuların ne
kadar zamanda işleneceğim belirtmektir.
Gezi, gözlemin ne zaman yapılacağım, günlük ödevler dışında hangi konularda ödevler
verileceğim gösteren plana yıllık plan denir. Yıllık plandan önce çalışma (akademik) takvimi
hazırlanır. 148
Hedef yazarken şunlara dikkat edilmelidir:
1. Hedef cümlelerinin sonunda "bügisi, becerisi, gücü, yeteneği, oluş, ilgililik, farkındalık
hoşgörürlük" gibi sözcüklerden biri bulunmalıdır. 2. Öğretmenin yapacaklan ya da okulun
görevi hedef olamaz. 3. Konu başlıktan hedef olamaz. 3. Hedefler kapsamh ve aynı zamanda
sınırlı olmalıdır. Yani bir hedef, bir öğrenme ürününü kapsamalıdır. 4. Hedeflerin hangi konu
içeriğiyle ilgili olarak gerçekleştireceği belirtilmelidir. Yani hedeflerde ders, kurs ya da içerik
belirtilmelidir. 5. Hedefle, hangi alanla ilgili olarak yazılıyorsa o alanın niteliklerine ve
basamaklarım» uygun olmalıdır. 6. Hedefler, birbirlerini destekler nitelikte ve nicelikte
olmalıdır. Bir ders için belirlenen hedefler, kendi içinde mantıksal açıdan tutarlı olmalıdır.
Hesaplanması. Bu işlem yapılırken:
Haftalık ders saatlerini bildiren çizelge temin edilir. Her ayda kaç hafta olduğu tespit edilir.
Tatil gü-nüne rastlayan ve yazılı sınavlara harcanan ders saatleri belirlenir. Toplam ders saati
bulunur. Yazılı yoklama ve tatil günlerine rastlayan ders saatleri, toplam ders sayısından
çıkarılır. Böylece bir eğitim ve öğretim yılında işlenecek ders saatlerinin sayışım bulunur.
Tespit edilen ders saatlerim dikkate alarak, işleyebileceğimiz konu sayışı belirlenir. Haftalık
ders saatlerim bildiren çizelge
Haftahk Ders Programı
L
Pazartesi
Sah
Çarşamba
Perşembe
Cuma
L
8A Türkçe
2
8A Türkçe
3
8A Türkçe
4
8A Türkçe
6
SATürk.
6
8A Türk.
önek:
Eylül ayma göre kaç hafta olduğunu ve kaç saat ders işlenebileceğinin hesaplanmasım
gösteren çizelge
l. Hafta 2. Hafta 3. Hafta 4. Hafta 6. Hafta Not: Eyla' göre ül
l ay ;ayı
P. Teri
5 12 19 26 mda be; uda 18 u
ha >at
Sah
6 13 20 27 fta buli dersva
Çarş.
7 14 21 28 malaktadır. rdır.
Perş.
l 8 15 22 29 .Okulla.
Cuma
2 9 16 23 30
C. Teri 3 10 17 24
Pazar 4 11 18 26-
6ıaı 6saı 6aaı ballar.
it it it Bu duruma
r eylülün uçunca haftaamda
141
Yıllık Plan Yaparken Şunlara Dikkat Edilmelidir: ilköğretim okulları Türkçe programı
okunmalıdır.
Konulan basitten zora doğru sıralanıp, her haftaya yerleştirilmelidir.
Anlama ile ilgili konularda önce dinleme ve izleme tekniği verilmelidir. Öğrenciye dinleme
becerisi kazandırılmadan okuma veya anlatma alış-kanhğı verilemez.
Konular (davranışlar) ve amaçlar arasında yakınlık ve uyum olmalıdır. (Aşağıda verilen bir
haftalık yıllık plan örneğinde olduğu gibi.)
Yöntem ve teknikler bölümünde, konunun özelliğine uygun, en az üç ve her konuya ait
yöntemler belirtilmelidir. (Konunun özelliğine göre soru-cevap, takrir, tartışma, analiz, sentez,
gözlem metotları uygulanacaktır ifadesi kullanılmaz.)
Konulannın işlenebilmesini sağlayabilen metinler bulunmalı, kaynak ve araçlar bölümünde
gösterilmelidir. (Kaynak kitaplannın adı, yazannın adı soyadı, nereden alındığı, hatta sayfa
numarası belirtilmelidir.)
Kaynak ve araçlar bölümünde işlenecek parçanın adı, yazan, hangi kitaptan alındığı hatta
sayfası belirtilir. (Aşağıda verilen bir haftalık yıllık plan örneğinde olduğu gibi.)
Zümre öğretmenleriyle işbirliği bölümünde gerek duyulursa bir şeyler yazılmalıdır.
Akademik takvim hesap edilirken haftada bir gün görünse hile bir hafta olarak düşünülür.
Bu duruma göre Eylül ayında 5 hafta vardır. Haftalık ders programına göre ders saatlerinin
tatile
gelmediğim dikkate alırsak. Eylül ayında 16 saat ders vardır.
Her ay,'bu siateme göre hesaplanır. Böylece bir yılda toplam girilecek ders sayışı bulunur.
Örnek Her ayı yukandaki sisteme göre hesaplanırsa:
Eylül ayında .................................................... 18 saat
Ekim ayıda..—..—.—......................................... 22 saat
Kasım ayında................................................... 24 saat
Aralık ayında................................................... 20 saat
Ocak ayında..................................................... 20 saat
Şubat ayında.................................................... 10 saat
Mart ayında..................................................... 20 saat
Nisan ayında ................................................... 24 saat
Mayıs ayında................................................... 22 saat
Haziran ayında.................................................. 8 saat
Toplam............................................................. 90 saat
Akademik (î;) takvimi hesaplandıktan sonra yıllık planın yapılmağı için aşağıdaki işlemler
yerine getirilir.
1. Bir öğretim yılında Türkçe dersinin toplam ders sayışı bulunur. (Yukandaki hesap
sistemine göre),
2. Toplam ders saatinde isleyebileceğiniz konu sayışı tespit edilir. Türkçe programında "
öğrencilerin faiMm-gHan davranışlar^ konu olarak alınır. 3. Toplam ders sayısından yazılı
yoklama saatleri çıka-rılır. Her dönem için 3'er saat. toplam 6 saat. Muhtemelen oluşabilecek,
öğretmenin iradesi dışında "kar, soğuk, yağmur, grip, hava kirliliği gibi) okulun tatil
edilebileceği var sayılarak bir hafta veya 10 günlük ders sayışı toplam ders saatinden
düşürülür. 4. (Toplam ders saati 188) - (yazılı sınav saatleri 6 saat + Muhtemel tatil için 10
saat = 182) = 174 İşlenecek konular 174 saatte bitirilecek şekilde plan yapılır.
Not1 Her yıl okul müdürlerine bir öğretim yılında en az işlenebilecek ders sayışı bildirilir.
Sizin toplam dere saatinizle okul müdüründen veya tebliğler dergisinden öğreneceğim toplam
ders saatinin birbiriyle örtüşmesi gerekir.
142
Ödevler bölümünde ödevin konuşu, verildiği tarih ve toplanacağı tarih yazılır.
Yazılı yoklama bölümünde hangi ay ve hangi hafta, hatta gün ve saat belirtilmelidir. Yazılı
yoklama bir saat içinde yapılacağı belirtilmelidir.149
2b. Günlük Plan:
Günlük planlar temelde, öğretmenin dersine hazırlıklı girme ve öğrenci-sini daha iyi
yetiştirme, anlayışına dayanmaktadır. Öğretmen olarak görevi-miz, çocuklanmıza dinlemeyi,
anlamayı, anlatmayı, düşünmeyi, doğru karar vermeyi, okumayı, okuduğunu çeşitli yönleriyle
kavrayabilmeyi ve doğru ve etkili yazabilmeyi öğretmektir, öğrencinin üretken olabilmesi için
gerekli olan bilgi ve becerileri kazandırmalıyız. Bunu gerçekleştirmek için de her işte olduğu
gibi eğitim ve öğretimde de, daima planlı çalışmanın önemim bilmeliyiz.
Öğrenciler için faydalı ve yerindi bir ders ancak, öğretmenin sınıfta işlenecek konuya çok
dikkatli bir şekilde hazırlanması ile mümkündür.
Kitabın 2. baskısı esnasında aldığımız yeni bir bilgi ile, 2098 sayılı Tebliğler Dersi'nde
"Günlük Han Form ve Esastan", 2551 sayılı Tebliğler Dergismüe yeni şekliyle yayınlanmıştır.
Bu sebeple ünitelendirilmiş yıllık plan ve günlük planların okurlanmız tarafından ona göre
değerlendirilnıesigerekir.l50
"ı Eylül Ayma Ait Bir Haftalık Yıllık Plan Örneği Eylül Ayı ders planı:
Konu
Amaçlar (Hedef)
Hedef Davranış
3 Hafta
Anonim Halk Edebiyatmda Manzum Eserler (Mani)
l. Maninin özelliklerim tanıvabilme. 2. Maniyi diğer nazım şekillerinden ayırabilme.
l. Maninin Özelliklerim tanıma. 2. Maniyi diğer nazım şekillerin" den ayırma.
Kaynak-Araç ve gereçler
Zümre Öğretmenler
Ödev
Yöntemler
Yazılı Sınavlar
Orhan Okay
G. U. Eğitim Fak.
Konu:
soru'cevap,
Öğretim üyelerinden
•Türk Dili ve
Prof. Dr. A. Güzel
Veriliş Tarihi:
takrir, tartış
Edebiyatı-l" 8.49
H. Ed. Manzum
02. 11.2002
ma,
Osmanlıca Sözlük TDK
Eserlerin Kafiye
analiz, sentez,
İmla Kılavuzu TDK
anlayışı hakkında
Topl. Tarihi:
sınıfta Konferans
03. 05. 2003
verecek.
Not: Yıllık plan ile günlük plan uyum olmasına dikkat etmeliyiz. "o Günlük Plan
Dergin Adı......: Halk Edebiyatı
Konunu Adı....: Anonim Halk Edebiyatında Nazım Türleri
Sınıf..............: Lise 3/A
Dere Süreri....: Üç ders Saati (45+46+45)
öğretim Tekniği (Yöntemler): soru-cevap, takrir, tartışma
Amaç (hedefim Konunun Amacı ve Davranışlar: Maninin özelliklerim tanıvabilme. Davranış:
Maninin özelliklerim tanıma Amaç (hedef): Maniyi diğer nazım şekillerinden ayırabilme.
Davranış: Maniyi diğer nazım şekillerinden ayırma. Kaynak Araç ve Gereçler: Orhan Okay "
Türk Dili ve Edebiyatı -l" e. 49 Osmanlıca Sözlük TDK, İmlaKılavuzu TDK
143
3. Öğrenci ve Öğretmenlerin Merkezileşme Sürecinde Müşterek Çalışmaları
Orta dereceli okullarda öğrenci merkezli ders anlatılmalıdır, öğretmen koordinasyonu ve
çeşitli yöntemleri kullanarak öğrencinin derse katılımım sağlamaya çalışmalıdır, öğretmen,
tanımları öğrenciye yaptırır. Doğru cevapları öğrenciye söyletmeye çalışır. Eğer öğretmen
merkezli ders anlatılırsa öğrenci dinler ama dersi anlamaz. Öğrenci merkezli ders işlenirse
öğretmenin sımfa hakim olması kolaylaşır, öğrencinin derse kaülması söz konuşu oldu-
ğundan dinleme ve anlama gerçekleşecektir.151
DerBm İslenir
Öğrenci derse motive edilir. Yani öğrencilerin derse ısınmağı sağlanır. Okuma metni
öğretmen tara-findan okunur. Öğrencilerin dikkatle dinlemesi sağlanır. Öğrenciye okutturulur.
Öğrendye anlattın-lir. Metnin anlaşılması için gerekli çalışmalar (Şiir ise; kavram çalışmaları
yapılır, beyitler açıklanır, metnin anlaşılması için sorular sorulur, sanatlar bulunur ve
açıklanır. Yazı türü hakkında çahşmalar) yapılır. Yazar hakkında bilgi verilir Değerlendirme
sorulan cevaplandırılır. (Konu işlendikten sonra, öğrencilerin konuyu anlayıp anlamadıldanni
tespit etmek amacıyla sorulur.) Değerlendirme bölümünde konunun zamanında bitirilip
bitirilmediği ve konunun anlaşılmayan kısımları tespit edilir ve anlaşılmayan bölümler en
yakın zamanda zamanda tekrar edilir. "ı örnek: Çalıyma
1. Eğitilmiş kimselerden olgun bir davranış beklenir. " ifadesi bir cümle midir? Cümledir.
2. O halde bu cümle bir yargı ifade eder mi?
- Eder.
3. Eğitim için ne söylenebilir?
İnsanı insan yapan adeta sihirli bir güç olduğu.
4. Birinci sorudaki cümlenin yüklemi nedir?
Beklenir 6. Oznesi nedir?
Olgun bir davranış.
6. Bir tek yargı içeren cümleleri yapı bakımından basit cümleler denir. Peki bu cümle basit
nedir? Evet basittir.
7. Kelimenin gerçek anlamından farklı bir anlamda kullamhnasına mecaz denir. Metindeki
mecaz kelimeler hangileridir?
Sihirli, sağhk, olgun, ipuçları, sivrilikler.
8. "Sağlıklı" kelimesi dendiğinde akhmıza ilk hangi alan gelir? Sağhk durumu iyi olan,
sağlam.
9. Peki ilk anlam kelimenin hangi tür anlamıdır?
•Gerçek anlamıdır.
10. Metinde atasözü kullanılmış mı?
-Evet.
11. Nedir?
Olgun başak dik durmaz.
12. Bu atasözü mecaz anlamda mı kullanılmıştır? Evet
13. Bu atasözünün yüklemi nedir? Durmaz.
14. Oznesi nedir? Olgun başak.
15. Peki ya dolaylı tümleci nedir? Cümlede dolaylı tümleç yoktur.
16. O halde zarf tümleci hangisidir?
• Dik.
17. Bu cümlenin yapı bakımından türü nedir? Basit cümledir.
18. Neden basit cümledir? Bir tek yargı içerdiği için.
144
4. Kavram ve Fikirlerin Değerlendirilmesi
işlenen fikir, kavram ve konuların öğrenciler tarafından anlaşılıp anlaşılmadığım tespit
etmek, genel bir tekrar mahiyetinde değerlendirme çalışmaları yapılır. Ancak değerlendirme
sorulannda -çalışmalannda belirtilen soruların özelliklerine dikkat edilmesi gerekmektedir.152
19. Bu cümle oluinlu nıu olumsuz mudur? Olumsuzdur.
20. Bileşik cümlenin özelliği nedir?
İçinde bir tek temel yargı ile yeteri kadar yardımcı yargı bulunan cümlelerdir.
21. Metinden bir örnek veriniz,
Bu sözde, kendini ve başkalarım tanımnir genel toplum kurallanna göre hareket etmek gibi,
aşı* rılıklardan yahut sivriliklerden uzak, normal davramşa övgü vardır.
22. Bu cümlede mecaz kelime var mıdır? - Vardır.
23. Hangisi.
Sivriliklerden.
24. Bu kelimenin gerçek anlamı nedir?
Ucu keskin ve batıcı olan. 152 Küçükbasmacı, Gülten. Seminer Çalışmaları. Değerlendirme
Çalışmaları:
• Alıştırma, test, araştarma-inceleme, muhakeme etme, deney ve gözlem yapma husualarma
yer veri-
lip verilmediği, » Ilgih bölüm ve ünite ile ilgili sorulann, öğrencilere kazandınîması
amaçlanan bilgi, beceri, tutum,
tavır, davranış ve iş ahşkanlıklanmn tamamım kapsayacak şekilde işlenip işlenmediği,
• Soruların, öğrencinin kendi kendini değerlendirmesine imkan sağlayıp sağlamadığı, >
Soruların, öğrencileri henüz kazanamadıkları bilgi, beceri, tutum ve davranışları
kazandırmaya teşvik edip etmediği,
• Değerlendirme çalışmalannda; araştırma ve inceleme konuları, öğrencilerin farklı ilgi
düzeyleri ve çevreleri ne derecede dikkate ahnarak işlenmiştir.
• Araştırma, inceleme, deney ve gözlem konularının öğrencilerin farklı ilgi düzeyleri ve
çevreleri dikkate ahnarak belirlenip belirlenmediği."
• Talim Terbiyenin onayından geçmiş Ders Kitaplannda metinlerin basında "hazırlık
çalışmaları" ve metnin sonunda değerlendirme çalışmalan yer ahr.
Değerlendirme çahşmalannda belirtilen sorulann;
• Değerlendirme çalışmalarının özelliklerim taşıyıp taşımadığı tespit edilir. (Yani konu veya
metin incelendikten sonra, konunun anlaşılıp anlaşılmadığım ortaya koyan bir özelliği
olmalıdır. )
• Eğer böyle bir özellik yoksa, bu eoru değerlendirme çalışmalanna ait bir soru değildir.
• Soru ve değerlendirme çalışmalannda aşağıda belirtilen değerlendirme çalışmaları "36. 37.
38. 39." maddelerinde belirtilen özellikleri arayacağız.
36. Ahştırma, test, araştırma'inceleme, muhakeme etme, deney ve gözlem yapma hususlanna
yer veri' lip verilmediği,
37. ilgili bölüm ve ünite ile ilgih sorulann, öğrencilere kazandıruması amaçlanan bilgi, beceri,
tutum, tavır, davranış ve iş ahşkanhkiannın tamamım kapsayacak şekilde işlenip işlenmediği,
38. Sorulann, öğrencinin kendi kendini değerlendirmesine imkan sağlayıp sağlamadığı,
39. Soruların, öğrencileri henüz kazanamadıklan bilgi, beceri, tutum ve davramşian
kazandırmaya
teşvik edip etmediği, Değerlendirme çalışmalannda; araştırma ve inceleme konulan,
öğrencilerin farklı ilgi düzeyleri ve
çevreleri ne derecede dikkate ahnarak işlenmiştir. Araştırma, inceleme, deney ve gözlem
konulannın öğrencilerin farklı ilgi düzeyleri ve çevreleri dikkate
ahnarak belirlenip belirlenmediği." Örnek Çahşma
Konu işlendikten sonra sorulan sorulara bakalun;
1. Mani nedir?
2. Verilen mani örneğinde maninin şekh hakkında bildiklerim anlatınız.
3. Maninin diğer nazım türlerinden ayıran özellikleri nelerdir?
145
B. Türkçe- Edebiyat Ders Programlannda İşlenen Halk Edebiyatı Konulan
Doğuş hususiyetleri ne olursa olsun, anonim ve kollektif karakter taşıyan mahsullerle;
efsane menkabe, destan, masal, hikaye, atalar sözü, fıkra, bilmece, mani, ninni, ağıt ve köy
orta oyunu dediğimiz mahsulleri; meddah, karagöz ve ortaoyunu hatta kukla, halk edebiyatı
ürünleri adı altında toplanabilir (Elçin, 1993: 4). Belirtilen bu halk edebiyaü ürünleri, gerek
ilköğretim Okulu Türkçe dersi programlannda, gerekse Orta Öğretim Türk Dili ve Edebiyatı
dersi programlannda öğrencilere bilgi ve beceri ve davranış kazandıracak bir araç olarak yer
almaktadır. Bunun yanında halk edebiyatı, Türk edebiyatı tarihinde de bir alan olarak
incelenmektedir.
Bu sebeple üniversitelerin Türkçe Eğitimi, Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi, Türk Dili ve
Edebiyatı ve hatta Sini/Öğretmenliği ve Okul Öncesi Eğitimi Bölümlerinde okuyan öğretmen
adaylannın halk edebiyatı ürünlerinden kaynak ve araç olarak yararlanmayı bilmeleri gerekir.
Okullanmızın müfredat programlannda yer alan Halk edebiyatına ait konularaı aşağıdaki
şekilde gösterebiliriz. Onlar da:
7. İlköğretim Türkçe Programlannda İşlenen Halk Edebiyatı Konulan 153
Programda halk edebiyatıyla ilgili, doğrudan belirtilen amaç ve kazandı-niacak davranışlann
yanında, halk edebiyatı ürünlerinin araç olarak kullanılmasıyla daha kolay kazandınlabilecek
bilgi ve becerilerle ilgili maddeler de bulunmaktadır. Burada daha çok halk edebiyatıyla
doğrudan ilgili madde-lere yer verilmiştir. Bu maddelere geçmeden önce, Programdaki Genel
A-maçlar ve Açıklamalar bölümleri incelendiğinde de halk edebiyatı ürünlerinden
yararlanmayı gerektiren hususlara yer verildiği görülecektir.
Programın Genel Amaçlar bölümünde;
Sözlü ve yazılı Türk ve dünya kültür ürünleri yolluyla, Türk kültürünü tanıma ve
ka7.anmala.nnda; Türk yurdunu, ulusunu, doğayı, hayatı, insanlığı sevmelerinde yardımcı
olmak, maddesinde belirtilen amaca ulaşmada;- banşı, sevgiyi, doğa sevgisini, vatan sevgisini,
vatan için fedakarlık göstermeyi ve çalışmayı anlatan masal, hikaye vb. halk edebiyatı
ürünlerinden,
Yukarıda verilen sorular işlenen konu ile alakalı ve konunun anlaşılıp anlaşılmadığım tespit
ettiği için değerlendirme sorulandır. Teknik olarak yukarıda ifade edilen 36. 37. 38. 39.
maddelere uyum sağlayacak şekilde somlara dikkat edilmelidir.
Birinci, ikinci ve üçüncü soru 38. maddeye uygundur. Çünkü öğrenci kenedi kendini
değerlendirme imkanının bulmaktadır.
Birinci, ikinci ve üçüncü soru 36. 27. 39. maddelere uygun sorulmuştur.
Yukarıda verilen soruların 36. Maddeye kısmen uygun değildir. Çünkü, test tekniğim
becerisin; kazandıracak herhangi yönlendirme yoktur.
ı" T. T. K. B'nın 22. 09. 1981 tarih ve 172 sayılı karan ile kabul edilmiş; 06. 07. 1981 tarih ve
2098 sayılı Tebliğler Dergisinde yayımlanmıştır.
146
Türlü etkinliklerle öğrencilerin kelime dağarcığını geliştirmek, madde-sinde belirtilen
amaca ulaşmada da; masal, hikaye anlatma-anlattırma; bilmece sorma-sordurma; hikaye ve
masalları dramatize ederek oynattırma; halk oyunları ve mahallî çocuk oyunları oynattırma;
karagöz, ortaoyunu gösterileri yaptırma gibi etkinüklerinden yararlanılabilir Ayraca bu
etkinliklerle öğrenciler arasında iletişim gelişir, öğrenciler sosyalleşir ve eğlenirler.
Belirtilen bu çalışmalar aynı zamanda öğrencilerin anlama ve anlatma becerilerim
geliştirmeye yardımcı olacaktır.
Programın Açıklamalar bölümünde öğrencilere okuma alışkanlığı ka-zandınîması gerekliliği
vurgulanmaktadır. Öğrencilerin okuma eğilimlerinin saptanarak hoşlandıkları türleri
okumaları yönünde teşvik etmek gerekir. Özellikle ilköğretimin ilk yıllannda eğlendirici,
dikkat çekici olmaları ve öğrencilerin zihinsel yapılanna uygunluk yönüyle halk edebiyatı
ürünleri öğrencilere okuyup dinlemeleri yönünde tavsiye ve teşvik edilebilir.
Yine bu bölümde, Türkçe dersleri öğrencinin;
Ulusal kültürümüzün değerli eserleri île karşılaşmasını sağlayarak ulusal bilincim ve ulusal
coşkusunu; güzel metinlerin zevkim tadarak duygusunu ve Türk dilme olan sevgisini
geliştirecektir, denilmektedir. Bu bilgi beceri ve duyguların kazanıhp geliştirilmesinde halk
edebiyatı ürünleri büyük katkı sağlayacaktır.
Halk edebiyatı mahsullerine ait metinler, metin inceleme çalışmalannda da bir araç olarak
kullanılabilir. Böylelikle öğrenci hem halk edebiyatım tanımış, genelde edebiyatı bilgi
seviyesinde öğrenmiş hem de bu metinlerdeki kültürel unsurları kazanmış olacaktır.
Halk edebiyatı metinlerinin dil inceleme-dil bilgisi çalışmalannda kulla-nılması yoluyla da
öğrencinin yeni ifade kalıpları öğrenmesi ve bunları kullanabilme alışkanlığı kazanması
sağlanmış olacaktır.
Halk Edebiyatı Ürünleri Yönünden ilköğretim Okulu Türkçe Progra-mında Öğrencilerin
Kazanacakları Davranışlar (Bilgi Beceri ve Alışkanlıklar):
147
ANLAMA (Dinleme ve izleme. Okuma, Anlama Teknikleri Bakımın-
dan)__________________
1. Sımf
2. Sınıf
3-5 dakikalık bir masalı dinleyebilmek (anlatanı, kitaptan okuyanı, teyp, pikap vb.
araçlardan),
Dinlediği, görüp izlediği ya da okuduğu düzeye uygun (3-5 dakikalık) bir masaldaki, öykü vb.
ndeki kahramanların kimler oldu-ğunu belirtebilmek,________________________
6-8 dakikalık bir masalı ve öyküyü dinleyebilmek (anlatanı, kitaptan okuyanı, teyp, pikap vb.
araçlardan), Açık yazılmış basit bir öyküyü kişilerin konuşmalarım canlandı-rarak
okuyabilmek,
Düzeyine uygun tekerleme ve şiirler okuyabilmek, Dinlediği, görüp izlediği (3-5 dakikalık) ya
da okuduğu düzeye uygun bir masaldaki, öykü vb. ndeki kahramanların kimler oldu-ğunu,
olayların geçtiği yer ve zamanı anlayıp belirtebilmek,
3. Sınıf
4. Sınıf
8-10 dakikalık bir masalı ve öyküyü dinleyebilmek (anlatanı,
kitaptan okuyanı, teyp, pikap, radyo vb. araçlardan),
Açık yazılmış basit bir öyküyü küçük hareketlerle ve kişilerin
konuşmalarım canlandırarak okuyabilmek,
Düzeyine uygun tekerleme ve şiirleri okuyabilmek,
15-20 dakikalık bir masal, öykü, bandım dinleyebilmek, bir röportajı, bir belgesel filmi ve bir
çocuk filmim izleyebilmek,
Dinlediği, izlediği bir filmin, oyunun okuduğu bir öykünün (hikayenin) olayım belirtebilmek,
belli başlı kişilerin fiziksel ve karakter özelliklerim, olayın geçtiği yeri ve zamanı
belirtebilmek, Dinlediği, izlediği bir konuşmanın, filmin ve benzerlerinin okuduğu bir öykü
yazısının (masal, öykü, fıkra vb.) 100-150 kelimelik bir mektubun ana fikrini ve bir iki
yardımcı fikrini anlayıp belirtebilmek,____________________ ______
5. Sınıf
20-25 dakikalık bir masal, öykü, bandım dinleyebilmek, bir röportajı, bir belgesel filmi ve bir
çocuk filmini izleyebilmek, izlediği bir filmin, bir oyunun, okuduğu bir öykünün (hikayenin)
olaylarım belirtebilmek, belli başlı kişilerin fiziksel ve karakter özelliklerim, olayın geçtiği
yeri ve zamanı belirtebilmek,_____
6. Sınıf
Bir yazıdaki kelimelerin gerçek ve mecaz anlamlarım kavrayabilmek, kelime gruplarım,
benzetmeleri, atasözlerini çözümleyebilmek,__________________________
7. Sınıf
8. Sınıf
Bir yazıdaki kelimelerin, kelime gruplannın benzetmelerin, ata-sözlerinin anlamlarım
çözümleyebilmek,
Bir yazıdaki kelimelerin, kelime gruplannın benzetmelerin, ata-sözü ve özdeyişlerin
anlamlarım çözümleyebilmek,________
ANLATMA (Sözlü ve Yazılı Olarak)
l. Sınıf Kısa bir masalı, bir öyküyü anlatabilmek,
2. Sınıf
Düzeye uygun bir masalı, bir öyküyü vb. 3-5 cümle ile anlatabilmek, Bazı tekerlemeleri
söyleyebilmek, düzeye uygun ve sanat değeri
148
olan şiirleri ezbere okuyabilmek.
Düzeye uygun kısa bir masalı, bir öyküyü resimlere bakarak 8-10
cümle ile sınıfça yazabilmek,
3. Sınıf
Okunan ya da dinlenen düzeye uygun bir masalı, bir öyküyü izlenen düzeye uygun bir çizgi
filmi, olaylar dizisini bozmadan, ana çizgileriyle anlatabilmek,
Okunan ya da dinlenen düzeye uygun bir masalı, bir öyküyü izlenen düzeye uygun bir çizgi
filmi, olaylar dizisini bozmadan, ana çizgileriyle en az 5-6 cümle ile yazabilmek,
4. Sınıf
İzlenen düzeye uygun bir filmi, okunan ya da dinlenen 150-200 kelimelik bir olay yazışım
(masal, öykü, anı, gezi vb.) anlatabil-mek, ana fikrini kısaca belirtebilmek,
5. Sınıf
izlenen düzeye uygun bir filmi, okunan ya da dinlenen 200-300 kelimelik bir olay yazışım
(masal, öykü, anı, gezi vb.)kısaca sırasıyla anlatabilmek, ana fikrini belirtebilmek, Basit
atasözü ve özdeyişlerin anlamlarım açıklayabilmek, izlenen düzeye uygun bir filmi, okunan
ya da dinlenen 200-300 kelimelik bir olay yazışım (masal, öykü, anı, gezi vb.) özetleye-
bilmek, ana fikrini belirtebilmek,
6. Sınıf
Düzeyine uygun kelime grupları, atasözü, özdeyiş ve deyimleri açıklayabilmek,
7. Sınıf
Kelime, kelime grupları, atasözü, özdeyiş, deyim ve benzetmeleri açıklayabilmek,
8. Sınıf
Atasözü, özdeyiş, deyim, kelime, kelime grupları ve benzetmeleri açıklayabilmek,
2. Lise Edebiyat Programlannda işlenen Halk Edebiyatı Konulan154
Adında da geçtiği gibi bu program, daha çok bir öğretim programıdır. Yani program
alışkanlık, beceri ve davranış kazandırmaya değil, konulara dayandırılmıştır. Öğretilecek
bilgiler konulara bölünerek verilmiştir. Halbuki ilköğretim Türkçe programı, davranış
temeline oturtulmuştu.
Program, Edebiyat, Türk Dili ve Kompozisyon ana başlıkları altında üç yıla göre
düzenlenmiştir. Konumuz olan halk edebiyatı, Türk edebiyatı içinde verilmiştir. Halk
edebiyatının sınıflara göre ders programlannda ele alınış şekilleri şu şekildedir:
""' T. T. K. B'nın 18. 09. 1992 tarih ve 293 sayılı kararı ile kabul edilmiş; 1992-1993eğitim ve
öğretim yılından itibaren uygulanmaya başlamıştır.
149
9. Sınıf
A. Türk Halk Edebiyatında Manzum Eserler:
1. Türk halk edebiyatında belli başlı nazım şekilleri ve nazım türleri (mani. türkü, koşma,
semai, ilahi, nutuk, ninni vb.)
2. Hece ölçüşü ve özellikleri
3. Anonim halk edebiyatı Türk şiiri
4. Dini- tasavvufî Türk şiiri
5. Aşık tarzı Türk şiiri
Eserlerinden faydalanılacak şahsiyetler: Yunus Emre, Aşık Veysel Şatıroğlu, Karacaoğlan,
Ercişli Emrah, Kaygusuz Abdal, Aziz Mahmud Hüdaî, Erzurumlu Emrah.
B. Türk Halk Tiyatrosu
(Karagöz, meddah, ortaoyunu ve köy seyirlik oyunları)
10. Sınıf
10. Sınıf
A. islamiyet Öncesi Türk Edebiyatı
1. Devrin genel özellikleri
2. Eserler
a. Sözlü eserler
1. Sagular
2. Koşuklar
3. Savlar
4. Destanlar (Oğuz Destanı, Ergenekon Destanı vb.) b. Yazılı örnekler
Göktürk Kitabeleri (Metinleri)
3. Dünya Edebiyatı Karşılaştırmalı (Destan örnekleri) B. İslamî Devir Türk Edebiyatı
Yüzyıllara göre genel özellikleri vb. Eserler. Manas Destanı Eserlerinden faydalanılacak
şahsiyetler:
Nasrettin Hoca (Fıkra örnekleri). Dede Korkut Hikayeleri
(Anonim)
Aşık edebiyatının genel hatları ile tanıtımı Eserlerinden faydalanılacak şahsiyetler:
Köroglu, Aşık Garib Hikayesi, Karacaoğlan, Aşık Ömer, Kerem île Aslı Hikayesi, Erzurumlu
İbrahim Hakkı.
C. XIX. Yüzyıl Türk Edebiyatı
Genel özellikler Eserlerinden faydalanılacak şahsiyetler:
Dadaloglu, Seyrani, Bayburtlu Zihni, Erzurumlu Emrah.
11. Sınıf
A. Günümüz Halk Edebiyatı
1. Genel Özellikler
2. Eserler Eserlerinden faydalanılacak şahsiyetler:
Aşık Veysel, Erzurumlu Yaşar Reyhanî, Karslı Murat Çobanoğlu, ŞerefTaşlıova
150
3. İlköğretim ve Use Programlarındaki Halk Edebiyatı Konulanmn Değerlendirümesi
Bilindiği gibi ilköğretimde metinler dil becerüerinin geliştirilmesine yönelik bir araç olarak
kullanıhrken, orta öğretimde birden bire bu metinlerin edebiyat yönü ele alınmaya başlanır.
Dil becerileri. Kompozisyon başlıklı bölümde incelenir. Dolayısıyla ilköğretim ile orta
öğretündeki dil eğitimi çalışmaları bir kopukluk gösterir.
Lise Türk Dili ve Edebiyatı Programına yönelik eleştirilerin basında klasik Türk edebiyaüna
(divan edebiyatı) çok ağırlık verildiği gelmektedir (TED, Orta Öğretim Kurumlannda Türk
Dili ve Edebiyatı Öğretimi ve Sorunları, 10-11 Nisan 1986). Yine bunun yanında programla
ders kitapları arasındaki uyumsuzluk öne çıkartılmaktadır. Programın Açıklamalar bölümü
dikkate alınmadan sadece konular kısınma göre ders kitapları hazırlanmaktadır. Bu da
programın esnek yönünün kullanılmaması anlamına gelmektedir.
Programda halk edebiyatı, bir edebiyat tarihi bakış açısıyla ele alınmaktadır. Bilinen en eski
sözlü ve yazılı eserlerden itibaren kronolojik bir sıralama içinde konular belirtilmiştir.
Sonradan yapılan eklemelerle günümüzden ancak iki aşığa yer verilmiştir (Şeref Taşlıova,
Murat Çobanoğlu). Bu durum da halk edebiyatım yine günümüzden, halk yaşamından uzak
bir edebiyat gibi göstermektedir. Halbuki, annesinden dinlediği ninnilerle, masallarla uyuyan;
arkadaşlarıyla birbirlerine sordukları bilmecelerle, söyledikleri tekerlemelerle eğlenen;
deyimlerle, atasözleriyle dilini güzel ve etkin bir şekilde kullanan insanlar için o edebiyat,
sadece geçmişe ait olamaz. Halk edebiyatı öncelikle günümüzden hareketle ele alınmalıdır.
Dil eğitimi halk edebi-yatının yüzyıllardır devam eden sadeliğinden yararlanılarak
geliştirilmelidir.
ilköğretim ve orta öğretimde programlar belirtilen bu hususlara göre dü-zenlenirse hem dil
gelişiminde hem de halk edebiyatı öğretiminde istenilen amaçlara ve başanya daha kolay
ulaşılacaktır.
4. Programlarda Kullanılan Halk Edebiyatı Terminolojisi
Ayrıca bu değerlendirmeyi Halk Edebiyatı Öğretiminde Terminoloji da-lında ele alacak
olursak bunu da değeriendirmemiz şöyle olabilir. Bilindiği gibi bilimde, üzerinde anlaşılmış
terimlerin bulunması çok önemlidir. Günü-müz, eğitim öğretim faaliyetlerinde de bu terim ve
kavramlar oldukça etkilidir. Bu sadece sözlük anlamında değil, kapsadıktan öğretim sürecinin
düzen-lenmesinde de önemlidir. Öncelikle öğretilecek alanla ilgili kavramlar tespit edilip
konular ve programlar buna göre oluşturuluyor.
Ülkemiz halk bilim/halk edebiyatı çalışmalannda ve ders kitaplannda kimi terimlerin
kullanmunda bir terim birliği olmadığı bilinen bir gerçektir. Terim birliği sağlanmadıkça
yapılan çalışmaların anlaşılması, yorumlanması
151
ve halk edebiyatı öğretiminin yapılması istenilen verimlilikte olmayacaktır (Sever, 2002:
653). Öncelikle halk bilim/halk edebiyatı çalışmalannda, sonra da bunların öğretiminde
üzerinde anlaşılmış bir terminolojiye ihtiyaç vardır.
Halk edebiyatı eğitimi ve öğretiminde kullanılacak terim ve kavramlar, alanla ilgili
kaynaklardan ve ders kitaplanndan taranarak bir tespit yapılmalı ve bu tespitleri haftalık ve
yıllık ders programlannda genişletilmesi ve sayının arttırılması suretiyle faydalanılmalıdır.155
C. Türkçe-Edebiyat Ders Programlannda Halk Edebiyatı Konula-nnın tşlenişinde Kullanılan
Ders Araç-Gereçleri15*
Ders araçlannın eğitimde kullamiması eğitim tarihi kadar eskidir. Ancak geniş çapta
kullanılmaları eğitim teknolojilerindeki ilerlemelerle olmuştur. Bu cümleden olarak ders
aracı; "Ögrenme-öğretme etkinlikleri sırasında öğrencinin ögrenmesi, öğretmenin etkin bir
öğretim faaliyeti yürütebilmesi için bilgilerin kavratılmasında, olayların açıklanmasında,
varlıkların tanı-tılmasında üzerinde gözlem ve araştırma yapmada kullanılan her türlü öğ-
renme-ögretme yardımcılanna" denir. (Teker 1987)
Eğitim-öğretim araç ve gereçlerinin faydaları konusunda pekçok önemli araştırma
yapılmıştır. Yapılan araştırmaların sonuçlarma göre hatırlama ve etkili öğrenmede araç ve
gereçlerin önemli rol oynadığı görülmektedir. Eğer öğretmen araç ve gereç kullanırsa
öğrenciler elbette daha iyi öğrenirler.
Öğretim etkinliklerinde uygun araçlardan yararlanıldığı takdirde; öğrencilerin konulan daha
kolay öğrendikleri, sağlam algılar kazandıkları, öğretimin daha aktif hale geldiği, ilgi ve
dikkatierinin daha uzun süre tutulabildiği, ezbercilikten kurtuldukları, bilimsel araştırmalara
yöneldiği ve bunlara benzer bir çok katkıda bulunduğu bilinen bir olgudur.
Öğretim araçları çok basit yapıdan aşın derecede karmaşık yapılara kadar uzanan çok geniş
bir alanı kapsamaktadır. Bu alan yazı tahtasından bilgi-sayara kadar uzanmaktadır. Kısaca
bunlan tanıtmaya çalışalım:
a. Ders Araç-Gereçlerinin Çeşitleri l. Kitaplar ve Diğer Yayınlar
Bilindiği gibi kitaplar; sosyal bilimlerden biri olan edebiyat dersleri için, öğretimde
vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Ancak Halk edebiyatı eğitimi için hazırlanan kitaplann ne
ölçüde eğitim bilimlerim temel ahnarak hazırlandığı
152
tartışma konusudur. Zaten belli bir ders kitabından bahsetmek de hatalıdır. Çünkü öğretim
elemanının takip edeceği, öğrencilere tavsiye edeceği birçok kaynak eser olacağı
unutulmamalıdır, önemli olan bu eserlerden eğitim öğretim sürecinde nasıl faydalanılacağıdır.
Halk Edebiyaü öğretiminde derste kullanılacak kitap ve diğer yayınlar seçilirken amaca ne
ölçüde hizmet edeceği incelenmelidir. Bu tür metinlerin seçiminde iki önemli ölçüt vardır.
Bunlar:
1- Okunan metinler öğrencinin ilgisini çekmeli,
2- Okunan metinler edebî yönden değerli olmalı. Mensup olduğu edebî türün iyi bir
temsilcisi olmalıdır.
Kitaplannda yer alan metinler araçtır. Kimileri metinlerin araç olma ö-zelliğini göz ardı
ederek, onları bir amaç gibi algılamaktadır. Bu yüzden de Halk edebiyatı eğitimi için
hazırlanan bazı kitaplar yetersiz kalmaktadır.
Derslerde kullanılan kitapların yazımında seçilen metinler, mümkün olduğunca gençlerin
okul dışındaki dünyasıyla ilgili olmalıdır. Çünkü, insan kendi gözlemleriyle, okudukları ve
dinledikleri arasında ilgi kurmak ister. ilgi kuramadığı konulanı kayıtsız kalır, onları
kavramakta zorluk çeker. Kitapların seçilmesi ve kullanılmasında yukarıda belirttiğimiz
noktalara mümkün olduğunca dikkat edilmesi gerekmektedir.
Genel anlamda kitapları üç grupta inceleyebiliriz (Ünalan 2001: 105):
Başucu Eserleri: Bu tür kitaplar bir kez değil, dönüp dönüp okunması gereken kitaplardır.
Bunlar gıda gibidir alınmazsa olmaz.
Müracaat Eserleri: Sözlükler, kavram kitapları, ansiklopediler, antolojiler vb. Bu gruba
girmektedir. Gerektikçe alınmalıdır.
Genel Kültür Eserleri: Uzun vadede nasıl bir insan olacağınım şekillendiren eserlerdir ki
seçiminde çok titiz olunmalıdır.
2. Yazı Tahtası
Öğretmenlerin temel yardımcılanndan birisi şüphesiz ki yazı tahtasıdır. Kara tahta olarak da
bilinen yazı tahtasının günümüzde değişik bir çok şekli yapılmaktadır. Büyük yazı alanının
olması, kolayca silinebilmesi, yazılan yazıların kalabalık öğrenci gurupları tarafından
okunması yazı tahtasının en yararlı yönleridir. Değişik renkte kalem/tebeşir kullanılarak
öğrencinin dikkati bazı noktalara çekilebilir. (Küçükahmet 1999: 145-146). Tahtanın
kullanılmasında bazı pedagojik usullere uyulmalıdır. Yazı tahtasına yazılacak yazılar, tahtanın
sol uçundan sağ ucuna kadar boydan boya, uzun satırlar halinde yazılmamalı, öğrencilerin de
tahtayı bu tarzda kullanmalanna müsade edilmemeli. Her şeyden önce tahta iktisadî ve düzenli
kullanılmalıdır
153
Tahtaya yazılan bilgilerin öğrencilerin bellekterine daha etkin kaydet-melerine yardımcı
olmak için öğretmen için bazı ilkeler geliştirilmiştir (Senemoğlu 2001:379):
* Yazacağınız fikri tahtaya yazmadan önce söyleyiniz. Bu ilkenin üç temel yaran
bulunmaktadır.
a. Söyleme, yazmadan hızlıdır. Böylece öğrenci beynin sol yan küresini
kullanarak bilgiyi işlemeye başlar.
b. Yazının başı göriilerek yanlış tahmin yapılması önlenir. c. Tahtaya mesajın yazılması
sırasında meydana gelen üç-sekiz saniyelik
sessizlik bilginin kısa süreli bellekte saklanması için zihinsel tekrar yapma
fırsatı verir.
* Anahtar sözcükler kullanırın, basit şekiller, şemalar çiziniz.
Öğrencinin anahtar sözcükler ve temel fikirler üstünde odaklaşmağı için, temel kavramlar
ve fikirler arasındaki ilişkiyi çok basit bir biçimde tahtada sesli düşünerek şematize ediniz.
* Kavramlar ve fikirler arasındaki ilişkileri gösterecek şekilde yazınız.
Bir konunun ana hatlarının tahtaya yazılması,
Örneğin;
A Türk Halk Edebiyatı
1. Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı
2. Türk Destan Edebiyatı
3. Türk Ananim Halk Edebiyatı
4. Aşık Edebiyatı
* Yeni bir şey yazmadan önce, eski ilişkisiz bilgileri tamamen şiliniz.
Açık bir zihin, nasıl temiz bir düşünmeyi sağüyorsa, aynı şekilde de temiz bir tahta etkili
öğrenmeyi sağlar.
Sadece yazacak yer kadar silmek diğer taranan silmeden bırakmak, tah-tadaki fikirlerin,
kavramlann kanşmasına neden olur. Bu durum ise, dikkati dağıttığından dolayı, sağ yan
kürenin bilgiyi düzgün bir şekilde işlemesine engel olur.
Sonuç olarak, gerek her dershanede bulunabilecek yazı tahtası kullanıl-sın, gerekse
öğrencileri daha çok güdüleyen video, televizyon, slayt, bilgisayar, film şeridi vb. görsel
araçlar doğru ve etkili kullanılsın öğrencilerin, her tür derste beyinlerinin iki yan küresini bir
arada kullanmalanm sağlamak ve dolayısıyla öğrenmeyi etkili bir şekilde gerçekleştirmek
gerekmektedir.
154
3. Fotoğraflar ve Resimler
Fotoğraf ve resimlerden Türk Halk Edebiyatı derslerinde önemli ölçüde faydalanılabilir.
Halk yaşamı ve estetiği hakkında resim, fotoğraf minyatür gibi materyaller öğrencilerin
incelenilen metnin ya da şahsın yaşadığı devir-deki yaşam biçimini göstennesi açısından
önemlidir. Bu tür malzeme sözle anlatılmayacak pek çok mesajın kolayca verilmesini
sağlamaktadır. Gerçeği-nin gösterilmesinin çok zor ya da imkansız olduğunu durumlarda
resim ve fotoğraflardan faydalanılabilir. Örneğin, halk ozanlannın kullandığı müzik aletlerinin
resmi gösterilerek öğrencilerin daha iyi kavraması sağlanabilir.
4. Üç Boyutlu Materyaller
Üç boyutlu materyaller, halk kültürünün manevî unsurlarım oluşturan malzemeleri
kapsamaktadır. Devirlere göre ya da coğrafi şartlara göre kullanılagelen folklorik malzemeler
Halk edebiyatı eğitiminde önemli etkiye sahiptir. Günümüzde kentleşen toplumumuz ve
bunun sonucunda çevresinde folklorik ve etnografik malzeme görmeden gelen gençlere halk
ürünlerim kavratmakta bu tür araçlar son derece önemlidir. Mümkün olduğu ölçüde sınıf
ortamına getirilen, gezi-gözlem ile eğitim sürecine dahil edilen halk kültürü ürünleri hem
öğrencilerin ilgisini bu derse çekmekte hem de algılan-ması ve kavranılmasını
kolaylaştıracağı göz önünde bulundurulmalıdır. Halk kültürü ürünlerinin bulunduğu
şahıslardan, etnografya ve halk bilimi müzele-rinden faydalanmak halk edebiyatı dersinin
etkinliğim artıracaktır. Bu amaca hizmet edecek bir halk bilimi müzesi Gazi Üniversitesi
bünyesinde açılmıştır. Örnek olması açısından Zeybek kıyafetim Zeybek oyununu ele
alabiliriz:
1. Öğrenci Zeybek kültürünü hem kıyafet hem de folklorik özellikleri açısından somut
olarak görebilir. Bu kıyafeti kullanan kişilerin Anadolu'nun neresinde yaşadığı ve giyim
özellikleri konusunda bilgi edinebilir. Kıyafetin şeklinden -pantolonun şort biçiminde
oluşundan- bunun soğuk bölgelerde kullanılmayacağım anlar. Zeybek oyununun hareketli
oluşundan bunun çok sıcak bölgelerde de kullanılamayacağım tahmin edebilir.
2. Bu kıyafetin kullanıldığı yöredeki insanın giyim anlayışı ve yaşayışı hakkında bilgi
edinebilir.
3. Zamanındaki halk dokumacılığı hakkında bilgi edinilebilir.
4. O yörenin halk müziği hakkında bilgi edinebiliriz.
5. Kullanılan dil aracılığıyla o yörenin insanlannın kullandıkları dil ö-zelliklerini ve duygu
düşünce ve his dünyalanndan haberdar olabiliriz.
6. Üzerindeki işlemelerden ait olduğu donemdeki sanat anlayışı hakkına bir fikir
edinebiliriz.
155
5. Elektronik Araçlar
Edebiyat gibi sosyal bilimler alanlannın eğitiminde elektronik araçların kullanımı günden
güne artmaktadır. Bu tür araçlar hem göze hem kulağa hitap ettiği için eğitim ve öğretimde
büyük kolaylıklar sağlamaktadır. Bu araçlar tepegöz, televizyon, video, radyo, kasetçalar,
slayt, bilgisayar, bilgisayarlı tepegöz (data show), lazer gösterici vb.
Bu tür araçların yardımı ile halk edebiyatı ile ilgili birçok detay etkili bir şekilde sunulma
imkamna sahiptir. Halk edebiyatı ile ilgili sesli ve görüntülü mesajlar öğrencilere daha kalıcı
bir şekilde verilebilir. Burada önemli olan amaçların iyi tespit edilmesi ve iyi organize
edilmesidir. Burada öğretim elemamna sorumluluk düşmektedir. Kullanılan araçların bir araç
olduğu unutulmamalıdır. Bazen bu tür araçlar dersin amacının önüne geçmemesi sağlıklı ve
doğru olarak etkin kullanımlanna bağlıdır. Yeri geldiğinde hoca fil-mi/bantı/gösteriyi kesmeli
gerekli açıklamalarda bulunmalıdır, ya da öğrencilerin yorumunu istemelidir.
Bilgisayar günümüzde eğitim alanında kullanımı istenilen düzeyde değilse de yaygın olarak
kullanıldığım söyleyebiliriz. Özellikle de üniversitele-rimizin bu tür imkanları artık daha
çoktur. Bilgisayar yardımı ile hazırlanmış hareketli, görüntülü ve sesli CD Roomlar yansıtıcı
ile duvara gösterilerek bütün sınifa izletebilir. Dersin içeriğine uygun olarak hazırlanmış
sunular yine aynı yöntemle sınıfta rahatlıkla kullanılabilir. Bunlar görüntü, resim, film, ses ve
yazıyı bir arada kullanmayı sağladığı için hem göze hem de kulağa hitap etmektedir. Bu da
öğretimin etkinliğim artırmaktadır. Bu tür araçların kullanımı, hocanın özel ilgi ve bilgisini
gerekli kılmaktadır.
b. Ders Araç-Gereçlerinin Nitelikleri
Eğitim ve öğretim sürecinde araç ve gereçlerin niçin gerekli olduğuna başlıklar altında
bakacak olursak:
1. Çoklu Öğrenme Ortamının Haarlanması.
Aynı zamanda değişik duyulanmıza hitap eden öğretim hatırlama oranı-nı da
yükseltmektedir.
Okuduklanmızın % l O'unu, işittiklerimizin %20'sini, gördüklerimizin %30'unu. Hem görüp
hem işittiklerimizin %50'sini, söylediklerimizin %70'ini, yapıp söylediklerimizin %90'ını
hatırlarız. Araç gereçlerin kullanımı, öğrenme işlemine katılan duyu sayışım artırarak daha
fazla ve kalıcı öğrenmenin gerçekleşmesine yardımcı olur.
2. Öğrencilerin Bireysel İhtiyaçlannın Karşılanması
Son yıllarda kişilerin öğrenme kabiliyetleri gibi bilişsel becerileri üze-rinde yapılan
araştırmalar insanların öğrenme stillerinin birbirlerinden farklı
156
olduğunu ortaya koymuştur. Çok sayıda öğrenme stili kuramı bulunmaktadır. Çoklu zeka
kuramı en çok kabul gören kuramdır. Doğal öğrenme tercihleri bakımmdan bireysel
farklılıkları 4 grupta toplayabiliriz:
Görsel/Sözel: Gözlerim kullanır, okuyarak öğrenmeyi tercih ederler Görsel/Sözel olmayan:
Grafik, resim, video, slayt gibi araçlarla öğrenmeyi tercih ederler.
İşitsel/Sözel: Genelde dinleyerek öğrenmeyi tercih ederler Devinsel-Duyumsal: Yaparak-
yaşayarak öğrenmeyi tercih ederler.
öğretmen sınırındaki öğrencilerin değişik öğrenme stillerine değişik a-raç ve gereçler
kullanarak hitap etmelidir. Çünkü insanlar farklı biçimlerde öğrenirler. Öğretimde kullanılan
araç-gereç sayışı arttıkça, her öğrencinin bireysel öğrenme ihtiyaçlanna uygun bir öğretim
kanalının bulunması ihtimali de artacaktır.
3. Dikkatli Davranmanın Sağlanması
Geleneksel ders ortamlannda genellikle öğretmenler anlatma yöntemim kullanırlar. Belki de
çoğu sınıfta sadece bu yöntem kullanılmaktadır. Durum böyle olunca ders araç/gereçleri ile
sağlanan yenilik öğrencilerin dikkatim derse odaklamasında büyük öneme sahiptir.
Öğrencilerin dikkatim çekmek, bilgilerin belleğe kaydedilmesinin ilk basamağım
oluşturmaktadır.
4. Hatırlamanın Kolaylaştırılması
Bilgiler belleğe hem sözel hem de görsel olarak kaydedilmektedir. Dolayısıyla hem sözel
hem de görsel olarak sunulan bilgilerin hatırlanma ihtimali daha yüksektir.
5. Soyut Kavramların Somutlaştırılması
Araç-gereçlerin eğitim ve öğretimde en önemli rollerinden biri soyut, karmaşık kavramları,
anlaması güç olgu ve olayları basitleştirmesidir. Araçlar sözlü ya da yazılı bilgilerin
aktanimasında beraber kullanılması duru-munda bazı öğrencilerin anlamakta zorlandıkları
karışık konu içeriği daha somut şekilde anlamasın! sağlar.
6. Zaman Kazanılması
Bir resim bin kelimeye bedeldir ifadesi uyarınca araç gereçlerin öğretim ve öğrenme
sürecinde tasarruf sağlaması beklenir. Örneğin, slayt ya da bilgi-sayar-prejeksiyon aracılığı ile
işlenen bir şiirin tahtaya yansıtılması, onun incelenmesinde zaman tasarrufunu da beraberinde
getirir.
7. Güvenli Gözlem Yapılması
Örneğin, video, VCD ya da kaset aracılığı ile bir halk müziği örneğinin suufa getirilerek
incelenmesi, bu ortamı yaratmanın zoriuğunu ortadan kaldırır.
157
8. Farkh Zamanlarda Birbiriyle Tutarh içeriğin Sunulması
öğretmen bazen konuyu tekrar etme ihtiyacı hissedebilir, başka bir sınıfta aynı konuyu
anlatması gerekir, ya da vurgulanması gereken bir noktayı unutabilir. Görsel araç-gereç
kullanımı bu tür olumsuzlukları ortadan kaldırır. Bir tepegöz sunusunda öğretmen unuttuğu
noktaları hatırlayabilir. Hazırlanan bir sunu aynı konunun işlendiği diğer sınıflarda da
kullanılır bu da öğretmenin aynı içeriği hiçbir şey atlamadan anlatmasma olanak sağlar.
c. Kitap Okuma Çeşitleri
insan önce okumak için öğrenir sonra da öğrenmek için okur. Yazılı basılı kaynaklannın
etkin kullanımı ancak amaca göre yapılacak okuma teknikleri ile mümkündür. Amaca göre
okunmalıdır. Yapılan araştırmalar metnin türüne göre, okuyanın amacına göre değişik okuma
şekillerinin olduğunu ortaya koymuştur (Gürses 1996: 98-103):
1. Göz, Atarak/Göz Gezdirerek Okuma
Bir kitap, konu, kelime vb. materyallerle ilgili belli hususların tespiti ile ilgili okuma. Bu
tür okuma kendi içinde beşe ayrılır.
* Oryantasyonlu okuma: Herhangi bir yazıda esasa ilişkin bilgileri öncelikle okumaya denir.
Örnek: Gazetede manşetin okunması gibi.
'" Selektif/ Seçmeli okuma: Belirgin noktaların sistematik olarak okun-masına denir. Bu da
kendi içinde kaynağım alma, yerini bulma ve yan seçmeli okuma olmak üzere üçe ayrılır.
Örnek, bir kitabın adinin, içindekilerin, ön sözünün okunması gibi.
* Paragraf okuma: Ana fikrin, paragrafın basında, ortasında, sonunda veya paragrafın
bütünunde verildiğinden hareketle yapılan okuma türüdür. Okumada Paragrafın olumlu veya
olumsuz şekilde bitip bitmemesi de önemlidir. Bu tür okumada, paragraftaki ana fikir ve
yardımcı fikirler bulunur.
* Sütun okuma: 5 cm. uzunluktaki satırı bir 7, 8 cm. uzunluktaki satırı iki ve 10, 11 cm.
uzunluktaki satırı üç dik çizgi varmış gibi okumaya sütun okuma denir.
* Çapraz, okuma'. Satır uzunluğu 6, 7 cm. ise sütunlar iki eşit parçaya yerleşecek şekilde
yapılan okuma türüdür.
2. Düzgülü/Normal Okuma:
Yargılama ve değerlendirme yaparak okuma türüdür. Bu tür okumada özet çıkarma, not
alma vb. çalışmalar yapılabilir.
3. Ağır/Yavaş Okuma:
Her bir kelimenin üzerinde tek tek durarak yapılan okumadır. Bir felsefî metnin okunması
bu tür okumaya örnek gösterilebilir.
158
Okumak, okumak ama her şeyi gelişi güzel okumak değil, disipline e-dilmiş, eleştirel bir
yaklaşımla okumak. Okumak, okumanın bir amaç değil bir araç olduğunu bilerek okumak,
ilgi alanlarmuz, mesleklerimiz doğrultu-sunda ilmî eserleri, ilmî eserler yanında, edebî ve
felsefî eserleri de okumak. Kısa zamanda çok şey ifade edecek şekilde özümseyerek okumak.
4. Çabuk/Hızlı Okuma:
Dakikada daha fazla kelime okuma ve okuduğu kelimeyi anlama faaliyetidir.
D. Türk Halk Edebiyatı Öğretîminde Öğrenci Merkezli Ölçme ve Değerlendirme
Ölçme ve değerlendirme, öğretim sürecinin önemli bir boyutudur. Öğretmen, öğretim
konusundaki kararlanni ölçme ve değerlendirme ile elde edilen bilgüere dayalı olarak verir.
Eğitim süreci içersinde ölçme ve değerlendirme ile, hedef davranışların ne kadarım
gerçekleştirdiğimizi, gerçekleş-tiremediğimiz amaçlanmızın neler olduğunu, hangi konuların
yeterince öğrenildiğim, hangilerinde eksiklerin bulunduğunu ve bu eksiklerin neler olduğunu,
yanlış öğrenmeleri, yeterince öğrenilemeyen konuların neler olduğunu görürüz. Ölçme ve
değerlendirme faaliyeti sayesinde, amaçlanmızı ve hedef davranışlarınım yeniden gözden
geçiririz. Bu noktada ölçme ve değerlendirme kavramlannın açıklanmasında yarar vardır.
Ölçme, bir niteliğin gözlenip gözlem sonucunun sayılarla veya başka sembollerle
gösterilmesidir. Değerlendirme ise, ölçme sonuçlarım bir ölçüte vurarak bir değer yargısına
ulaşma işidir (Demirel 1998: 107).
Değerlendirme bir karar verme işlemidir, bu yönüyle ölçmeden aynlır. Ölçme işleminde var
olanın, olanaklar ölçüsünde aslına uygun olarak betim-lenmesine çalışılır. Değerlendirmede
ise ölçme sonuçları alınır; ölçütle karşılaştırılır ve ölçme sonucunun, ölçütle belirlenen koşulu
karşılayıp karşılama-dığına bakılır. Değerlendirme, ölçülen özelliğe ilişkin bir kararla
sonuçlanır. Bu karar, ölçülen özelliğin belli bir amaçla ise yarayıp yaramadığım gösterir.
Değerlendirme işlemi yalın bir biçimde şöyle ömeklendirilebilir: Sözgelimi, genişliği l, 20
metre olan bir yere konabilecek bir dolap aranmaktadır. Bulunabilen dolapların genişliği
ölçülür, "en çok l, 20 metre" ölçütü ile karşılaştırılır. Böyle bir durumda genişliği "en çok l, 20
metre" koşulunu sağlayan dolaplar ise yarar; sağlamayan dolaplar ise ise yaramaz. Çünkü
genişliği, l, 20 metre veya daha az olan dolaplar böyle bir yere konabilir; l, 20 metreden daha
fazla olan dolaplar konamaz.
Yukarıda görüldüğü gibi değerlendirme, ölçme sonucunu bir ölçüt ile karşılaştırma ve bu
yolla, ölçme sonucuyla belirlenmiş olan özellik hakkında bir karara varma işlemidir. Bu tanım
eğitimdeki değerlendirmeler için de
159
geçerlidir. Sözgelimi; bir dersten "geçer not" almak demek, bir yönüyle daha sonraki dersi
öğrenebilmek demektir. Bu anlamdaki geçme ölçütü "en az 100 üzerinden 60 puan" olarak
belirlenmiş olsun. Bir öğrenci 100 üzerinden 60 veya daha fazla puan almışsa geçme
koşulunu karşılamıştır; 59 veya daha az puan almışsa bu koşulu karşılayamamıştır. Başka bir
deyişle 100 üzerinden 60 puan veya daha fazla puan almış olan öğrenciler böyle bir amaçla
yeterli düzeyde öğrenmiş, 59 veya daha az puan almış öğrenciler yeterli düzeyde
öğrenmemişler demektir.
1. Öğrenci Merkezli Ölçmenin Amaçları
Okulda verilen eğiüme bağlı olarak bilginin ölçülmesinde dört faktör etkilidir. Bunlar
şunlardır (özçelik 1982: 5):
'"Öğrencinin derse hazır oluş düzeyim belirlemek,
*Derste Öğretümesi planlanmış davranışların daha önceden öğrenilmiş olup olmadığım
tespit etmek,
*Her öğrenme ünitesi sonunda, bu öğrenme ünitesinde öğretilmesi planlanmış
davranışlardan hangilerinin tam olarak öğrenilmiş, hangilerinin tam olarak neden
öğrenilmemiş olduğunu meydana çıkarmak,
*Dersin belli dönemlerinin sonunda bu dönemlerdeki etkileşimlerin ü-rünü olarak meydana
gelen hedeflerle tutarlı öğrenme düzeyini belirlemek.
2. Öğrenci Merkezli Değerlendirmenin Amaçları
Değerlendirmenin amaçlarım da şu şekilde belirtebiliriz:
* Öğrenciye davranışı nasıl değiştireceği hakkında bilgi vermek,
* Yeterince başarılı olan öğrenciyi motive etmek,
* Öğrenci hakkında verilecek kararlara, kanaatlara temel oluşturmak,
* Öğretmenin etkinliğim kendi kendine kontrol etmesini sağlamak,
* Öğretimin niteliği ve niceliği hakkında yöneticilere ve diğer ilgililere bilgi vermek.
3. Halk Edebiyatı Ögretiminde Ölçme ve Değerlendirmenin Kullanım Şekilleri
Öğretmen meslek hayati boyunca değerlendirme esas olmak üzere çeşitli ölçme-
değerlendirme araçları kullanmak durumundadır. Ölçme araçları dedi-ğimiz soru türleri ve
teknikleri öğrencinin performansım ve beklediğimiz hedef davranışları ölçmeye yöneliktir. Bu
araçların kullanılmasında dikkat edilmesi gereken en önemli husus, hangi ölçme aracının
öğrencinin hangi performansım veya özelliğim, durumunu ölçmeye uygun olduğunu tespit
edebilmek ve uygulamaktır.
Sorular öğrencinin; bilgi, anlama (kavrama), analiz, sentez ve değerlendirme durumlarım
ölçmek amacıyla sorulabilir. Eğitimciler, Sokrat'ın öğrencilerim düşündürmek ve onların
fikirlerim analiz etmeleri için sorular sorduğu 2200 yıl öncesinden günümüze kadar, doğru
soru sorma stratejilerinin
160
öneminin farkındadırlar. Doğru soru, düşünmeyi başlatır, öğrencilerin yaratıcılıklarım ve
kendi görüşlerim geliştirmelerinde ihtiyaç duyacakları pratik yapma fırsatım verir. Çeşidi
amaçlara hizmet edecek şekilde sorular sorulabi-leceği gibi öğrencilerin düşünmesini
sağlamak için de sorular sormak gerekir.
Diğer alanlarda olduğu gibi Halk edebiyatı öğretiminde de sıkça kullanılan ölçme araçlarım
şu şekilde tasnif edebiliriz.
> Test sorulan: doğru/yanlış, çoktan seçmeli, eşleştirme
> Yazılı yoklama: kısa cevaplı, uzun cevaplı (kompozisyon türü) rapor/ödev hazırlama
> Södü yoklama
Bu ölçme araçlannın hepsi halk edebiyatının bütün alanlarım ölçmede pek kullanışlı
değildir. Halk edebiyatı öğretiminde test türü soruların kulla-nılması sınırlılıkları da
beraberinde getirmektedir. Çünkü edebiyatın bir kolu olan halk edebiyatının öğretilmesini
bilgi, kavrama, analiz ve sentez düze-yinde bu tür araçlarla sağlıklı olarak ölçülmesi sınırlıdır.
Halk edebiyatı eği-timinde ders esnasında hocanın sorulan, uzun cevaplı kompozisyon türü
sınavlar ve öğrencilere verilecek ödevlerle daha sağlıklı şekilde sağlanabilir. Ölçme
değerlendirmenin sağlıklı bir şekilde uygulanması öğretilmesi amaçlanan hedeflerin iyi tespit
edilmesi ve bu amaçları ölçmede kullanılacak ölçme aracının buna göre kararlaştınîması
önemlidir.157
E. Türk Halk Edebiyatı Eğitiminde Yemlikler
Edebiyat öğretimi ikili bir görev yapmak zorundadır: bir yandan öğrencinin dibilimi
bilgisini artırmaktadır. Öbür yandan öğrencinin görgüsünü zenginleştirmekte ve onu değişik
yönleriyle insanlığın durumlarıyla ilişkiye sokarak kişiliğim geliştirmektedir (Marshall 1994:
48). Bu bağlamda düşünecek olursak Türk Halk Edebiyatı Öğretimi'nin görevleri şunlardır:
* Öğrencinin Türkçe dil becerilerim -okuma, konuşma, yazma, dinleme-, dilbilgisini
geliştirmek,
* Millî birlik ve beraberlik çerçevesinde bilgi ve görgüsünü zenginleştirmek suretiyle
kişiliğim geliştirmek.
Türk Halk Edebiyatı öğretimi yapılırken öğrencilerin içinden geldikleri sosyal, kültürel
çevre göz önüne alınmalıdır, öğretim eğer öğrenci merkezli
161
olursa öğretim hedeflerine ulaşmada daha etkili olunur. Öğrencilerin aile büyüklerinden,
çevrelerinden getirecekleri -halk edebiyatı açısından- maddi ve manevî halk edebiyatı
malzeme ve bilgileri sınıf ortamına taşımalanna fırsat verilmeli ve bu yönde öğrenciler teşvik
edilmelidir. Bu imkan sağlan-dığında hedef kitle bu ürünlerde kendilerim, ailelerim ve
kültürlerim bulacakları için derse olan ilgileri üst düzeyde gerçekleşmesi mümkün olacaktır.
Aynı zamanda bu, değişik coğrafyalarda yaşayan Türk insaninin aynı durum ve olaylara
gösterdikleri benzer/farklı yaklaşımlaruun da ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Ağıtlar,
atasözleri, halk hikayeleri vb. halk edebiyatı ürünleri-nin incelenmesinde bu uygulama etkili
olacaktır.
Tarih millî şahsiyetlerim kazanamadıkları veya koruyamadıkları için başka kültürler içinde
eriyip giden insan topluluklamun hazin maceralarıyla doludur. Şayet bir toplum aynı akıbete
uğramak istemiyorsa tefekkürüne, millî kültür ve şahsiyetine hayat verebilecek değerdeki
kavramlarla tanışma-ya ve onları yaşayıp yaşatmaya mecburdur (Köstüklü 2001: 190). Bu
kaygılardan olsa gerek, "büyük edebiyat geleneği olan Fransa, Almanya, ingiltere, İspanya,
italya gibi ülkelerde edebiyat öğretimi millî edebiyat öğretimine yönelmiştir" (MarshaU
1994). Bu açıdan baktığımızda Türk Halk Edebiyatı öğretimi, millî şuurun oluşması ve
yaşatılmasında son derece önemlidir. Gençlerin içinden çıktığı toplumun edebî, ahlakî, fikrî,
bediî ve içtimaî dünyalarım öğrenmesi, kavraması ve yeni nesillere aktarması büyük ölçüde
etkili bir halk edebiyatı ve halk bilimi eğitimi-öğretimi ile gerçekleştirilebilir.
Kültür bütünlüğü oluşturması açısından diğer Türk Cumhuriyet ve top-luluklannın Halk
Edebiyatı ürünlerine yer verilmelidir. Öğrencilerin halk edebiyatı ürünlerim mukayese
etmeleri sağlanmalıdır, iskandinav ülkeleri arasındaki sıkı bağ büyük ölçüde birbirlerinin
edebî ürünlerim orijinal metin-lerinden okutulmasının sonucudur (MarshaU 1994).
Nesiller arasında Millî birlik ve beraberliği dünden bugüne temin edebilmek için, eğitim-
öğretimin bütün kademelerinde bütün gençlere, müşterekliği herkesçe kabul edilen ana
kaynak eserlerimizin mutlak surette oku-tulması gerekir. Yani Oğuz Kağan Destanı, Kutadgu
Bilig, Dede Korkut vb. millî kültür varlığumzin şaheser eserlerim gençliğimizde okumuş isek
millî kültür duygusunun müşterekliğinde her zaman birleşebiliriz (Güzel 1987).
Aynı dili, aynı duyguyu aynı vatanı paylaşan Türk balkının birikimleri-nin yeni nesillere
aktaniması Türk Halk Edebiyatı eğitimine gereken özenin verilmesi ile mümkün olacaktır.
Türk Halk Edebiyatı derslerinin başarılı olabilmesi için gerekli metodun UBaşan= Veraset X
Muhteva X Öğretim elemanı X Zaman X öğretim teknolojisF formülü ile olacağı
kanaatindeyiz.58
ALTINCI BÖLÜM ANADOLU SAHASI TÜRK HALK EDEBÎYATINDA TÜRLER
A.Türk Halk Edebiy atinin Tarihi Gelişimine Kısa Bir Bakış
Halk kelimesi ve terimi, batı dillerinde eski "Pupulus", "Vulgus" ve "Volk" kelimeleriyle
karşılanmaktadır. Türkçede "halk kelimesi", Orhun Kitabelerinde (VIII, Jhdt.) "Kara Budun"
olarak geçmektedir. Esas itibariyle halk, lügatde "yaratılan, insan-beşer"dir. Faili "yaratan"dır.
Terminus Technicus'ta "Kavim, devletin teb'ası, millet ve ümmet' manalannda kullanılmıştır.
Avrupada "halk" hayatinin maddi ve manevî cephelerinin tetkiki "/oAUtor"denilen bilmin
daimin doğmasına sebep oldu. Bu terim ilk defa 1846 da Willliam Thoms tarafından
kullanıldı.
Türkiye'de ise ilk olarak Ziya Gökalp (1913) folklor yerine halkiyat kavramım kullanır.
Ondan yaklaşık 6 ay sonra Fuad Köprülü (1914) Yeni Bir îlim: Halkiyat: Fok-lore
makalesinde folklor kavramım kullanır. Onu Rıza Tevfik Bölükbaşı takip eder. Halbuki daha
önceki yüzyıllarda aynı manaya gelen ve bugün de kullanılan "Volskunde" bilim dalı
mevcuttu. îşte bu bilim dalı;
"Malz.emesi dile dayananan; destan, masal, atalar sözü, bitmece, türkü, ninni cinsinden
anonim ve kollektif karekter taşıyan eserleri" la litterature populaire isimleri altında topladılar.
Avrupalı Türkologlar da aynı görüşü paylaştılar. Fakat Türk Halk Edebiyatı, daha çok Alman
Halk Edebiyatına parelel olarak gelişmeye başladı. Bu noktadan hareketle Türkiye'de "halk"
mefhumunun kullanılması veya aranması; XIX. yy'dan itibaren Şinasi'nin Durub-ı Emsal-i
Osmaniye'^, Ziya Paşa'nın Şiir ve İnsa'sı, N. Kemal'in tiyatroları ve Vatan gibi makaleleri,
mutlak rejimden meşrutiyete doğru giden yolda, aslında var olan halkı ve milleti Avrupaî bir
görüşle arayan eserlerdir.
Bilhassa 1908'den sonra Türkiye Türklerinde halka dönüş hareketi, Türkçülük ve
milliyetçilik davalanna parelel olarak nazari bir folklor cereyanı şeklinde kendini gösterdi.
Halk kültürü ile aydınlann bilgi ve kültürleri arasındaki hududu tayin etmek, Türk balkının
maddi ve manevî hayatım aramak, bulmak düşüncesi ve Divan Edebiyatı yanında bir de Halk
Edebiyatı tasavvuru bu devrin romantizmim teşkil eder. Buna göre Halk Edebiyatı:
164
"Divan Edebiyatı dışında kalan Saz ve Tekke mahsulleri nevinden ferdi mahsullerle,
malzemesi dite dayanan; atalar sözü, destanlar, masallar, hikayeler, fıkralar, bilmeceler,
maniler, türküler, ağıtlar, ninniler vb. gibi ilk söyleyicilerini umumiyetle tesbit edemediğimiz
eserlerin meydana getirdiği edebi ekoldür. "159
Türk Halk Edebiyatı sahasında, son zamanlara kadar gerekli bir araştırma yapılmamıştır.
Bazı ferdi araştırmalar varsa da, birçoğu birbirinin nakli veya tekranndan ibarettir. Orta
Avrupa ve Anglo-Sakson devletlerinde yapılan araştırmalar seviyesinde bir araştırma yoktur.
Bugüne kadar Türk Halk Edebiyatı üzerinde çalışanlar: /. Kunos, O. Spies, A. M. Schimmel,
H. Uplegger, M. F. Köprülü, F. K. Timurtaş, P. N. Boratav, S. N: Ergun, T. Alangu, Ş. Elçin,
I. Basgöz. M. Bali, S. Sakaoğlu, D. Yıldırım, U. Günay, A. Güzel, F. Türkmen, N. Gözaydn,
B. Seyidoğlu, Ş. Kurgan.. vb. dirler.
Türk Halk Edebiyatı Klasik tasnife göre;
* Anonim eserler,
*Aşık edebiyatı,
*Tekke (Dint-Tasavvufî Türk) edebiyatı olmak üzere üçe ayrılmaktadır. Aslında Türk Halk
Edebiyatı üzerinde daha sistemli araştırmalar yapabilmek için, Tekke ve Aşık edebiyatlarım
müstakil olarak düşünmek zorundayız. O zaman hem halk edebiyatı hem de tekke ve Aşık
edebiyatı müstakil olarak araştınlınca daha müsbet neticelere varılır.
Türk Halk Edebiyatı sahası, bugün için yegane el atılmamış sahadır. Hemen hemen hiçbir
yönü ele alınmamıştır. Halbuki Türk Halk Edebiyatım meydana getiren mahsullerin pek çok
özellikleri vardır. Biz bu araştırmamız-da ana hatlarıyla Türk Halk Edebiyatının özelliklerim
ele almak istiyoruz.
Bilindiği gibi Türk Halk Edebiyatının ana vasıftan ve özellikleri;
sözlü almaşı, ağızdan ağıza nakledilmesi bu arada varyantlasması, geleneksel oluşu,
kalıplaşması ve musiki ile söylenmesidir.
* Türklerin îslamiyetten önce sözlü geleneği bugünkü Türk Halk Edebiyatıda yaşamıştır.
Halk şairleri şiirlerini sazla söylemiştir. Bu sebeple halk şairlerine "Saz Şairleri" de denmiştir.
Halbuki eski şiir geleneğinin şairlerine Oğuz Türklerinde "Ozan" adı verilmiştir. Bu kelime
XVI. yy.'a kadar devam etmiş, XVII. yy.'dan itibaren "Asık ve Saz şairF'ne bırakmıştır.
* Halk şairleri şiirlerini yazmamış, söylemişlerdir. Bu söyleyiş bir iki kişiye değil, topluluğa
hitap şeklinde geçmektedir. Saz şairleri çok defa kendi eserlerinin de bestekarı olmuşlardır.
Aynı zamanda başka şairlerin şiirlerini de saz eşliğinde okumuşlardır.
165
'" Halk. Edebiyatının üçüncü özelliği ve niteliği, eserlerin anonim olmasıdır. Türküler,
maniler, masallar vb. umumiyetle halkın ortak mah olan edebi mahsullerdir. Bu anonim
eserlerin nasıl oldukları ve ilk söyleyicileri belli değildir. Bunları ilk söyleyenler unutulmuş,
ağızdan ağıza yayıldıkça zamanla yine adı bilinmeyen sanatkarlar bunlar üzerinde şekil ve
konu bakımından ilaveler ve değişiklikler meydana getirmişlerdir.
Halk edebiyatının diğer bir özelliği de zengin ve devamlı oluşudur. Divan şiirinde olduğu
gibi kalıplaşmış benzetmelere, imajlara ve konulanı sahip bulunmasıdır. Bu husus, ifade ve
üslupda da kendini gösterdiği için, halk şiirimizde tekrariamalara çok tesadüf olunur.
Halk edebiyatının bir başka belki de en temel özelliklerinden biri de belli bir ezgi ile
söylenmesidir. Ezgisiz halk edebiyatı düşünülemez.
Şimdi ana hatlarıyla Türk Halk Edebiyatının Nazım şekil ve türlerim ta-myalım.
o. Halk Edebiyatının Nazım Şekilleri
Türk Halk şiirinin nazım birimi dörtlüktür. Kafiyelendirme itibariyle umumiyetle birbirine
benzeyen bu şekiller vezin ve bilhassa beste bakımından farklılık göstermektedir. Halk
şiirinde vezin olarak hece kullanılmıştır. THŞ'nin ölçüşü "hece ölçüsu"dar. Çağlar boyunca bu
hiç değişmemiştir. Divanü Lugaü't-Türk'te vezin, ölçü karşılığı (küg) terimi geçer. Hece
ölçüşü Türk Dili'nin yapısından doğmuştur. Hece ölçüsünde esas, mısralardaki hece sayısının
birbirine eşitliğidir, îlk dörtlüğün mısraları kaç heceli ise, ondan sonraki dörtlüklerin hece
sayılan da uymak zorundadır.
Hece vezni, îsîamiyettten önceki birçok eserde aynen kullanılmaktadır.160 Hece vezninde
esas olan, mısralardaki hece sayısının belirli bir sayıda olmasının yamsıra, bu mısralann durak
(Klasik Edebiyatta karşılığı takti)larla bölünmesidir. Duraklar mısrayı eşit aralıklarla bölerler.
Tek sayılı hece ölçü-lerinde artık heceler birinci grupta yer alır. Durak kelimeyi bölemediği
gibi, söz kalıplarım da bölemez. Bu yönüyle taktiden farklıdır.
Türk Halk Şiirinde nazım şeklim belirleyen bir başka unsur ise kafiyedir. Halk şiirinde iki
çeşit kafiye söz konusudur. Bunlardan birincisi mısra sonla-nnda görülen ses benzerliğine
verilen şürimizdeki genel addır, îkincisi ise yalnız Halk şiirinde görülen ilk dörtlüğün birinci
ve dördüncü mısraları ile her dörtlüğün son mısraında görülen ses benzerlikleridir ki buna
kafiyeden ziyade ayırdedici bir özellik olarak ayak diyoruz.161 Ayak, tekarlanmasına veya
değişmesine göre Tek Ayak veya Döner Ayak adım alır. Kafiye konu-sunda yerine göre
yarım bir ses benzerliği ile yetinilirken, ayak konusunda titiz davranıhr. Şiirin bütün yükü bu
ayak üzerindedir. Şiirin konu ve kompo-zisyonunu ayak yönlendirir.
166
Halk Şürinin ana karakterinden olan irticalen söylenmesi, sözlü oluşu, anonim oluşu,
varyanüaşma özelliği gibi sebeplerle vezin ve kafiye konu-sunda oldukça problemli söyleyiş
ve kalıplarla karşılaşmaktayız.
Bu yüzden Halk Şiirinde belirli kurallara bağlı nazım şekillerinden bahsetmek oldukça
güçtür. Yazılı kaynaklardan cönklere geçen koşma, semaî, destan, türkü vb adlarla kaydedilen
şiirler. Klasik edebiyatta olduğu gibi aynı yapı, aynı biçim özelliği göstermez. Aynı biçim
özelliğim gösteren iki şiir farklı adlarla kaydedildiği gibi, farklı biçim özelliği gösteren farklı
şiirler de aynı adla kaydedilebilmektedir. Buradan da anlaşılabileceği gibi Halk şiirin-de
biçim bir ayırdedici özellik olmaktan uzak kalmaktadır. Bu bakımdan Halk Şiirinde nazım
şekli yoktur diyebiliriz. Zaten Halk Şiirinde ayırt edici ana unsur ezgidir. Ancak Halk Şiirinde
nazım şekli özelliği gösteren mani ve koşma olmak üzere iki tipten bahsedebiliriz. Aslında
bunlara nazım şeklinden ziyade tip demek daha uygundur.
b. Halk Edebiyatmm Nazım Türleri
b. a. Hece Ölçüşme Dayalı Türler l. Ninni
Ninni, Halk Şiirinde anonim eserlerdendir. Çocukları uyutmak için anneleri veya dadılan
tarafından söylenir. Umumiyetle tek dörtlük halinde olur. Ninni, bir yönü itibariyle de öğretici
niteliktedir. Özellikle çocuklar, ninnilerle anadillerin! daha kolay öğrenirler. Çünkü çocuk, bu
ninniyi dinledikten ve anladıktan sonra uyur. Bu sebeple edebiyatımızda ninni geleneği uzun
zamanlardan buyana devam etmektedir. Türkçenin öğretiminde de ninninin yeri son derece
önemlidir. Şimdi bu ninnilerden birkaç örnek vermeye çalışalım:
Ninni
Besmeleyle uyanır O nurlara boyanır Buna can mı dayanır Ninni yavrum ninni
Ninni dedim uyutamadım Sofa ile büyütemedim Tıpış tıpış yürütemedim Ninni yavrum ninni
Yağmur yağar taşta kurur (ninni) Altın saat beşte vurur (ninni) Benim yavrum geç de uyur
(ninni)
167
Benim yavrum bin develidir (ninni) Kapışı altın sürmelidir (ninni) Benim yavrum çift
kalelidir (ninni)
Dandini dandini danadan (ninni) Bağıylasın seni yaradan (ninni) Kayıp etmesin aradan (ninni
Ağzı seker hokkası Çenesi bülbül yuvası Yanakları misket elması Burnu Medine hurması
Gözleri Eğir bademi Kaşları kudret kalemi Saçtan altın şansı Annesinin birisi ninni163
2. Mani
Mani, Anonim Halk Edebiyatının en yaygın şeklidir. Yedi heceli ve dört mısralı tek kıtadan
meydana gelir. Dört mısralı manilerde, 3 mısra'l serbest, diğer mısraları kendi aralannda
kafiyeli dörtlükler halinde söylenen nazmı şeklidir. Kafiye düzeni (aaxa) şemasına uygundur,
tik iki mısra, çok defa asıl mana ve musikiyi hazırlayan giriş niteliğindedir. Dörtlüğün anlam
yükünü 3. ve 4. mısralar taşır. Bununla birlikte en güzel maniler, ilk mısralanyia son iki
mısrası arasında gizli bir bağ kurabilen ve böylece dış alem ile iç duygulan kaynaştırmayı
başaranlardır.
Tek dörtlükten meydana gelen Manilerden başka, beş, altı, yedi, sekiz, on, on dört, mısralı
olanları da vardır. Bunlar mısraları artırılmış manilerdir. Bazen ilk mısra kafiyeyi göstermek
üzere tek kelimeden ibaret de olabilir. Böyle manilere "ayaklı mani" adı verilir. Maniler de
"cinaslı kafiye" çok kullanılır.164
Maniler; Düz Mani ve Kesik Mani olmak üzere ikiye ayrılır.
a. Düz Mani: yedişer heceli dört mısradan meydana gelmiş, kafiyeleri çoğu kez cinassız
olan manilerdir.
168
Düz Mani Örnekleri
Bahçede hanımeli Derdinden oldum deli Alemde hüner odur Sevmeli sevilmeli165
Gök güvercin olayım Gergefine kanayım Avcı gelip vurursa Dizlerinde öteyim
Çekmecemin kilidi Üstünü gül bürüdü Sen orada ben burda Olan ömrüm çürüdü
Derdim var seller gibi Diyemem eller gibi Kumdum kadîd oldum Meyvesiz dallar gibi
Dağlar dağladı beni Gören ağladı beni Kana zencir kar etmez Zülfün bağladı beni
Aşkına düştüm yeni Baştan çıkardın beni Bir kılma bin altın Verseler vermem seni
Atım vardır rahtım yok Sana göre tahtım yok Gerdana sinek konmuş Sinek kadar bahtım yok
Sabahtır ezana bok Kabrimi kazana bok Azra 'il 'in suçu ne Defteri yazana bok
., a. g. e., s. 59.
169
b. Kesik Mani: İlk mısraı 7 heceden az, anlamh ya da anlamsız bir kavram olarak cinash
kelimeye işaret eden söz veya göz grubundan oluşan, kafiyeleri cinaslı manilerdir.
Kesik Mani Örnekleri Sarardı
Bağda güller sarardı Sen benim namert kolum Ne güzeller sarardı Güzel çünkü derdin yok
Niçin benzin sarardıl66
Neyemi
Gel geç gönül niye mi Bok şu garip bülbülün Ne suyu var ne yemi Civanım görüşmenüz
Seneden seneye mi
Bende lazım
Su coşar bende lazım Kaş kara gözler siyah Gerdanda ben de lazım Atma kulun yabana Gün
olur bende lazım
Derde kerem
Dertliyim der de Kerem Koşmuşum gam çiftini Sürdükçe derd ekerem Dolaştım Şam 'ı şarkı
Bulamadım derde kerem Doğruldum kapma geldim Umarım derde kerem
170
Kararsın
Bulut gökte kararsın Ne büyüksün ne küçük Tamam bana kararsın Gündüz gelme gece gel
Bekle sular kararsın Sanlalım yatalım Düşman bağn kararsın Atma kulun yabana Bir gün olur
ararsın167
Manileri ekseriyetle kadınlar söyler. Saz şairleri de maniler söylemişlerdir. Halk arasında
mani söylemek için "mani yakmak, mani düzmek, mani atmak" deyimleri kullanılır
Maninin günümüzde en canlı olarak yaşadığı yerler Kerkük Bölgesi ile, Yukan Doğu
Anadolu illeri, özellikle Kars, Edirne ve îç Anadolu çevreleridir. Mani'ye çeşidi Türk
kavimlerinde değişik adlar verilmiştir.
Hoyrat: Kerkük Türkleri'nin manilerine "Hoyrat" adı verilir. Hususi besteyle söylenir.
Hoyratlar daha çok cinaslı olur. Son zamanlarda söylenen ve sahibi bilinen hoyratlar da
vardır.
Bayatı: Azerbaycan Türkleri'nin manilerine de "Bayatı" denir. Bunlar da hususî beste ile
söylenir.
Aytıspa, gayım öleng, ölen türü: Kazak Türklerinin mani için kullandıkları kavramlardır.
Martifal: Yugoslavya Türklerinin maniye verdikleri ad.168
3. Koşma:
Koşma, "koşmak" masdanndan gelir. "Zam ve ilave etmek, güfteye beste UavesC'
anlamındadır.169 Ahmed Vefik Paşa,170 Ş. Sami,171 H. K. Kadri,172 F. Köprülü,'73 R. R.
Arat,174 P. N. Boratav,175 vb. hepsi de aynı mana etrafında birleşirler.
Köprülü; "Anadolu Türklerindeki Koşma türü. Doğu Türklerindeki koşuklarla, Altay
Türklerindeki kojanlardan başka bir şey değildir." derken,
171
R. R. Arat ve P. N. Boratav bu görüşe katılmamaktadırlar. Onlara göre;
"Koşuklarla ilgili fazla bir örnek elimizde bulunmadığı için; biçim, konu, ölçü yönünden
Anadolu koşmalarıyla karıştırılmalarının mümkün olmadığını, bundan ötürü de aralarındaki
benzerliklerin ve yakınlık konusunda kesin bir şey söylenemeyeceğini bildirmektedirler.178
Koşma, umumiyetle aşk duygularını ve tabiat güzelliklerini anlatan lirik şiirlerdir. Ayrıca
sosyal konuları işleyen koşmalar da vardır. THŞ'nin en yaygın nazım şeklidir. 11'li (6-5 veya
4-4-3) hece vezniyle söylenen dörtlüklerden meydana gelir, tik dörtlüğün 1. ve 3. mısraları
serbest veya kendi aralarında kafiyeli, 2. ve 3. mısraları birbirleriyle kafiyeli olur. Daha
sonraki dörtlüklerin ilk dörtlüklerin ilk üç mısraı kendi aralarında 4. mısralar ilk dörtlüğün 2.
v e 4. mısraları ile kafiyelidir. (xaxa-bbba-ccca... gibi)
Koşmalar ezgilerine ve yapılarına göre ikiye ayrılırlar.
1. Ezgilerine Göre Koşma Çeşitleri: Hece sayısı ne olursa olsun, özel bir ezgiyle okunan
parçalar Halk arasında "Koşma" diye adlandırılır. Özel ezgiyle okunan koşmalar "Acem
Koşması, Kerem, Topal Koşma, Elpük Koşma, Yelpük Koşma, Sivrihisar Koşması..."179 dır.
2. Yapılarına Göre Koşma Çeşitleri: Koşmaları yapıları bakımından adlandırıyoruz. Bunlar
da:
a. Düz Koşma: On bir heceli ve kafiye düzeni (xaxa, bbba, ccca ya da abab-cccb-dddb)
şemalarına uyan koşma tipidir. Aşık Edebiyatında en çok rastlanan tiptir.180
b. Yedekli Koşma: Doğu Anadolu ve Azeri alanına giren bölgelerdeki saz şairlerinin
kullandıkları bir koşma çeşididir.181
c. Musammat Koşma: Musammat, iç kafiye demektir. Mısra sonundaki kafiyelere mısra
içinde de rastlanır. Dolayısıyla her mısranın birinci ve ikinci kısımları birbiriyle kafiyelidir.
182
d. Ayaklı Koşma
Koşma'nin ilk dörtlüğünün birinci ve ikinci beyitleriyle öteki dörtlüklerin sonlarına beş
heceli ziyade eklenmesiyle meydana gelen Koşma çeşididir.183 Ziyade, Divan
edebiyatındaki, müstezöt'aSü kısa mısra'ya denir. Genel anlamda aruzun özel bir kalıbıyla
söylenen Ziyade, beş heceli bir söz halinde Koşma'ya. eklenirse. Ayaklı Koşma türü ortaya
çıkar.184
172
Sevdim sen dilberi / hublar serveri Gördüm şeklin peri/oldum müşteri Çeksen de
hançeri/kessen bu seri Gayri simden geri/Sen Şah ben Geda Kul Oldum sana185
e. Zincirbend Ayaklı Koşma
Zincirbend Ayaklı Koşma, Ziyade 'ler Zincirleme üpi'ndeki Koşma'lara ulanırsa, Zincirbent
Ayaklı Koşma denir.
Gani Mevlam düştüm aşk od'una Aşk od'una düştüm ciğerim kebab
Söyündünnez ab Ab akıyor benim iki özümden Çözümden akan yaş hep olur şarab
Kerem et Yarab Kerem et Yarabbi halim yamandr Yaman oldu halim sana 'lyandır 'iyon
oldu beyan ahir zamandır Ahir zaman oldu oku dört kitabı
Bulasın sevab
f. Zincirleme Koşma
Koşma ve Destanlarda her dörtlüğün son nusramdaki ilk mısramın basında tekrarlanmasıdır.
Bu çeşit Koşma ve Destan'lara Zincirleme Koşma adı verilir.
O ki yaratıldık turab-ı Tür'dan Perverdiger Hak Sübham biliriz. Türab 'in aslım yarattın
Nur'dan Nur'dan evvel bir mekan'ı biliriz.
Mekan 'da var iken nice bin şehir Anı ziynet kıldı ne murg-ı meher Günde yetmiş kere eyledi
teher Eki ettiği rızk u nan'ı biliriz187
a. Koşma-Şarkı
Dördüncü mısraları her dörtlüğün sonunda Nakarat olarak tekraralanan koşmalardır. Bu tip
koşmalar, kuruluşça şarkıya benzerler. Türklerde dördüncü mısralar nakarat halinde
olduğundan, koşma-şarkı 'ya türkü de denir.
173
îki dilber gördüm güller içinde /kişi de nazlı, cana uygundur. îsmini giderim diller içinde Biri
nazlı Kuğu, biri toy gündür
Kaçan bin naz île eylese ref-tar Kemend-i züljunü eyleyip et-var Şehr-i melanette ol şirin-
güftar Biri nazlı Kuğu biri toygundur188
Halk şiirindeki Koşma, Divan şiirindeki "Gazer'in karşılığı sayılabilir. Divan şiirinin ağırlık
noktası gazel olduğu gibi. Aşık Edebiyaümn temeli de Koşmalardır.189 Şimdi Koşmalardan
birkaç örnek vermeye çaüşalım:
Koşma
Eğer benim île gitmek dilersen Eğlen güzel yaz olsun da gidelim Bizim iller kıratlıdır aşılmaz
Yollar çamur kurusun da gidelim
Aşamazsın Karaman 'in Hini Köprüsü yok geçemezsin selini Gerdan yaylasının perçem belim
Lale sümbül bürüsün de gidelim
Sökülsün dağların buzu sökülsün Öne insin çöl ovaya dökülsün Erzurum dağının kan çekilsin
Ak koyunlar yürüsün de gidelim
Karac'oğlan der ki buna ne fayda Hiç rağbet kalmadı yoksula bay 'da Bu ayda olmazsa
gelecek ayda On bir ayın birisinde gidelim
Karacaoğlan
Koşma
Keklik gibi taştan tasa sekerek Gerdan açıp gelişini sevdiğim Sağa sola taksim etmiş örgüsün
Onar onar bölüşünü sevdiğim
174
On altıya karar verdim yaşım Yenice sevdaya salmış başım El yarımda yıkar gider kaşım
Tenhalarda gülüşünü sevdiğim
Sarardı gül benzim soldu diyerek Hasret kıydmete kaldı diyerek Hani Ruhsatt de noldu
diyerek Arayıp da buluşunu sevdiğim190
Ruhsatî
4. Varsağı
Varsağı, koşma (türünün) özel bir ezgiyle söylenen biçimidir. Kafiye düzeni koşmamnki
gibidir. Dörtlük sayışı 3, 4, 5 kimi zaman daha fazla olabilir. Şekil ve vezin itibariyle
"Semaî"ye benzer. Semaî de. Varsağı da hece ölçüsünün 8'li kalıbıyla söylenir. Aralarındaki
fark, makam, ezgi farkıdır.
Varmalılarda yiğitçe bir hava vardır. Köprülü, "Varsagiann biraz, kaba, erkekçe bir lisanla
ve daği bir eda île yazılması şarttır." der.191
Varsak adım Güney Anadolu Bölgesi'nde yaşayan Varsak Türklerinden almıştır. Bu yüzden
Varsağı "Varsaklara mahsus bir beste ile terennüm edilen bir nevi halk türküsüdür." biçiminde
ifade edilir.192
Varsaklara mertçe hava katmak için "behey, bre, hey gidf gibi ünlemler kullanılır. Ezgisi
bilinmeyen şiirlerin Varsağı olup olmadığı, bir ölçüde, ancak bunlarla anlaşılır. Fakat ezgisi
bilinmeden bir şiire Varsağı diyebilmek için bunlar da yeterli değildir. Çünkü Varsagiarda her
zaman ünlemlere rastlanmadığı gibi, konulan da zaman zaman bir üzüntüyü, bir acıyı
belirtecek yolda olabilir. Kaldı ki içinde, "hey, behey" ünlemleri bulunan her şiir de Varsağı
türüne giremez.
Varsağılarda vezin itibariyle muayyen bir kaide yoktur. Aşıklar 11 heceli varsagiar tertip
etmekle beraber, en fazla 8'lileri kullanmışlardır.193 En çok varsağı söyleyen ve bu türün en
güzel örneğini veren Saz, şairi Karacaoglan 'dır. Onun varsagian. türün bütün özelliklerim
yansıtacak durumdadır.
175
Varsağı
Bre ağalar bre bejler ölmeden bir dem suretim Gözümüze kara toprak Dolmadan bir dem
suretim
Aman hey Allahım canan Ne canan bilir ne zaman Üstümüzde çayır çemen Bitmeden bir dem
suretim
Buna felek derler felek Ne canan bilir ne dilek Ahir ömrümüzü helak Etmeden bir dem
suretim
Karacaoğlan der canan Güzelim sözüme inan Bu ayrılık bize heman Ermeden bir dem suretim
Karacaoğlan
* * *
Yürü bre Bulgar dağı Hemen dağlar sende m 'olur Yaylalı sümbüllü yurtlar Büyük evler sende
m 'olur
Yükseğinde döner kuşlar Engininde kervan işler Kürk giydirir at bağışlar Yiğit beğter sende
m 'olur
Yaylası ufak tepeler Yağar yağmur kar sepeler Kulakta altın küpeler Hemen dil-ber sende
m'olur
Karac'oğlan düz ovalar Şahinin keklik kovalar inil inil taş yuvalar Büyük seller sende
m'olur194
Karacaoğlan
176
5. Semaî
Semaî sözcüğü Arapçadır. "bir kurala bağlı kalmadan işitilerek öğrenilen" anlamındadır.
Semaîler, ya hece ölçüşü ile, ya da aruzun özel kalıbı ile yazılır. Saz şairlerinin eserleri
arasında her iki türüne de rastlanır. Ancak Saz Şairlerinin asıl basan gösterdikleri Semaîler,
hece ölçüsüyle olanlardır.
Hece ölçüsüne bağlı Semaîler, koşma tipindedir. Şekil olarak koşmanın aynıdır. Sadece
mısralarındaki hece sayışı itibariyle koşmadan aynlır. Semaîler, hecenin 8'li kalıbı ile söylenir.
Yani, ya 4-4 duraklı, ya da duraksız olur. Koşma gibi Semaî de dörtlük sayışı 3-5 arasında
değişir. Dörtlük sayışı 5'i geçen Semaîler daha azdır.
Semaîlerde konu bakmundan aşk, tabiat, ayrılık duygusu temaları işlenir. Koşmaya göre
daha hafif, daha uçan bir havası vardır.195
Semai
İncecikten bir kar yağar Tozar Elif Elif diye Deli gönül abdal olmuş Gezer Elif Elif diye
Elifin uğru nakışlı Yavru balaban bakışlı Yayla çiçeği kokuşlu Kokar Elif Elif diye
Elif kaşlarım çatar Gamzesi sîneme batar Ak elleri kalem tutar Yazar Elif Elif diye
Evlerinin önü çardak Elifin elinde bardak Sanki yeşil başlı ördek Yüzer Elif Elif diye
Karac'oğlan eğmelerin Gönül sevmez değmelerin iliklemiş düğmelerin Çözer Elif Elif diye
Karacaoğlan
177
Semaî
Gönül gurbet ele varma Ya gelinir ya gelinmez. Her dil-bere meyil verme Ya sevilir ya
sevilmez.
Yürüktür bizim atımız Yardan atlattı zalimiz Gurbet elde kıymatımız Ya bilinir ya bilinmez
Bahçenizde nar ağacı Kimi tatlı kimi acı Gönüldeki derd ilacı Ya bulunur ya bulunmaz
Deryalarda olur bahri Doldur da ver içem zehri Sunam gurbet elin kahrı Ya çekilir ya
çekilmez
Emrah der ki düştüm dile Bülbül figan eder güle Güzel sevmek bir sarp kale Ya alınır ya
alınmaz196
Erzurumlu Emrah
6. Destan
Destan sözcüğünün asıl biçimi "dastan" olup Farsçadır. Ahmed V. Paşa,'97 Ş. Sami,198 Ali
Seydi,199 M. Naci,200 Mehmed Salahi,201 Hüseyin Remzi,2"2 Ali Nazîma ile Reşat,203 H.
K. Kadri204 vb. destanı birbirinin aynı ya da birbirine benzer yolda;
"Manzum hikaye, mensur hikaye, kıssa, masal" şeklinde tarif etmişlerdir205. Ancak son
zamanlarda destan sözcüğünün tarih boyunca geçirdiği anlam değişikliklerim Şükrü Elçin206
ayrıntılarıyla ele almıştır. Bu bakımdan
178
destanlar, umumiyetle tarihî hadiseler, savaşlar, kahramanlıklar için söylenmiştir. Destanlar,
topluluk hayatı ile ilgili konulan ele alırlar.
Halk arasında adet ve gelenekleri aksettiren, züğürt, cimri, dalkavuk, gibi tipleri ve gülünç
karakterleri ortaya koyarlar. Zelzele ve kolera gibi tabiat afetlerim ve hastalıkları hikaye
ederler, eşkıyadan bahseder. Toplum içindeki çeşitli meslek ve zümrelerin, esnafların dikkat
çekici taraflarım işleyen destanlar da bulunmaktadır. Destanlar, tarih ve sosyoloji incelemeleri
için son derece önemli eserlerdir.
Destan, şekil itibariyle koşmaya. benzer. Ancak makam ve ezgisi değişik olur. Destanlar
uzun manzumelerdir. Kırk-elli dörtlükten meydana gelenleri, hatta yüz dörtlüğe varanları da
görülmektedir.
Destanları, Divan ve Halk edebiyatı içinde ayn ayrı ele almak mümkündür. Bu cümleden
olarak Divan Edebiyatı bünyesinde 'mesnevi türünde yazılan destanlardan;
'Dinî Hikayeler (Şeyyad Hamz, Yusuf-Zeliha); Fikri- tasavvufi Eserler (Y. Emre,
Risaletü'n-Nüshiyyesi; Gülşehrî, Manüku't-tayr); Aşkî Hikayeler (Fuzuli, Leyla vü Mecnun);
Manzum Tarih Kitapları, "Ahmedî'nin, Dastan-ı Tevarih-i rnulük-i al-i Osman'ı,"; Mensur
Tarih ve Nasihat Kitapları...vb.;
"M. Sadeddin, Tacü't-tevarih"i örnek verebiliriz.
Halk Edebiyatı'nda ise; 'Manzum Masallar (Dastan-ı Ahmed Harami);
Mensur Biyografik Romanlar (Dastan-ı îmam-ı Ali); Mensur-epik karakterli romanlar
(Cengizname); Halk şürinde bir tür adı olarak bu kavram kullanılmaktadır.
Tür olarak destan, koşma tipine girer. Varsağı, Semaî gibi destanın yapışı da aynıdır. Ancak
aralarındaki ayırımı dört noktada toplayabiliriz. Onlar da:
1.Dörtlük Sayışı:
Destanların uzunluğuna sınır yoktur. Dörtlükler, konunun özelliğine, şairin yaratma gücüne
göre artar.
ismail Habib'e207 göre: Koşma, Divan Edebiyatuun nasıl gazel karşılığı gibiyse, Destanlar
da kaside karşılığı gibidir. Bunun için destanların dörtlük sayışı, koşma dörtlüklerinden daha
çoktur.208
2. Konu Bakımından
Koşma, Semaî, varsağı da duygusal temalar işlendiği halde, destanlarda temel öğe, belirli
bir olay, bir vak'adır. Savaş, deprem, salgın, yiğitlik olayları, eşkiyalann serüvenleri,
güldürücü konular, toplumsal yergi ya da eleştiri, çevrede yankı uyandıran olaylar. Yani
destanların kapsamına girmeyen hiçbir
179
konu yoktur. Destanlar, ferdi ya da toplumsal konulan işler.209 Konulan itibariyle destanlan
şöyle sınıflayabiliriz.
a-Savaşdestanlan
b. Deprem, yangın, salgın gibi olaylarla ilgili destanlar
c.Eşkiyalann ya da çevredeki ün salmış kişilerin serüvenlerim anlatan destanlar
d-Güldürücü destanlar
e. Toplumsal yergi, taşlama ya da eleştirme niteliğindeki destanlar
f. Bekçi destanlan
g.Öğüt-Atasözleri
h. Yaş ve Hayvan Destanlan
i. Değişik konulu destanlar210
3.Anlatım Bakımından
Destanlarda hikaye etme esastır. Destanlar "Epik şiiri daha doğrusu vaka anlatan şiiri temsil
ederler." Destanlar aynca didaktik şiir tipini de mey-dana getirirler.211
4. Ezgileri Bakımından:
Diğer halk şiiri türleri gibi, destanlar da özel bir makamla söylenir. Bu makam, destanı öbür
türlerden aymr. Destan, bütün bu özellikleriyle TÜRK HALK EDEBÎYATInın en önemli
nazım türüdür.
Bosna Destanı
Bosnalı der behey devletin vezir Nemse kralının kasdi bizedir Duydu Bosna askerinin
geldiğin Şüpheniz olmasın fırsat gözetir
Urdu taburları geldi kaleye Kasd eyledi hasmın ol havaliye Geldi islam askeri kelle kelleye
îmdad-ı Hak île nusrat bizimdir
Ali Paşa der ki çıkalım düze Hak taala imdad eyleye bize Düşmanla gelelim biz de yüz yüze
îmdad-ı Hak ile nusrat bizimdir
180
Çekti tuğlarım düşman üstüne Kuşandı kılıcın kafir kasdina Asker ta'yîn etti hasmın üstüne
îmdad-ı Hak ile nusrat bizimdir
Asker-i îsîanüa kesildi yollar Kondu karakollar yürüdü diller Gelen gazilere verdi çengeller
îmdad-ı Hak ile nusrat bizimdir
Pançov kalesinden bir saat beri Geldi düşmanlarda müjde haberi Tîgden geçirmişler yedi bin
seri îmdad-ı Hak ile nusrat bizimdir
Feryatçısı geldi Banyo Loka'nın Elli bin askeri vardır Duka'nın Kaleyi hıfz edin vermeyin
sakın îmdad-ı Hak ile nusrat bizimdir
Pek çok yiğitleri yeldirip geçti Nemse kafirine gör ne iş etti Kafirler içine gulgüle düştü
îmdad-ı Hak ile nusrat bizimdir
Rebî'ü'l-evvelîn yedinci günü Küffara erişti îsîamın ünü Günden zahir oldu Muhammed dini
îmdad-ı Hak ile nusrat bizimdir
Allah Allah deyip yürüdü asker Katanası yolu göstermek ister Gaziler at şurup meydanı ister
îmdad-ı Hak ile nusrat bizimdir
Kafir gördü bizi geriye kaçtı Dest-i felek kudret ateşin saçtı İç ağası ceng kapısın açtı îmdad-ı
Hak ile nusrat bizimdir
On bir saat tamam eyledik cengi islam askerinin olmadı dengi Kafir suya döktü topu tüfengi
îmdad-ı Hak ile nusrat bizimdir
181
Bindi gaziler at sürdü meydana EUerinde kılıç hep Rüstemane Uralım kılıcı gelsin bu yana
îmdad-ı Hak ile nusrat bizimdir
Çark-ı feleklerin kurup geçtiler Şehitlik şerbetin anda içtiler Yürüdü gaziler serden geçtiler
İmdad-ı Hak ile nusrat bizimdir
Kaleli gördü kim geriye gitti Feth-i bab eyleyip ettiler hamdı Haydarlığı ispat ettiler şimdi
îmdad-ı Hak ile nusrat bizimdir
Ahmed bu nusratın şükrün edelim Duaya meşgul ol sözü nidelim İnşa-allah Belgrad'a gidelim
îmdad-ı Hak ile nusrat bizimdir"2
Aşık Ahmet
7. Türkü
Türkü terimüün kaynağı Türk sözcüğüdür. Türk sözcüğünün soruma nisbet eki ulanarak
Türkî elde edilmiş, bu sözcük zamanla Türkü biçimine girmiştir.213 Ş. Sami, F. Köprülü, A.
T. Onay, A. K. Tecer,
"Türklere mahsus bir beste ile söylenen halk şarkılarıdır. "214 tarifinde birleşirler.
Türkü, Türk Halk Şürinin en eski türlerindendir. R. Nur,215 A. Ş. Nevaî'nin Mizanü'l-
Evzan'mda Türküden bahsedildiğim bildiriyor. Demek ki Türkü Horasan'da ortaya çıkmıştır.
Türkü teriminin XV. asırda Doğu Türklerinde de kullanıldığım biliyoruz.
Anadolu Türk Edebiyaünda en eski türkü örnekleri XVI. yy'dan geriye gidememektedir.
Biçim bakımından türkü olan ilk metni ÖKSÜZ DEDE216 vermiştir. Türküler ferdi veya
sosyal olaylarla ilgilidir.
Konulan itibariyle de; "Deprem, ölüm. kıtlık, kahramanlık, sevgi, ayrılık" gibi sebepler
türkünün çıkışım etkiler. Toplumun olaylar karşısındaki tepkisi, türkülerde yansır. Öteki halk
şiiri türlerinin ferdi niteliğine karşılık,
182
türkülerde sosyal yan ağır basar. Halkın sevgisi, nefreti, açışı, tutkusu, her şeyi türkülerde
yankısını bulur.
Türkülerin üç bakımdan sınıflanması yapılabilir. Onlar da: ezgileri, konulan ve yapılanna
göre ayn ayn değerlendirilmeleridir...217
a. Ezgilerine Göre Türküler: Uzun havalar (usulsüzler). Divan Bozlak, Koşma, Hoyrat..
vb'leri olarak değerlendirilirken; Kırık havalar, usullüler de, genellikle oyun havalarıdır.
Urfa'da Kırık adı da verilmektedir.218
Esasen toplum ortanundan kopan her türlü halk edebiyatı orunu, türkü karakteri
kazanabilmektedir. Yalnız her tür'e de Türkü diyemeyiz. Öyle ki, bazı mecmualarda Divan
şiirinin murabbalan, hatta gazelleri bile Türkü başlığı ile kaydedilmiştir. Bu durumda
Türkü'yü sınırlamanın ve onu yalnız bir tip'e indirgemenin güçlüğü kendiliğinden ortaya
çıkmaktadır.
Söz gelimi bir cenaze ortanunda ortaya çıkan bir ağıt, bir beşik basında çocuk uyutmak
amacıyla söylenen ninni bu ortamlardan uzaklaşıp anonim özellik kazandığında türkü olarak
anılmaktadır. Hüzün ifade eden pek çok türkünün sözleri dikkatle incelenirse derhal bu ağıt
ortamlarım hatırlatır.
b. Konulanna Göre Türküler: Türküler konulanna göre ayn değerlendirilirler. Bu cümleden
olarak konulanna göre Türkü'leri; hikaye şarkıları, kasideler, .. vb'leri olarak da tasnif
edebiliriz. Ancak bazı bilim adamlan Anadolu Türkmenleri arasında yaptıklan incelemelerde
Türkmen halk türkülerim; "mevsim, kahramanlık, aşk, ölüm, doğum, evlenme, tarihi olaylar,
askerlik, gençlik şarkıları, çocuk ninnileri" şeklinde sıralamaktadırlar. Demek oluyor ki
türkülerin, konulan, ekseriya aşk ve lirik hususlardır. Günlük hadiseleri dile getiren,
savaşlardan, efelerden, meşhur eşkiyalardan bahseden türküler de bulunmaktadır. Türküler bu
tür konularda yoğunlaşmakla birlikte her türlü hayat hadisesinin türkülere konu olabileceğin!
de söyleyebiliriz. Türkü meydana getirmeğe "Türkü yakmak" denmiştir.
c. Yapılanna Göre Türküler: Türküler hece ölçüsünün her kalıbı ile söylenir. Beşli'den
başlayarak onaltı'lıya kadar, hecenin her ölçüsünün kalıbında türkülerinüz vardır. Bu durum,
türkünün bağımsız bir kuruluş, ya da tür ol-madığının, sözden çok ezgi ile bağlantılı
olduğunun kanıtıdır.
Türkülerin yapışı çok değişiktir. Bu biçimlerin dışında da türkü vardır. Türküler ekseriyetle
anonim eserlerdir. Türküler, mahalli ağız isimlerine (Urfa ağzı. Eğin ağzı, Rumeli gibi); beste
ve makamlarına (Kaya başı, Türkmdni gibi) ve konulanna göre çeşit çeşittir. Türküler bu
esaslara göre sınıflandırılırlar. Türkü şekil yönünden koşmaya benzer. Yalnız kıtalar çok defa
beş veya altı mısradan meydana gelir. Kıtalarda son veya son iki mısra-
183
lar umumiyetle tekrarlanır. Şarkı ile türkü arasında şekil benzerliği vardır. Aralarındaki fark,
birinin aruz, öbürünün hece vezniyle yazılmağıdır. Türküler 11 'li veya 8'li, 7'li hece vezniyle
söylenmiştir.
Burada en yaygın olanlanndan birkaçının isimleri ise şöyledir: " Mani kıtalanndan kurulu
türküler; dörtlüklerle kurulu, dördüncü mısraları nakarat olan türküler; dörtlüklerle kurulu
türküler, betleri dörtlük, nakaratı tek mısra olan türküler; Bentleri dörtlük, nakaratı iki mısralı
olan türküler; bentleri dörtlük, nakaratı üçlük olan türküler; bentleri de, nakaratları da dörtlük
olan türküler; bentleri dörtlük, nakaratları beşlik olan türküler; üçlükten kurulu Türküler;
bentleri üçlük, nakaratı tek mısra olan türküler; bentleri üçlük, nakaratları iki mısra olan
türküler; bentleri de nakaratları da üçlüklerle kurulu türküler; bentleri üçlük, nakaratları
dörtlük olan türküler; iki mısralı türküler; bentleri iki, nakaratları bir mısralı olan türküler;
bentleri de, nakaratları da iki mısralı olan türküler; bentleri iki, nakaratları altı mısralı
türküler.. vb'leri" bulunmaktadır.219
Şimdi de bu türkülerden birkaç örnek vermeye çalışalım:
Aşk Türküleri
Söğüdün yaprağı narindir narin içerim yanıyor dışanm serin Zeynep 'i bu hafta ettiler gelin
Zeynebim Zeynebim anlı Zeynebim Üç köyün içinde şanlı Zeynebim
Zeynep bu güzellik var mı soyunda Elvan elvan güller kokar koynunda Arife gününde bayram
ayında Zeynebim Zeynebim anlı Zeynebim Üç köyün içinde şanlı Zeynebim
Zeynep 'e yaptırdım altından tarak Tarada zülfünü gerdana bırak Görüşmek isterim yollarım
ırak Zeynebim Zeynebim anlı Zeynebim Üç köyün içinde şanlı Zeynebim
Zeynep 'in alı var alı neylesin Al yanak üstüne şalı neylesin Bu yosmalık dururken malı
neylesin Zeynebim Zeynebim anlı Zeynebim Üç köyün içinde şanlı Zeynebim
184
Zile 'nin yolları dardır geçilmez Soğuktur suları bir tas içilmez Anadan geçilir yardan
geçilmez Zeynebim Zeynebim anlı Zeynebim Üç köyün içinde şanlı Zeynebim220
Tören Türküleri
Gelin gelin allı gelin has gelin Ak elinde ben olayım tas gelin Kalbindeki tasaları keş gelin
Ölmeyince sakın yardan ayrılma
Gelin güzel ama azıcık bönce Gelinin beli yüzükten ince Dayanamazlar gelin seni görünce
Ölmeyince sakın yardan ayrılma
Ay île güneş doğdu ucadan Şavkı vurdu pencereden bacadan Uykusuz kaldın geçen geceden
Ölmeyince sakın yardan ayrılma 22]
8. Güzelleme
Daha çok sevda üzerine yazılan şiirlerdir. Bir kimseyi, bir güzeli, bir yeri, tabiatı övmek
maksadıyla da söylenen şiirlere Güzelleme denir. Halk şair-lerinin bir adı da aşık tır. O, bir
güzele tutkundur. Yahut gelenek onu ille de bir güzele tutkun eder. Pek çok aşık, saz calip şiir
söylemeye, bir güzelin sevdasına düştükten sonra veya rüyada aşk badesin! içtikten sonra
başlar. Bu, çok defasında yaşayan bir güzel değildir. Bu, güzellik idealidir. Veya çevresindeki
bir güzelin realitesinden uzaklaşıp yeni çizgiler, daha güzel renkler ve huylara benzetilmiş
hayallerdir. Bu hayallerin bütün vasıftan mübalağalı ve mükemmeldir. Bu yüzden halk
şiirinde güzelin anlatılması benzer kişiler ve kalıplar halindedir. Bunların en güzel örnekleri
Karacaoglan 'da çoktur.
Ayrıca Güzellemek, kuvvetli tabiat tasvirlerinin de konusudur. Sevinci ve açışı ile aşkın,
sevdanın ifadesi ile beraber, güzellemelere giren konularda birir de ayrılıktır. Halk şiirleririin
en güzelleri sevda ve ayrılık üzerine yazılan güzellemeler de söylenmiştir. Halk şiirindeki
güzelleme, Divan şiirindeki medhiyenin karşılığıdır.
185
Güzelleme
Dinleyin ağalar medhin eyleyim Elma yanaklımın kara kaslınım O gül yüzlerine kurban
olayım Dal gerdanlımın da sırma saçlımın
O yarin açılmış gülü göncedir Boyu fidan beli gayet incedir Mutabık fakirce hemen bencedir
ipek poşulumun güneş başlinun
Bir yol öpemedim kara gözünden Geçilmez ki cilvesinden nalından Hokka dehanından şirin
söyinden Kiraz, dudaklımın inci dişlimin
Aşık oldum cemalinin gülüne Al kınalar yakmış sedef eline Bir gönül bağlıdır her bir teline
Henüz çağı on üç on dört yaşlımın
Bin deyiş söylerim her gidişme Evvel sevip sonra terk edişine Noksanı girdin mi sen de
düşüne O turunç memeli beyaz döşlümün222
Noksanî
Çukurova bayramlığın giyerken
Çıplaklığın üzerinden soyarken
Şubat ayı kış yelim koğarken
Cennet demek sana yakışır dağlar
Ağacınız yapraklarla donanır Taşlarınız bir birliğe inanır Her çiçekler bağnnızda gönenir
Pınarınız çağlar akışır dağlar
Rüzgar eser dallarınız, atışır Kuşlarınız birbiriyle ötüşür Ören yerler bu bayramdan pek üşür
Sünbül niçin yaslı bakışır dağlar
Karac'oğlan size bakar sevinir Sevinirken kalbi yanar göğünür Kımıldanır hep dertleri devinir
Yas île sevincim yıkışır dağlar223
Karacaoğlan
186
9. Koçaklama
Yiğitliği, yiğitleri öven, savaşlardan bahseden kahramanlık şiirleridir. Divan şiirindeki
Hamasi Destan durumundadır. Bunların çoğu, ya Dadaloğlu ve Genç Osman gibi siyasi
çatışmalara katılan şairlerin eserleridir. Veya Yeniçeri şairlerüün malıdır. Fakat Koçaklama,
deyince asıl akla gelen Köroğlu'dur. Köroğlu'nun menkabevi hayatım saran şiirlerin çoğu
bunlardır. Köroglu ve etrafındakiler, bu şiirlerde mübalağalı bir ifade ile adam öldürür, kelle
keser, yol kapatır, baş alır. Halk şürinde destan unsuriannın yaşaması Kucaklamalarla
olmuştur.
Koçaklama
iki koçak bir araya gelende Gürelim ne işler meydan içinde Kesilir kelleler boşalır kanlar
Yeğin olur leşker meydan içinde
Oklar uçup gider sahanlar gibi
Merd de aşıp gider aslanlar gibi
Kılıçlar oynaşır ceylanlar gibi
Kesilir ne başlar meydan içinde Yiğitler çağrışır yaman gün olur Allah Allah derler yüksek
ün olur Çarka çarha döğüşicek hun olur Hasmın arar koçlar meydan içinde
Köroğluyum medhim merde yeğine
Koç yiğit değişmez, cengi düğme
Sere serpe gider düşman önüne
Ölümü karşılar meydan içinde224
Köroglu Şahlar şahı divan açar Divan gümbür gümbürlenir Merd dayanır na-
merd kaçar Meydan gümbür gümbürlenir
Yiğit kendini öğende
Oklar menzili değende
Şeş-per kalkana değende
Kalkan gümbür gümbürlenir Ok atılır kal 'asından Hak saklasın belasından Köroglu 'nün
narasından Her yan gümbür gümbürlenir225
Köroglu
187
10. Taşlama
Taşlama; "yeren, kötüleyen ve alay eden şiirlerdir." Beğenilmeyen kimseleri, adetleri,
huyları kötülemek, onlarla alay etmek için söylenmiştir. Halk Edebiyatındaki taşlama türü.
Divan Edebiyatındaki hiciv ve hezi manzumeleri karşılığdır. Hiciv ve mizah unsurlanna aynı
zamanda yer verilir. Güldürerek iğneler.
Taşlamaların konulan, ferdî ve sosyaldir. Aşık; önce bazı kişilerin kötü yönlerim ele alarak,
onu hicveder. Fakat bu olay, sadece bir şahsa bağh kalmayıp, hemen sosyallesin Bu olay,
ferdî olmaktan çıkıp, sosyal bir yapıya kavuşur. Taşlamaların bazılannda daha da geniş bir
yapı görürüz. Bunlarda halk şairi belli kuvvetleri yermekten de ileri geçerek bütün bir devri,
mevcut düzeni taşlamaya koyulur. Parça parça kötülükleri birleştirip kendince bir bütün kurar
ve onu yerer.
Halk geleneğinin kuvvetli olduğu dönemlerde taşlamalar düzeltici bir vazife de görmüştür.
Çeşitli şer kuvvetleri halkın aşıkların dilme düşmekten çekinmişlerdir. Ama günümüzdeki
taşlamalar tarihî misyonunu kaybetmiştir. Bugünkü Taşlamalar, daha çok hedef aldığı kişileri
bütünüyle " yok etmek" için söylenmektedir.
Birkaç Taşlama örneği vermeye çalışahm:
Taşlama
Bir vakte erdi ki bizim günümüz Yiğit belli değil mert belli değil Herkes yaraşma derman
arıyor Deva belli değil dert belli değil
Adalet kalmadı hep zulüm doldu Geçti şu baharın gülleri soldu Dünyanın gidişi acayip oldu
Koyun belli değil kurt belli değil
Başım ayık değil kederden yastan Ah attikçe duman çıkıyor/esten Haraba yüz. tuttu bezm-i
gül-istan Yayla belli değil yurt belli değil
Çark bozulmuş dünya ıslah olmuyor Ehl-i fukaranın yüzü gülmüyor Aşık Ruhsatî dediğim
bilmiyor Kalem belli değil hat belli değil226
Ruhsatî
188
Ormanda büyüyen adam azgını Çarşıda pazarda insan beğenmez. Medrese kaçkını softa
bozgunu Selam vermek için kesan beğenmez
Elin kapısında karavaş olan Burunu sümüklü gözü yas olan Bayramdan bayrama bir tıraş olan
Berbere gelir de dükkan beğenmez
Aleme ta 'n eder yanma varsan •» Seni yanıltır bir mesele sorsan Bir cim çıkmaz
eğer kamım yorsan Camiye gelir de erkan beğenmez
Dağlarda kırlarda gezen bir yörük Kimi tımar sipah kimisi bölük Bir elife dili dönmeyen
hödük Şehr-istana gelir ezan beğenmez
Bir çubuğu vardır gayet küçücek Zu'm-ıfasidince key f getirecek Kırık çanağı yok ayran
içecek Kahvede fağfuri fincan beğenmez
Yaz olunca yayla yayla göçenler Topuz kokusundan şehre kaçanlar Meşe yaprağım kıyıp
içenler Rumeli Yenicesi duhan beğenmez
îş gelmez elinden gitmez bir kare Aslında neslinde giymemiş hare Sandığı gömleksiz duran
mekkare Bedestene gelir kaftan beğenmez22?
Kazak Abdal 11. Ağıt
Ağıt; "Halk şiirinde ölen bir kimsenin ardında söylenen, onun meziyetlerim belirten,
ölümünden duyulan üzüntüleri dile getiren şiirlerdir." Divan Edebiyatındaki mersiyeler
durumundadır. Bunların menşeini eski Türklerde-ki ölenin ardından ayin yapmak adetine,
yani "yuğ törenleri"ne kadar götürebiliriz. Bugün de Doğu ve Orta ve Güney Anadolu' da ölü
için ağıt yakmak geleneği vardır. Belli bir zaman içinde ölü evini ziyarete gelen herkes,
bilhassa halk şiiri geleneğine yabancı olmayanlar, duygularım şiir halinde anlatır ve yalan da
olsa ağlarlar. Böyle yakılan ağıtlar tam anonimlik vasfına
189
sahiptir. Daha ilk söyleyenin ağzından çıkarken bile öteki ağıtlarda büyük ölçüde malzeme
alır. Halk şairleri de ağıtlar söylemişlerdir. Bunların öteki anonim ağıtlardan farkı belli
kişilerin eseri olmasıdır. Aşıklar, daha çok, ö-lümü çevresinde yankılar uyandıran kimseler
için ağıt söylemişlerdir Delikanlı iken veya yeni evli iken ölenler, bir hileye, bir düzene
kurban gidenler, ölümleri bir ailenin veya zümrenin yıkımma sebep olan kimseler gibi. Halk
şairleri sel, zelzele, salgın hastalıktan gibi büyük felaketler için yazılan şiirle-re de ağıt adım
vermektedir.
Ağıt
Mızıka çalındı, düğün mü sandın Al beyaz bayrağı gelin mi sandın Yemen'e gideni gelir mi
sandın
Döngel ağam döngel dayanamiram Uyku gaflet basmış, uyanamiram Ağam öldüğüne
inanamiram
Ağam yolladım Yemen iline Çifte tabancalar tahmis beline Ayrılmak olur mu taze geline
Döngel ağam döngel dayanamiram Uyku gaflet basmış, uyanamiram Ağam öldüğüne
inanamiram
Akşam olur mumlar yanar karşımda Bu ayrılık cümle alem basında Gündüz hayalimde gece
düşümde
Döngel ağam döngel dayanamiram Uyku gaflet basmış, uyanamiram Ağam öldüğüne
inanamiram
Koyun gelir kuzusunun adı yok Sıralanmış küleklerin sudu yok Ağamsız da bu yerlerin tadı
yok
Döngel ağam döngel dayanamiram Uyku gaflet basmış, uyanamiram Ağam öldüğüne
inanamiram228
Erzurum köylerinin birinde iki camış (manda) otlarken döğüşmeye başlar. Halk ayırmaya
cesaret edemez. Sahibi olan ve o gün güvey girecek damadı çağırırlar. Mandalar her günkü
elbisesi içinde göremedikleri sahiplerini tanıyamaz boynuzlayıp öldürürler. Düğün yarıda
kalır:
190
Camışlan vurdum kira bayıra Döğüşe doğuşu (y)endi çayım Güveğiye deyin gelip ayıra
San da camış yaraladı yarimi Eğdi boynuzunu döktü kanımı
Bo günlerde cumadır Cuma Hamama gidersem saçımı yuma Ben seni sevmişem ellere deme
San da camış yaraladı yarimi Eğdi boynuzunu döktü hanımı
Bo günlerde pazardır Pazar Kelkit mollaları çeyizim! yazar Tektir gelir şimdi tebdili bozar
San da camış yaraladı yarimi Eğdi boynuzunu döktü kanımı
Bo günlerde salıdır salı
Ak duvak üzerine damlayor kam
Böğründen vurulmuş çıkmıyor canı
San da camış yaraladı yarimi Eğdi boynuzunu döktü kanımı
Camışlan bağlayın yanıma yakın Cenazemi kılın öğleye yakın
San da camış yaraladı yarimi Eğdi boynuzunu döktü kanımı229
Ağıt
Sefil baykuş ne gezersin bu yerde Yok mudur vatanın illerin hani Küsmüş müsün selamımı
almadın Şeyda bülbül şirin dillerin hani
Ecel tuzağım açamaz mısın Açıp ta içinden kaçamaz mısın Azad eyleseler uçamaz mısın
Kırık mı kanadın kolların hani
191
Bir kuzu koyundan ayn ki durdu Yemez mi dağların kuşuyla kurdu Katardan ayrıldın şahin mi
vurdu Tumanı teleklerin tellerin hani
Aç mısın yok mudur ekmeğin aşın Odan ne karanlık yok mu atasın Hanidir güveğin hani
yoldaşın Hani kapın bacan yolların hani
Kara yerde mor menekşe biter mi Yaz baharda ishak kuşu öter mi Bahçede alışan çölde yatar
mı Uyan garip bülbül güllerin hani
Bunda yorgan döşek yastık var mıdır Bu geniş dünyada yerin dar mıdır Dalın tahta duvar
önün yar mıdır Yeşil başlı sunam göllerin hani
Körpe maral idin dağlanmızda Dolanırdın solu sağlanmızda Taze fidan idin bağlanmızda
Felek mi budadı dalların hani
Gelinlik esvabın dar mı biçildi Düğününde acı şerbet içildi îlikle dügmele göğsün açıldı
Noldu kemer beste bellerin hani
Alışmış kaşların var mı kınası Ala idi o gözlerin binası Kocaldın mı on beş yılın sunası Yok
mudur takatin hallerin hani
Emmim kızı aç kapıyı gireyim Hasta mısın halin hatırın sarayım Susuz değil misin bir su
vereyim Çaylarda çalkanan sellerin hani
Yatarsın gaflette gamsız kaygusuz Ninni halam ninni kalma uykusuz Hem garip hem çıplak
hem aç hem susuz Felek fukarası malların hani
Her gelip geçtikçe selam vereyim Nişan-gah taşma yüzün süreyim Kaldır nikahım yüzün
göreyim Ne çok sararmışsın hallerin hani
192
Civan da canına böyle kıyar mı Hasta başın taş yastığa koyar mı Ergen hza beyaz bezler uyar
mı Al giy allı balam şalların hani
Daha seyran-gdha çıkamaz mısın Çıkıp da bağlara bakamaz mısın Kaldırsam ayağa kakamaz
mısın Ver bana tutayım ellerin hani
Sen de Hıfzı gibi tezden uyandın Uyandın da taş yastığa dayandın Aslı Hanım gibi kavruldun
yandın Yeller mi savurdu küllerin hani230
Hıfzî
12. Muamma
Saz şairlerinin çözümü muayyen bilgiler gerektiren manzum bilmece mahiyetindeki
eserleridir. Eşya ve şahıs isimleri ile ilgili olurlar. Divan Şii-rindeki lügaz ve muammaya
benzerler. Böyle şiirler, en çok aşıkların karşılıklı birbirini imtihan etmelerinde kullanılır.
Bunları söylemekte ve çözmekte usta olan, karşısındakini mat eden aşık büyük şair olarak
kabul edilmektedir. Bir imtihanda yenilen, öteki aşığın bulunduğu ortamlarda saz calip şiir
söylemek hakkını kaybediyor, sazını getirip usta olana teslim ediyor. Bu manzum bilmeceler
halk dilindeki bilmecelerden epey farklıdır Muammaların hemen hepsi, menkabevi İslam
Tarihine, îslam nutolojisine telmihler taşıyan ve onlar bilinmedikçe çözülmesine imkan
olmayan şiirlerdir. Bunları tertipleyen, şiir haline getiren bir kişi vardır. Şiirin altında bu
sanatçının adı söylenmiştir. Daha çok günlük hayatın ve sosyal çevrenin akislerinı veren
anonim halk bilmecelerinden bu bakımdan ayrılırlar. Muammaların hemen hemen hepsi
imtihan sahnelerinde kurulduğu için irticalin bunda yeri çok büyüktür. Sözlü geleneğe daha
fazla dayalıdır. Yazılı örnekleri azdır.
Aşık Şem'î'nin Sulukahve'deki 1823 yılının ilkbaharında Karamanlı A-şık Kenzî ile
karşılıklı muamma asmaları dillere destan olmuş bir sanat olayıdır.
Bir sabah Aşık Şem'î'ye bir dostu gelerek Sulukahve'ye bir aşığın uğradığım ve kahveye bir
muamma astığım söyleyerek bir kağıda yazılan muammayı Aşık Şem'î'ye uzatır. Muamma
şudur:
Ol nedir ki muallaktır kaşanesi Temeli yok üstad kendi kurar anı Zinciri var, kemendi var hem
şanesi Sakit durur lakin yakar nice canı.
a» Dilçin, Cem, a. g. e., s. 342-343
193
Aşık Şem'î, kendisini er meydanma çağıran bu muammaya karşı hemen orada bir muamma
hazıriayıp dostuna vererek kahvedeki muammanın yanma asmasını söyler. Aşık Şem'î'nin
muamması da şöyleydi:
Üç harflidir ağyarı çok Dostu azdır, hem yari çok Aşık olan tanır anı, Nadir gezer, efkarı çok
İsmi vardır döner dilde Eserleri doğru yolda Yeri meçhul, ayn belde Bir şahtır ki izman çok
Sırrı açar sim vermez Hem saraya gelip girmez Sem 't söyler, aklı ermez Dili durmaz ikrarı
çok
Kısa sürede iki aşık arasında bu muamma düellosu bütün şehirde duyulur. îki aşığın
karşılaşacağı günü şehir halkı merakla bekler. Gün gelir çatar. îki aşık, yüzlerce meraklının
huzurunda karşılaşırlar. Şiirli sohbete başlarlar. Önce bir taksim, sonra semaîler, divanlar. Sıra
muammalara gelir. Aşık Şem'î, Aşık Kenzî'nin muammasın! sazıyla cevaplar:
Sinek gibi hırs yoluna uçup gidilmez Ankebut gibi temelsiz tuzak kurulmaz Günçu Vahdet
bize mesken ezel-kan, Emretmeyince bu aşk bir cevap verilmez
Ehl-i dil olanlar, muamma halloldu, örümcek diye seslenirler. Sıra Aşık Şem'î'nin astığı
muammaya gelir. Aşık Kenzî eline alır sazım, başlar söylemeye:
Dinledim süzdüm erenler sözün, Hatiften bir ses bir şah gibidir. Bu mahsulüdür sağlam bir
özün, Yabancı değil dil agah gibidir
Üç harfli bir çok metin aradım Daldım ummnana zemin aradım Buna mahrem birfatin aradım
Bulunmadı işim eyvah gibidir
Kenzî der ki geçmişiz alemden Bülbül anlar benim bu nalemden Belki beyanın geçmiş
halemden Dilhanem harap tebah gibidir
194
Aşık Şem'î, sazım eline alır, muammasını açıklar:
Üç harfli aşk sultanımız değil mi Ağyar-ı aşk düşmanımız değil mi O bir şahdır bulunmaz her
gönülde Bitim boş bir cismanımız değil mi
İsmi döner aşıkların dilinde Gezer daim doğruların yolunda Yeri anın seher vakti gülünçle
Bizim her an cananımız değil mi
Sırrı verir nihan eyler ezelden Sünuhatı Hüda-yı Lem-yezelden Verir sofa daim hoşluk
güzelden Her nefhası gülistanınız değil mi
Sem 'î söyler aklım hayran karında Gönül müştak, gezer anın zannda Yarine yar, gözümüz
yok ağyannda Bu hal dilde elhanımız değil mi
Bundan sonra iki aşık hoşça kucaklaşır, toplanan para ve hediyeleri Şem'î, Aşık Kenzî'ye
bırakır. O geceki sanat sohbeti son bulur.231
Çıldırlı Aşık Şenlik (1850-1914) Ardahan'da Aşık İzanî ile bir kahvehanede karşılaşırlar.
Aşık îzanî daha önce yazıp bir mendil içinde kahvehaneye astığı muammasını çözmesi için
Aşık Şenlik'e üç gün süre tanır. Aşık Şenlik, muammanın kaç harf, kaç nokta olduğunu sorar.
Aşık îzanî bir harf fazla söyler.
Aşık Şenlik, üç gün üç gece uğraşır, üç hoca sürekli kendine yardımcı olur, sonunda
muammayı çözer. Karşılıklı soruşma ve atışmalarla muamma deryasına dalan iki aşık
sazlarıyla şöyle konuşurlar:
Aldı îzanî: A; Osman eline salmışam seda Ardahan şehrim yakacam od'a Bir inci düşürdüm
derya ummanda Ara ki bulasın biçare Şenlik
Aldı Şenlik: Eğer yaradanım bir fırsat verse Nuranî pirlerim imdada gelse Yedi kat yer altta
bir nokta olsa Arayıp bulacam Aşık İzanî
195
Bir iki kıtadan sonra Aşık Şenlik bir müjde halinde muammanın harflerim sunar:
Muamman bulunsa kalan alınır Askerlerin bölük bölük bölünür Evveli Kaf sonu Ya 'da
bulunur İnşallah bulmuşam Aşık îzanî
Aşık îzanî. Şenlik'in muammayı çözdüğünü anlayınca onu övmekten kendini alamaz:
Çıldır karaşında sen ehl-i irfan Aşıklar üstadı bilirsin erkan Ey aziz kardeşim ben sana
mihman Yaradan yar olsun Baba Şenlik'i
Yine de îzanî ortaya konan ödülden kendisine pay vermesin!, sazım al-mamasmı Aşık
Şenlik'ten bekler ve muammayı kelime olarak da açıklaması-m ister:
Çıldır sancağında aladan ala
îzant'ye hasım gelipsen böyle
Eğer bilirisen ismini söyle
Yaradan yar olsun Baba Şenlik'i
Alır Şenlik:
Budur siz Gül Şenlik'in muradı Nurani pirlerim rüyada dedi Kahvehane ocağı okunur adı
Arayıp bulmuşam yazık îzanî
İzanî her şeyden ümidini keser. Şenlik ne sazdan ne paradan söz etmiyordu. Yine de
Şenlik'e son defa seslenir:
Gurbet elde büktün benim betimi Azrail pençenle aldın canımı Bir izin ver bana göster
yolumu Yaradan yar olsun Baba Şenlik 'i
Çünkü kara ettin benim yüzümü
Daim metheder söylerem sözünü
Bağışla Allah 'a gel ver sazımı
Yaradan yar olsun Baba Şenlik'i Çıldır sancağından arz geldim Erzurum 'dan İstanbul 'a nam
saldım Eyvallah demişem sen usta oldun Yaradan yar olsun Baba Şenlik'i
Şenlik, bu sözler üzerine îzanî'ye acır, sazım ve ödülün yarışım ona verir.232
196
13. Nasihat
Halk şiirinde öğretici şiirlerdir. Bir şeyi belletmek, bir fikrin propagandasını yapmak için
söylenmiş şiirlerdir, öğretici olmak çok yaygın bir vasıf olduğu için halk şairlerinin çoğunda
ufak veya büyük ölçüde öğreticiliğe rastlanabilir. Sadece nasihat için yazılan atasözü
destanlarından tütün da dinî-tasavvufî şiirlere varana kadar her çeşit şiir içinde didaktik
unsura rastlanır.
Nasihat
Dinle sana bir nasihat edeyim Hatırdan gönülden geçici olma Yiğidin başına bir iş gelince Anı
yad illere açıcı olma
Mecliste arif ol, kelamı dinle il iki söylerse, sen birin söyle Elinden geldikçe sen eylik eyle
Hatıra dokunup yıkıcı olma
Dokunur hatıra kendisin bilmez Asilzadelerden hiç kemlik gelmez Sen eylik et de, o zayi
olmaz Danlıp da başa kakıcı olma
Ü ariftir, yoklar senin bendim Dağıtırlar tuzağım, fendim Alçaklarda otur, gözet kendini Katı
yükseklerden uçucu olma
Muradım, nasihat bunda söylemek Size layık olan, onu dinlemek Şev seni seveni, za'y etme
emek Sevenin sözünden geçici olma
Karac'Oğlan söyler: Sözün başarır Aşkın deryasını boydan aşınr Seni bir mecliste hadi
düşürür Kötülerle konup göçücü olma233
Karacaoğlan
Nasihat
Yaz gelip de beş ayları doğumca Akar boz bulanık selinden sakın,
Gurbet ilde kimse bilmez ahvalin Sen dür vatanında Hinden sakın
197
insanın kötüsü eylikten bilmez
Kursaksıza öğüt versen de almaz
İnsan çiğ süt emmiş itimat olmaz
Kapında hizmetkar kulundan sakın Kötü insan doğru gitmez yoluna Eyi insan hoş geçinir
dilme Elini sunma ki yarin gülünç Dikeni var, batar, elinden sakın
Karac'Oğlan der ki: Eğlen gönlünü
Elinden bırakma nazlı yarını
Kimse bilmez ahvalini, halim
Yakınında olan komşundan sakın234
Karacaoğlan
Nasihat
Hey yar yavrularım sana emanet Gözlerinin yaşı akıp durmasın Yalvarırım öksüzlüğüm
bildirme Arada boynunu büküp durmasın
Onlar hediyemdir salda yanında N'olur mezanmı göster sonunda Giyindir, kusandır bayram
gününde Ellerin eline bakıp durmasın
îmamî ufacık körpe kuzular Değişmezmiş kaderdeki yazılar Aç koma ha! Kemiklerim sızılar
Karatoprak beni yakıp durmasın235
Ahmet Aşık îmamî
14. Hikaye-Destan
Destan, hem nazım şekli, hem de nazım türüdür. Destanlar, çeşitli hadiselerin anlatıldığı
manzumelerdir. Hikaye hüviyeti taşırlar. Savaş ve kahramanlık mahiyetindekilere koçaklama
denmiştir.
Belli olaylar üzerinde yazılmış halk şiirleridir. Yalnız adları epope[en andırır. Temel karakteri
vak'a anlatmaktadır. Fakat hiç birinde vak'anın reel \hikayesine rastlanmaz. Şair benzer kişiler
içinde olayların en sivri noktalarına bir dokunur geçer. Destanlara konu veren vak'alar
çeşitlidir. Günlük hayatın ufak tefek olaylarından büyük sosyal hareketlere kadar her cinsten
hadiseyi içine almış olan destanlar vardır. Büyük bir kısmı güldürücüdür. Otlakçı Destanı,
Tahta Kurursu destanı vb. Halk şairi, günlük hayatın küçük sıkıntılarım alaya almaktan
hoşlanır. Öteki destanlar da böyledir. Kıtlık, salgın,
198
harp, zelzele gibi büyük olaylar anlatsa da destan reel ifadelerden uzak hazır kalıplar halinde,
belli bir sosyal çevre içine oturmamış, mahalli renklerden yoksun olarak karşımıza çıkıyor.
Destan
Dinleyin ahibba edeyim beyan Dillerde daima söylerisin heman Bin üçyüz on üçte bitin ki
tamam Yunarüler ile olan kavgayı
Daim kahbelikle çıkar meydane Eşkıyadır diye eder bahane Kadın, erkek demez kasdeder
cane Hiç mi düşünmekler ganî Mevla 'yi
iptida Girid'e bin parmak vurdu Miralay Vaso 'yu kumandan koydu Cezire usatı bunlara uydu
Şübhesiz anlar da bulur belayı
Devletlere hemen haber erişti Cümlesi hep birden telaşa düştü Harb sefineleri çabuk yetişti
Abluka ettiler hemen adayı
Vaso'ya nasihat hiç kar ekmedi Fenalıklanndan hiç vazgeçmedi Henüz oradadır çıkıp gitmedi
Lakin kaptırmazlar hazır lokmayı
Yunanîler kat'en karar verdiler Hayır yok Girit'ten bize dediler Hudut boylanna yüz çevirdiler
Bak şimdi yediler tatlı helvayı
Hududu boş sandı bu serseriler Açlık, susuzluktan canları inler Görsünler vahşîlik anları
neyler Taciz eylediler bütün dünyayı
Giriştiler hudut tecavüzüm Cesur görünmeğe halkın gözüne Nasıl çıkacaklar insan yüzüne
Şiddetli gördüler müdafaayı
199
Pek çok tecavüze cür'et ettiler Hayli leş bırakıp geri gittiler Kaçarken birbirin şurup ittiler
îsîamlar arkadan çekti yunayı
Huda-yı lemyezel haksız iş yapmaz Mazlumların ahın yerde bırakmaz Yakında gösterir pek
çok uzatmaz Bir anda mahveder kavm-ı adayı
Padişah tahtında çok sabır etti Elbet bu sabrın da vadesi yetti Umum kumandana irade etti
Görsünler düşmanlar şimdi kavgayı Beş rumt Nisan 'da harb ilan oldu Düşmanların yüzü
saranp soldu Yunan askerleri acep ne oldu Bırakıp kaçtılar koca ovayı
Ol saat çalındı hücum borusu islam askerleri arslan yavrusu Eğer isterseniz sözün doğrusu
Bunlara layıktır demek fedayi
Her taraftan girişildi kavgaya Otuz altı saat sırtı sıraya Top, tüfenk sesleri çıktı semaya
Zabitler kesmedi hiç kumandayı
Edhem Paşa geldi meyddn-ı harbe Askere buyurdu korkmayın asla istirahat edin var asker
burda Teneffüs ediniz biraz havayı
Asker dedi Paşa 'm rica ederiz Biz ceng ü cidalde rahat ederiz Ölür isek dahi rahat ederiz Biz
istemeyiz işbu tabiyeyi
Gelürken anamız eyledi nida Ay&llerinizle edin elveda Yavrularınız! gözetsün Huda Allah
açık itsün sizlere rahı
Ömrümüz var ise yine geliriz înşaallah sizi hep sağ buluruz Ya şehid veyahut gazi oluruz
Hemen biz bu yolda olduk fedayî
200
Babalanmızın öptük elini Kimimiz bıraktık taze gelini Bu devlet uğruna verip serini Canlar
atıp geldik bizler burayı
Böyle söylenerek hep vedalaştık Hududa gelince bunca dağ aştık Kimimiz kurşuna sînemiz
açtık Biz hiç düşünmeyiz artık dünyayı
Yaşasınlar şeci, arslan askerler Cesur kahramanlar er oğlu erler Şecaatlerinden titriyor yerler
Edelim anlara hayır duayı
Hayri Paşa eydür: Haydi ileri Gün bugün evlatlar kalmayın geri Memnun eyleyelim Hak
Peygamberi O emir kılmıştır bize gazayı
Bir taraftan Neş'et Paşafirkası Bulundur mevki' hudut ortası Göründü karşıdan düşman
noktası Yerelim düşmana şimdi cezayı
Memduh Paşanın da çoktur gayreti Görenlerin mutlak artar hayreti Bir başka kuvvettir Hak
din kuvveti Tarumar ettirir bütün adayı
Hakkı Paşa daim gözetir hakkı Hatırdan çıkarmaz cenab-ı Hakk'ı Yedirir askerlere güzel
erzakı Gayreti tuttu kubbe-i mînayı
Haydar Paşa dahi vezîr-i sadık ismi müsmmaya hem de mutabık Askeri kendine düşmüş
muvafık Hatırdan çıkarmaz ulu Mevla 'yi
Gazi Osman Paşa, hem Osman Paşa Nüfuzları geçer dağlara tasa Korkmaz bu arslanlar salar
ateşe Memnun eylediler bütün dünyayı
Erkan-ı harbier de hep gider önden Fenn-i harbie çektik düşmana perde Sıkıştı düşmanlar hem
üç dört yerde Aldık ellerinden biz Tesalya 'yi
201
Herde bütün süvarikolları Muayene etti bunlar yolları Dehşete getirdi gören bunları Toz
duman ettiler bütür ovayı
Az. uzak durdular Yeni Şehir'den Piyadeler dahi geldi nehirden Arş ileri etti cümlesi birden
Kaçtı Yunanlılar bırakt(ı) orayı
Istikbale çıktı ordaki Türkler Birlikte Rumlar'la hem Yahudiler Büyürün diyerek davet ettiler
Çok ettiler Yunanlı 'dan şekvayı
înayet-i rahmet yetişti bize Üçler'le Yediler hem Kırklar bile Birlikte girdiler Yeni Şehir'e
Şükür fetheyledik diktik bayrağı
Mehmed acizleri söyledim yani Usan-ı acz ile işbu destanı Kusurum bilirim çoktur noksanı
Görünüz fakiri afve sezayı236
Aşık Mehmed
b.b. Aruz Ölçüsüne Dayalı Türler
Halk edebiyatı ürünlerinin manzum eserleri, önceleri millî vezin hece ile sözlü olarak
söyleniyordu. Bilindiği gibi, îslamiyetten önceki Türk hayatında idare eden sınıfla idare edilen
boy-il-ulus ve budun arasında duygu, düşünce, ülkü; hayat ve kainat anlayışı bakımından
fazla bir fark yoktu.
Türkler, îslamiyeti büyük çoğunluk halinde 10. asırdan itibaren kabul ettiler. îslamiyeti
kabulleri, aslında yerleşik ve göçebe olan Türklerin hayatlarında eski an'aneler devam etti.
Hatta, eski dinlerin bazı an'anelerini îslamlaştırdılar. Ancak şehir ve kasabalarda sonradan
kurulan medreseler mahdut sayıdaki insanları yeni dinin emrinde îslamî ilimler ile bilgi
bakımından üstün hale getirince manevî hava bozuldu. Havas ve avam adlarıyla bir ikilik
doğdu. Tabiî ki bunların bir edebiyattan da beraberlerinde geldi. Havas'ın edebiyatı Divan-
Yüksek Zümre Edebiyatı idi. Avam'ın edebiyatı da Halk Edebiyatı idi. Aslında Divan Şairleri
XX. yüzyıla kadar halk şiiri türün-de eserler vermişlerdir. Halk şairleri de bu yüksek zümre
edebiyatı tür ve şekillerinde pek çok eser vermişlerdir. Halk şairleri, bilhassa-saz şairleri,
Divan şairlerinden etkilenme ve biraz da özenti sonucu aruzla şiirler yazmış-
202
lardır. Bunlar aruzu iyi bilmedikleri için, aruzlu şiirleri birçok teknik kusurlarla doludur.
Onlar, belirli kalıpların çevresinde dolaşmışlar, kulak dolgun-luğunun sağladığı yatkınlıkla
aruz kalıplanna uyan şiirler söylemişler ya da yazmışlardır. Bilhassa XVII. asırdan sonra bazı
Divan edebiyatı şekilleri, saz şairleri tarafından kullanılmış ve bunlara hususi isimler
verilmiştir. Halk şiirinin. Divan şiirinden aldığı belli başlı nazım şekli gazeldir. Gazel şeklinde
şiir söylemek Yunus Emre, Kaygusuz Abdal ile başlamıştır. Yunus ve Kaygusuz, dört mısra
halinde telakki edilmesi mümkün olan Musammat (mısra ortaları da kafiyeli) gazel şeklim
kullanmıştır. Böylece bir gazel-koşma kaynaşması ortaya çıkmıştır.
17. asırda Gevheri ve Aşık Ömer aruz veznim, divan şiiri dilini ve nazım şekillerim büyük
ölçüde kullanmışlardır. Bu bir gelenek halini almış ve XIX. asRIn sonuna kadar devam
etmiştir.
Halk şiirine mahsus aruz vezniyle söylenen şiirlerin başlıcalaRI: Divan, Selis, Semaî,
Kalenderi, Satranç, Vezn-i Ahar'dır. Bunlar birbirlerinden ancak vezinleri, makamları ve
ahenkleri ile ayrılmaktadır. Bunlar umumiyetle Murabba (dörtlük), bazen Gazel, Muhammes
ve Müseddes şekilleriyle söylenmiştir.
1. Divan
Saz şairlerinin aruzlu şiirlerinin çoğu bu türdedir. Aruzun 3 Füilatün, 1 Failün kalıbında
olan şiirlere divan adıNI verirler. Bu adlandırılış, yalnız kalıpla değil, ezgiyle de ilgilidir.
Çünkü divanlar, özel bir ezgiyle okunurlar.237 Dörtlüklerden oluşan divanın kafiye şeması:
(aaaa, bbba, ccca, ddda)'dır.
Divan
Ser-nigün kıldık zamanın sagar-ı mînasını Çekmeyiz simden gerii sakinin istiğnasını
Saganndan badesinden neş'esinden çektik el Basma çatsın felek ahval-i na-ber-casını
Hırka-püş olduk kalender-mesreb olduk hasılı Hiçe saydık alemin a'lasını ednasını
Düştüler çah-ı kazaya göz göre ikbal için Alemin gördük nice bînO. vü na-bînasını
Biz libas-ıfahn Mekkî çak çok ettik yine Talibi her kimse giysin atlas u dîbasını238
Mekkî
203
Divan
Şerh edip r&z-ı derünum ol cenana söylesem Payine yüzümü sürsem bî-bahane söylesem
Katre-i eşkim dökülse dane dane söylesem Çektiğim her türlü gamdan bir nişane söylesem
Tutalım ben söylemişim ol peri ma 'zürdur Tıfl-ı nev-res hal-i dilden bilmemek meşhurdur
Bilse de bî-merhamettir hüsnüne mağrurdur Bana rahm etmez o kafir müslümdna söylesem
Halimi takrir edersem yare bt-ma 'na yere Ede mi te 'sîr güya su gece mi mermere Ol kadar
mazmunlu sözler söyledim ki dil-bere Bülbül-i güya oturdu bî-zebana söylesem
Çok muhabbet nüshasını alnıma yazdı kalem Başıma cem' oldu hep pervaneler çekti alem Ne
çırağlar yaktı gör kim sîneme sem'-i elem Derdimi bir anlar olsa yana yana söylesem
Cam-ı çeşmimdir görünen eldeki peymane-var Saki-i gam dil sürahiden alır meyhane-var
Gevheri bu keyfile çok söyledin dîvane-var Kail idim bir kelamı akılane söylesem 239
Gevheri
2. Selis
Saz şairlerinin aruzun feilatün/(failatün) feilatün/feilatün/feilün kalıbı-na uyan şiirlere selis
denir. Selis de divan gibi ya gazel örgüsündedir ya da murabba, muhammes, müseddes
biçimindedir. Kafiye şeması divanın aynıdır.
Selis
Gide mi haşre kadar hüzn île firkat acaba Yoksa hasıl ola mı yar ile vuslat acaba
O mürüvvetsiz o zülim o sitem-karenin ah Ere mi demlenme dest-i meserret acaba
Baksa bir kerre benim hal-i diğer-günuma ol Çeşm-i insaf ile etmez mi mürüvvet acaba
204
Beni gördükte yüzün döndürür ol afet-i can Ne içindir bana bu rütbe eziyyet acaba
Kime şekva edeyim kimlere feryad edeyim Uzanırsa nideyim leyle-i hasret acaba
Mürg-ı dil-ddr-ı heves bir gün olup meyi ede mi Kona mı Nuri kulun basma devlet acaba.
Tokadı Nurî
Selis
Yine aldı gam u efkar-ı dili dağ-ı tenin Acımaz mı yüreğin merhametin yok mu senin Ne reva
çevri ola goncaya serv-i semenin Acımaz, mı yüreğin merhametin yok mu senin
Bunca cevr ettiğini kimseler ey gül edemez Ben gibi nale vü milisleri bülbül edemez Ah u
efganıma kafir de tahammül edemez Acımaz mı yüreğin merhametin yok mu senin
Bunca derde kim kodun aşık-ı bî-çareleri Tiğ-ı cevrin ile açtın sineme yöreleri Dağ dağ oldu a
kafir ciğerim pareleri Acımaz mı yüreğin merhametin yok mu senin
Çünkü göğsünde yok insafın a zalim nideyim Yarayım başım alıp özge diyara gideyim Sen git
ağyar ile gül oyna da ben zar ideyim Acımaz mı yüreğin merhametin yok mu senin
Derd-i aşkın komadı Nuri mecalim yetişir Bu kadar çekmeye de kalmadı halim yetişir Yetişir
çekticeğim gayri a zalim yetişir Acımaz mı yüreğin merhametin yok mu senin 240
Tokatlı Nurî
3. Semaî
Aruzun Mefaîlün/ Mefaîlün/ Mefaîlün/ Mefaîlün kalıbındaki şiirlere Semaî denir. Ayrı bir
ezgi ile okunur. Kafiye düzeni, divan ve selise olduğu gibidir. Semaîler üç türlüdür.
a. Gazel, murabba, muhammes, müseddes biçiminde olanlar,
b. Musammat Semaî: Aruzun aynı kalıbında olan, fakat her beyti kafiyeli dört parçadan
meydana gelen Semaîlerdir.
205
c. Ayaklı (yedekli) Semaî
Halk şairleri aruzun 4 Mefailün kalıbına Mafailün/ faulün ya da 2 Mafailün parçası ulayarak
yazdıkları şüriere Ayaklı Semaî ya da Yedekli Semaî adı verilir.242
Semaî
Fitil veş giy külahı şem'a-yı süzmeden çıkma Dalaş sem 'in civarın merkez-i pervaneden
çıkma
Eğer maksat seyahatsa gönül derya-yı vahdette Hubab-ı bade veş devret leb-i peymaneden
çıkma
Eğer yarin yanağın okşamak öpmek ise arzun Deragus eyle dendan-ı dehan-ı soneden çıkma
Eğer Seyrani'ye süret-perest dersen bu deyrin sen Asıl divanna suret gibi büthaneden
çıkma243
Seyranî
Semaî
Efendim gel bana bildir bu istiğna ne adettir Bana bildir bu istiğna ne adettir adalettir Bu
istiğna ne adettir adalettir halavettir Ne adettir adalettir halavettir nezakettir
Nice ta'rifedem medhin bu alemde senin dilber
Edem medhin senin bu alemde dilber rüyin enver
Bu alemde senin dilber rüyin enver lebin sükker
Senin dilber rüyin enver lebin sükker saadettir
Yanaginda açılmıştır o gonca-ter gül-i ra'na Açılmıştır o gonca-ter gül-i ra 'na gözü şehla O
gonca-ter gül-i ra 'na gözü şehla ne hüb sevda Gül-i ra'na gözü şehla ne hüb sevda ne takattir
Cüda kılmaz seni Hengam bedenden can cüda olsa Seni Hengam bedenden cüda olsa feda
olsa Bedenden can cüda olsa feda olsa geda olsa Cüda olsa f eda olsa geda olsa şefaattir144
Hengamî
4. Kalenderi
Kalenderi, hakkında fazla bir inceleme görülmemektedir. Ancak Kalenderî'nin "Ahilik,
Babaîlik, Abdallık, Haydarilik.. vb" gibi tarikatların isimi olması sebebiyle bu tarzdaki şiirlere
de bu ismin verilmesi ihtimal dahilinde
206
ve şiirin Kalenderî'lere mahsus ayinlerde okunan Nefes/veya Nutuk'lann ahengi ile
okunmaszndan ileri gelmektedir" şeklinde tarif edilmektedir.
Kalenderîler, aruzun Mefülü/ Mefailü/ Feilün kalıbı ve hece'nin 7+7 vezinleri ile yazıldığı
ve özel bir beste eşliğinde söylendiği görülmektedir. Bazı araştırmacılar. Kalenderi'lerde
kullanılan veznin, aruz'dan alınıp Halk edebiyatına mal edildiğim söylerler. Hakikatte ise, bu
böyle değildir. Yapılan araştırmalar, Kalenderîlerin aruz'la değil, hece ile yazıldığını
gösteriyor.
Kalenderîler de; divanlar, selisler, semailer gibi gazel, murabba, muhammes, müseddes
biçimlerinde yazılırlar. Kalenderîler yapılarına göre üçe ayrılır.
a. Aruzun özel bir kalıbı ile gazel, murabba, muhammes, müseddes, biçimlerinde olanlar.
b. Ayaklı(yedekli) Kalenderler. Bu, Divan şiirindeki müstezatın aynıdır. Yine aruzun
mefülü /mefaülü /mefaîlü /feulün kalıbında, mefülü /feülü /feülün, veya mefülü /mefail
parçaları(ziyade) ulanan şiirleri ayaklı(yedekli) Kalenderi derler.
c. Hece ölçüsü ve dörtlükler biçiminde yazılan Kalenderîler. Hece ölçüsündeki
dörtlüklerden oluşan Kalenderîler, bir dörtlüğün üçüncü mısrası, ondan sonraki dörtlüğün
birinci mısrası olarak aynen tekrarlanır. Yalnız, son dörtlükte kafiye, anlam ve uyum bozulur.
Kalenderi
İçtin mi a canım yine mestane durursun Gamzen gibi aşıklara bigane durursun
Kimden söz işittin ki cefa hakkına dair Böyle güzelim hatırı virane durursun
Geç şahım otur basımın üstünde yerin var El bağlı efendim kime divane durursun
Bir çift idiniz vuslat-ı devlette geçen gün Nettin esini ey peri bir done durursun
Sen al ile basımdan alıp aklımı şimdi Ey rind-i felek-meşreb edîbane durursun
Öldürmek ise Nuri kulun kasdina böyle Cem hançeri oldur o paşam ya ne durursun
Tokatlı Nuri
Kalenderi
Gönlüm seni ey şüh-i sitem-ger sever oldu flicrin bana ah kim neler etti neler oldu
207
Sensiz geceler hem-demim ah-ı seher oldu Her saat-ı hicrin bana bin yıl kadar oldu
Feryad u figanım bu gece arşa dayandı Derd ü gam ile didelerim kana boyandı Firkat günü ah
böyle uzandıkça uzandı Her saat-ı hicrin bana bin yıl kadar oldu
Rahm eyle bu firkat odunu sondur e fendim Bir katre zülal-ı lebim gönder efendim Mehcür
olalı bir iki üç gündür efendim Her saat-ı hicrin bana bin yıl kadar oldu
Ahımla cihan gamz eder bu ne aceb ah Hicran oduna can u ciğer y andı bu şeb ah Neyse bu
Gedayî kulunu terke sebeb ah Her saat-ı hicrin bana bin yıl kadar oldu246
Gedayî
5. Satranç
Satranç teriminin bir tür adı oluşunun sebebi bilinmemektedir. A. T. Onay, "Bu şekilde
irticalen şiir söylemek güçlüğü mucib olduğu için sadrenc'den veyahut bentlerinin adedi
onaltıyı, ekseriya, tecavüz etmediği için satranç tahtasının şeklinden alınmış olması
muhtemeldir. "demektedir.
Satranç, musammat beyitlerden olduğu için, her mısra iki eşit parçaya bölünür ve iç kafiye
bulunur. Musammat mısralar alt alta yazılırsa bir dörtlük elde edilir.
îç kafiyeye göre kafiye şeması: abab- aaab- dddb'dir. Satranç, hece ölçüsünün 8+8 kalıbına
da uyar.
Saz şairlerinin aruzla yazdıkları türlerden biri olan Satranç'ın örnekleri de azdır. Ve ancak
XIX. yüzyılda görülür. Aruzun 4 müfteilün kalıbındadır. Gazel biçimindedir. Özel bir beste
ile söylenir.
Satranç
Medhine meddah olalım hüsrev-i hüban güzele Vasfına sözler bulalım dinleye yaran güzele
Benzeyemez hür u melek hidmetine çektik emek Dişleri zer sone gerek zülfü perişan güzele
Dayanamam nazlanna tüti gibi sözlerine Çekme seza gözh'rine kuhl-i Sıfahan güzele
208
Söyleme efsane gibi bakması bigane gibi Sem 'ine pervane gibi yan güzele yan güzele
Söylese diller dolaşır bakmaya gözler kamaşır Sırmalı kaftan yaraşır serv-i hıraman güzele
Yüzüne zer hızma ile cebhe zeheb düzme ile Başta oya yazma ile yakışır elvan güzele
Ruhları gül gonca femi kendi aşiret Hatem'i Gezseler Rum u Acem 'i olmaya akran güzele
Serv-i sehî kametime k&met-i kıyametime Gelse eğer da 'vetime kesmeli kurban güzele
Emrine ta 'at edelim cevrine gayret edelim Haneyi halvet edelim bir gece mihman güzele
Cam ile mey süzdürelim bezme şeker ezdirelim Seyr ederek getirelim bağ ile bostan güzele
Dertli-i efkendeleriz vasfım güyendeleriz Can baş ile bendeleriz şimdi Alt-şan güzele249 Aşık
Dertlî
6. Vezn-i Aher
Saz şairlerinin 4 müstef Hatun kalıbında yazdıkları şiirlere Vezn-i aher denir.
Vezn-i Aher'de her mısra, ilk üçü birbiriyle kafiyeli, dört eşit parçaya bölünmüştür. Her
parça, ardından gelen nusraların başında tekrarlandığı gibi, öteki parçalar da aynı mısra da
birbirini izler. Bir bent'teki mısraların her parçası, ayrı harflerle gösterilirse, bent'in şeması
şöyle olur:
abcç- bcçd- cçde- çdef. Şimdi buna bir örnek verelim:
Vezn-i Aher
Ey vasl-ı cennet/kıl cana minnet/vay serv-i kamet/can içre cansın Kıl cana minnet/vay serv-i
kamet/can içre cansın / nevres fidansın Vay serv-i kamet/can içre cansın / nevres fidansın/şüh-
ı cihansın Can içre cansın / nevres fidansın/şüh-ı cihansın/gözden nihansın
Üftaden oldum / gül gibi soldum / sor bana n 'oldum / cevrinle canan Gül gibi soldum /sor
bana n 'oldum/ cevrinle canan /oldum perişan Sor bana n 'oldum / cevrinle canan / oldum
perişan / ey fitne-devran Cevrinle canan/oldum perişan / ey fitne-devran /ahir zamansın
209
Bir hüb edasın /pek dil-rübasın / lîk pür-cefasın / sırrın bilinmez Pek dil-rübasın / lîk pür-
cefasın / sırrın bilinmez / nakşın alınmaz Lîk pür-ce fasın / sırrın bilinmez/nakşın
alınmaz/mislin bulunmaz Sırrın bilinmez/nakşın alınmaz/mislin bulunmaz/bir nev-civansın
Aşüfte halim/re f et melalim /gel beri zalim/lütfet ne dersem Re f et melalim /gel beri zalim
/lütfet ne dersem/ol bana hem-dem Gel beri zalim / lütfet ne dersem / ol bana hem-dem /
gönlüme her dem Lütfet ne dersem /ol bana hem-dem /gönlüme her dem /günden ayansın
Ettimse ahi/fethetti mahı/aşk-ı ilahî /var sende gayet Fethetti mahı / aşk-ı İlahî/var sende gayet
/ Hak'tan hidayet Aşk-ı ilahî/var sende gayet / Hak'tan hidayet / Nün nihayet Var sende gayet /
Hak 'tan hidayet / Nün nihayet / sahib-i divansın25'
Tokatlı Nuri
Örnekte görüldüğü gibi, dört mısralı vezn-i aherde iç kafiyelerin durumu:
a. Her bent'in birinci nusraındaki ikinci parça, ikinci mısraın basında,
b. Her bent'i birinci misnndaki üçüncü parça, üçüncü mısraın üçüncü parçası olarak,
c. Her bent'in birinci mısraındakison parça, dördüncü mısraın birinci parçası olarak
tekraralamr.
Her bendi üç mısralı vezn-i aher de vardır. Ancak örneğine az rastlanır:
Vezn-i Aher
Ey can-ı alem/bir ince belsin /her sırra mahrem /sen bî-bedelsin Ey can-ı alem /her sırra
mahrem /vay gonca gül-f em /gayet güzelsin Gayet güzelsin/sen bî-bedelsin / bir ince
belsin/tul-i emelsin
Ey çeşm-i fettan /anladım bildim /yok sende iman /beyhude yeldim Ey çeşm-i fettan /yok
sende iman / katlime ferman /ben reva kıldım Ben reva kıldım/beyhude yeldim /anladım
bildim /ahir ecelsin
Çok derde düştüm/var söyle yare/ aşkınla pistim /yandım ne çare Çok derde düştüm/aşkınla
pistim /yandım tutuştum/bir şîvekare Bir şîvekare /yandım ne çare / var söyle y are / durmasın
gelsin
Bir vasla ermek / hübların şahı /yüz yüze sürmek / diller penahı
Bir vasla ermek /yüzyüze sürmek /yok mudur görmek / sen hüsn-i mahı
Sen hüsn-i mahı / diller penahı / hübların şahı /burc-i hilalsin
210
Durdunsa bensin/aferin Nün/gülsüz dikensiz/etme gurur Durdunsa bensiz / gülsüz dikensiz /
istemem sensiz / cennat ü huri Cennat ü huri/etme gurüri / aferin Nuri / sahib-gazelsin 252
Tokatlı Nurî
Vezn-i aher, aruz'un müstefilatün kalıbında yazıldığı gibi, divan'lar şeklinde de yazılır.
Vezn-i aher'in bir de zincirleme biçimi vardır. Zincirleme vezn-i aherde nusralar, ya iki, ya da
dört müstefilatün parçasından meydana gelirler.
Vezn-i aher aruzun müstefilatün kalıbında yazıldığı gibi aşağıdaki biçimde olan divanlar da
vezn-i aher sayılmaktadır. Bu birkaç bentten oluşan vezn-i aherin kafiyelerinin genel seması;
divan, selis. Semaî ve Kalenderininn aynıdır. aaab-(aaaa-abab- aaba)- bbba- ccca...
Olpen-rü çeşm-i ahu mehlikalar canıdır Çeşm-i ahu zülf-ü hoş-bü canımın cananıdır
Mehlikalar canımın eğlencesi candan aziz Canıdır cananıdır candan aziz mihmanıdır
Mübtela-yi derd-i aşkı ol perinin cism ü can Derd-i askı kim çekerse istemez mülk-ü cihan Ol
perinin istemez üftadesi bag-ı cenan Cism ü can mülk-ü cihan bağ-ı cenan kurbanıdır
Hal ü hattı nazenindir her eddsı dilrüba Nazenindir şuh ü mümtaz neş 'edar sahih- vefa Her
edası neş 'edar ayine-veş ibret-nüma Dilrüba sahib-vefa ibret-nüma unvanıdır
Hamd-i bî-had tazelendi sayesinde bezm-i Cem Tazelendi cam-ı gül-gün zümre-i ali-himem
Sayesinde zümre-i uşşak bütün erbab-ı dem Bezm-i Cem ali-himem erbab-ı dem meydanıdır
Ey Hüzün barekallah yazdı hamen nazm-ı ter Barekallah kadri vardır her sözün hikmette bir
müciz-eser Yazdı hemen her sözün hikmette bir mucîz-eser Nazm-ı ter manend-i zer müciz-
eser divanıdır154
Huzürî
c. Halk Edebiyatında Nesre Dayalı Türler
Halk edebiyatının belli başlı nesir türleri; mitler, efsaneler, hikayeler, masallar, fıkralar,
temaşa eserleri (Karagöz, Orta Oyunu, Meddahlık) ve
211
bilmeceler: kukladir. Bunlardan ferdi olanları olmakla beraber, pek çoğu anonim olan ve bir
kısmı folklor mahsulü durumunda bulunan nesir türlerine atasözlerini de eklemek gerekir.
1. Mitler
Mitoloji, Mit bilimi anlamına gelir. Mit (Yunuancası: Myth; Osmanlı Türkçesinde: Usture,
esatir) ise bazı araşürmacılara göre "ilkel toplumlar için olay 'fable' 'fiction'" karşılığı olarak
kullanılmıştır. Mitin asıl anlamı "Gerçek hikaye" bunun da ötesinde "Sahip olunan çok değerli
şeyler, kutsal, değerli ve manalı olandır."
Bugün bu kelime hayal, tasavvur, gerçeğin bozulması anlamlanna gelmektedir. Etnolog,
sosyolog, tarihçi ve din adamlarına göre ise "Kutsal geleekler, ilkel inanışlar, örnek modeller"
anlamını taşımaktadır.
Mitin herkes tarfindan kabul edilebilir bir tarifim yapmak çok zordur.
Mitler, kutsal bir hikayeyi ihtiva eder. İlkel zamanlarda meydana gelmiş olduğuna inanılan
bir olay, veya şeylerin nasıl meydana geldiğini anlatır. Olaylarda yer alan karakterler taunlar
ve tabiat üstü varlıklardır.
Mitler her zaman yaratılışla ilgilidir. Bir şeyin nasıl hayata geçtiğini ya da bir davranışın
oluşum biçimini izah eder.
Mitler olağanüstü varlıkların hikayesini ve onların kutsal güçlerim açıklar. Bu bakımdan
insanlara bir model sunar.
tikel insanlar, mitik olayları yalnız hatırlamakla kalmaz, kendilerim bu olayları zaman
zaman yeniden yaşamakla yükümlü tutarlar.
Bu özelliklerinden dolayı mitlere saygı gösterilir, ulu orta anlatılmazlar. Genellikle yaşlı
öğretmenler öğrencileri ile ormanda inzivaya çekildiklerinde ve giriş merasimlerinde
anlatılır.255
Mitler, efsane ve masallara bazı bakımlardan benzemekle birlikte bazı yönlerden aynlır:
Mit ve efsane her ikisi de gerçek kabul edilir. Mit uzak geçmişi ve farklı bir dünyayı, efsane
yakın geçmişi ve günümüz dünyasını; mit insan dışı varlıkları efsane insanı konu edilir. Mit
kutsal kabul edilirken efsane genellikle kutsal, fakat bazı hallerde kutsal da olmayabilir.
Mit ve masal ayrımında da masal kurmaca, herhangi bir zaman dilinimde, herhangi bir
yerde, insan ve diğer varlıklar arasında geçmesi gibi özellikleriyle mitten aynlır. En önemlisi
de masal kutsal kabul edilmez.
Mitin benzerlik gösterdiği bir başka anlatı ise destandır. Almanlann Brockhaus adlı
ansiklopedisinde bu iki türün şu çizgi ile aynidığını görmek-
212
teyiz: Tarihte adı geçmeyen, artık unutulmuş büyük kahramanlara ait efsaneler mitolojinin
kadrosuna girer." Bu yaklaşıma göre tarihte yaşadığım bildiğimiz kahramanlara ait efsaneler
destan, kahramanları tarihî kişiler olmayanlar da mit kapsamına girmektedir. Bu durumda
Oğuz Kağan destanı bir destandan ziyade bir mit olarak kabul edilmektedir.256
Mitler ele aldıkları konular itibariyle çeşitli kollara ayrılır: İnsanın ve dünyanın geleceğini
(tufan ve kıyamet) konu edinenler eskatoloji, evrenin nasıl oluştuğunu anlatanlar kozmogoni,
tanrıların nereden geldiklerim anlatanlar teogoni, insanların nereden geldiklerim ya da nasıl
oluştuklarım anlatanlar antropogoni olarak adlandırılır.
Bütün büyük Akdeniz ve Asya dinlerine mensup milletlerin mitolojileri vardır. Grek
mitlerinin büyük bir bölümü Hesiod ve Homer tarafmdan tasnif edilmiştir. Yakındoğu ve
Hindistan'daki mitolojik gelenekler de din adamları tarafından tesbit edilmiştir. Mitolojiler
zamanla edebî değer kazanmış şairler ve din adamları tarafmdan yeniden ele alınıp
canlandininuş sonuçta yazılı metinler haline getirilmişlerdir.
Altay Efsanelerine Göre Yerin Yaradılışı (yerding pütkeni)
Evvelce ancak su vardı; yer, gök, ay ve güneş yoktu. Tanrı (Kuday) ile bir "kişi" vardı.
Bunlar kara kaz, şekline girip su U7.eri.nde uçuyorlardı. Tanrı hiçbir şey düşünmüyordu.
"Kişi", rüzgar çıkanp suyu dalgalandırdı ve Tanrı'nin yüzüne serpti. Bu "kişi" kendisinin
Tanrı'dan büyük olduğunu sandı ve suyun içine dalıverdi. Su içinde boğulacak oldu; "Tann,
bana yardım et" diye bağırmaya başladı. Tanrı "yukarı çık!" dedi, o da sudan çıkıverdi. Tanrı
şöyle buyurdu: "Sağlam bir taş olsun!" suyun dibinden bir taş çıktı. Tanrı ile "kişi" taşın
üzerine oturdular. Tann "kişi" ye : "Suya dal, oradan toprak çıkar!" dedi. Kişi suyun dibinden
toprak çıkanp Tann'ya verdi. Tanrı bu toprağı suyun üzerine atarak "yer olsun (yer butsun)!"
dedi. Böyle yer yaratılmış oldu. Bundan Sonra Tanrı yine "kişi"ye: "Suya dal, toprak çıkar"
dedi. Kişi suya daldı ve "ben kendim içinde toprak alayım" diye düşümdü, iki eline toprak
aldı; bir elindeki toprağı, kendi basma iş görmek düşüncesiyle, ağzına soktu. Tanrı 'dan
gizlice bir yer yaratmak istiyordu. Bir elindeki toprağı Tanrı 'ya verdi. Tanrı bu toprağı
saçıverdi, katı yer meydana geldi. Deminki "kişi" nin ağzında gizlediği toprak da büyümeye
başladı nefesi tıka-nıp boğulacak, ölecek oldu. Tanrı 'dan kaçmaya başladı. Fakat nereye
baksa Tanrı 'yi yanında buldu. Boğulmak üzere iken "A Tanrı, gerçek Tanrı, bana yardım et"
diye yalvardı. Tanrı ona "Ne yaptın? Ağzına toprak saklayım diye mi düşündün? Bu toprağı
niçin gizledin?" diye sordu. O "kişi" cevap verdi: "Yer yaratayım diye bu toprağı ağzıma
gizlemiştim". Tanrı ona "at ağzından o toprağı!" dedi. "Kişi" toprağı alıverdi. Bu topraktan
küçük kü-
213
çük tepeler meydana geldi. Bundan sonra Tanrı şöyle dedi: "tmdi sen günahlı oldun; bana
karşı fenalık düşündün. Sana itaat eden halkın (sanga bakkan albating) düşünceleri dahi fena
olacaktır. Bana itaat eden halkın düşünceleri an, temiz olacaktır; onlar güneş görecekler,
aydınlık görecekler. Ben gerçek Kurbustan adım almışımdır. Senin adın ise Erlik olsun;
günahlarım benden gizleyenler benim halkım olsun!" dedi.
Dalsız, budaksın, bir ağaç. Bitmişti. Bu ağacı Tanrı gördü ve "dalları olmayan bir ağaca
bakmak, hoş bir şey değil; buna dokuz tane dal bitsin!" dedi. Ağaçta dokuz dal bitti Tann yine
şöyle dedi: "Dokuz dalın kökünden dokuz kişi türesin ve bundan dokuz ulus olsun "
Bu sırada Erlik bir kalabalığın gürültüsünü işitti ve "bu gürültü nedir?" diye sordu. Tanrı
"sen de bir hakansın ben de bir hakanım. Bu gürültü yapan kalabalık benim ulusumdur" dedi.
Erlik bu kavmin kendisine verilmesin! istedi. Tanrı ona "hayır, sana vermeyeceğim. Sen
kendine bok!" dedi. Erlik "dür, bakalım. Tanrı 'nin şu ulusunu bir göreyim" dedi ve kalabalığa
doğru yürüdü. Bir ye re geldi. Burada insanlar, yabani hayvanlar, kullar ve başka bir çok canlı
yaratıklar gördü ve "Tanrı bunları nasıl yaratmış? Bunlar ne ile besleniyorlar" diye düşündü.
Burada bulunan insanlar bir ağacın meyve-siyle besleniyorlardı. Ağacın bir tarafındaki
meyveleri yiyorlar, diğer tarafındaki meyvelerden ağızlanna almıyorlardı. Erlik bunun
sebebim sordu. insanlar cevap verdiler. "Tanrı bize bu dört dalın meyvesini yemeyi yasak etti.
Güneşin doğduğu yanda bulunan beş dalın meyvelerinden yemeyi buyurdu. Yılan ile köpeğe
bu ağacı dört dalından yemek isteyenleri bırakma diye emretti. Bundan sonra Tanrı göğe çıktı.
Beş dalın meyveleri bizim aşımız oldu ".
Erlik Körmös bunları duyduktan sonra Törüngey denilen bir kişiyi buldu ve ona "Tanrı
yalan söylemiş. Siz bu dört dalın meyvelerim de yiyiniz!" dedi. Bekçi yılan uyuyordu. Erlik
onun ağzına girdi ve "bu ağaca çık" dedi. Yılan ağaca çıktı yasak meyveden yedi. Törüngey
ile karışı Eje beraber geziyorlardı, Erlik onlara "bu meyvelerden yiyiniz!" dedi. Törüngey
istemedi. Fakat kansı yedi, meyve çok tatlı geldi. Meyveyi alıp kocasının ağzına sürdü. O
anda her ikisinin tüyleri dökülüverdi, utndılar. Ağaçların altına saklandılar. Derken Tanrı
geldi. Bütün ulus Tanrı'dan gizlendi. Tanrı haykırdı:
"Törüngey Törüngey' Eje Eje! Neredesiniz?" Onlar "ağaç altındayız, sana varamayız" dediler.
Yılan, köpek, Törüngey, Eje kabahati hep birbirine attılar. Tanrı yılana dedi: " Şimdi vursun
öldürsün". Bundan sonra Eje'y e "Yasak meyveyi yedin, körmös (şeytan) oldun. Kişiler sana
düşman olsun. Körmös'ün sözüne uydun, bundan böyle sen gebe olacaksın, çocuk
doğuracaksın, doğum sancıları çekeceksin, sonra öleceksin". Törüngey'e şöyle dedi:
"Körmös'ün aşım yedin, beni dinlemedin, şeytanın sözüne kandın, onun sözüne kananlar onun
ülkesinde yaşayacaklar, ışıktan mahrum olacaklar,
214
karanlık dünyada bulunacaklardır. Şeytan bana düşman oldu; sen de ona düşman olacaksın.
Beni dinlemiş olsaydın benim gibi olurdun. Şimdi senin dokuz oğul, dokuz, kızın olsun.
Bundan sonra ben kişi yaratmayacağım. Kişileri sen doğuracaksın". Tanrı şeytana
"adamlanmı ne için aldattın" dedi. Şeytan "ben istedim, sen vermedin. Ben de hırsızca almaya
karar verdim. Ben alacağım: Atla kaçarsa düşürerek alacağım, rakı içip sarhoş olursa
döğüştüreceğim, suya girse, ağaca çıksa yine alacağım" dedi. Tanrı şöyle dedi: "Üç kat yerin
altında, ay ve güneşi olmayan karanlık bir dünya vardır. Ben seni oraya atıyorum" dedi.
"Bundan sonra size yemek vermeyeceğim. Kendinizi kendi gücünüzle kazanarak besleyiniz.
Sizinle konuşmayacağım. Size Maytere'yi göndereceğim" dedi.
Maytere geldi; insanlara birçok şeyler öğretti. Araba yaptı. Aş olarak ot köklerim, ısırgan
vesaire otları tayin etti.
Erlik, Maytere'ye yalvardı: "Ey Maytere, sen benim için Tann'ya baş-vur, müsaade etsin de
ben Tann'nın yanma çıkayım". Maytere, Erlik'in kabul edilmesi için Tanrı 'ya altmış yıl
yalvardı.
Tanrı şeytana şöyle dedi: "Bana düşman olmazsan, insanlara fenalık etmezsen yanıma gel!"
Şeytan göklere Tanrı 'nin yanma çıktı; Tanrı 'ya secde ederek, "beni takdis et, müsaade et de
ben kendim için gökler yapayım " dedi. Tanrı müsaade etti. Erlik gökler yaptı. Erlik'in avanesi
göklere yerleşip çok kalabalık oldu. Tann'nın öz kişisi Mangdaşire şöyle düşündü; "Bizim öz
kişilerimiz yer yüzünde, Erlik'in kişileri göklerde. Bu çok fena bir şey".
Mangdaşire, Tann'ya danlıp. Erlik'e karşı savaş açtı; Erlik karşı geldi, ateşle vurup
Mangdaşire 'yi kaçırdı. Mangdaşire Tanrı huzuruna geldi. Tanrı "nereden geliyorsun?" diye
sordu. Mangdaşire "Erlik avanesi yüksek göklerde, bizim kişilerimiz ise yerde bulunuyorlar
bu çok fena bir şey. Ben Erlik avanesini yere indirmek için savaştım. Fakat gücüm yetmedi,
indiremedim" dedi. Tanrı benden başka kimse ona dayanamaz; Erlik'in gücü senden fazladır.
Fakat bir zaman gelecek ki sana "var!" diyeceğim, işte o zaman senin gücün Erlik'in gücünden
üstün olacaktır" dedi. Bunun üzerine Mnagdaşire rahat rahat yattı.
Bir gün Mangdaşire şöyle düşündü: "Tanrı 'nin var diyeceği gün yaklaştı".
Tanrı Mangdaşire'ye dedi; "Ey Mangdaşire, bugün var, Erlik'i göklerden süreceksin,
maksadına erişeceksin, ondan güçlü olacaksın. Benim gücüm, kudretim, takdisim (alkışım)
sana yetsin..." Mangdaşire sevindi bir kahkaha attı "tüfeğim yok, yayım, okum yok, kargım
(çıdam) yok, yatağanım yok... Ancak yalın bileğim, kolum var. Nasıl ben Erlik'e karşı
savaşayım?" dedi. Tanrı ona kargı verdi. Mangdaşire kargıyı alıp Erlik'in göklerine çıktı.
Erlik'i yendi, kaçırdı. Göklerim kırıp parça parça etti. Erlik'in göklerinin parçaları yere
döküldü. O zamana kadar yeryüzü dümdüz idi. Bu parçalardan
215
dağlar, kayalar hasıl oldu. Güzel Tanrı 'nin güzel yarattığı dümdüz yer böylece eğri-büğrü
oldu. Erlik'in bütün avanesi yere döküldü, kimi suya düştü, boğuldu, kimi ağaca, kimi tasa
çarptı, öldü, kimi hayvanlara çarptı öldü.
îmdi Erlik, Tanrı 'dan yer istedi. "Benim göklerimi kırdın. Şimdi benim barınacak yerim yok"
dedi. Tanrı yerin altına, karanlık dünyasına sürdü. Üzerin akat kat kilitler koydu. "Üzerinden
sönmez ateş olsun, güneş ve ay ışığı gör-meyesin! Tekrar ediyorum: iyi olursan yanıma
alırım, fena olursan daha derinlere sürerim!" dedi. Erlik, ben "ölmüş adamların canlarım
alacağım" dedi. Tanrı "Ben onları sana vermeyeceğim, kendin yarat" dedi. Erlik eline çekiç,
körüs, örs aldı. Bir vurdu -kurbağa çıktı; bir vurdu -yılan çıktı; Bir vurdu-ayı çıktı; bir vurdu -
domuz çıktı; bir vurdu -albıs (fena ruh) çıktı; bir vurdu -şulmus (fena ruh) çıktf; bir vurdu -
deve çıktı.
Tanrı geldi. Erlik'in körük, çekiç ve örsünü alıp ateşe attı. Körük bir kadın. Çeliç de bir erkek
oldu. Tanrı bu kadını yakalayıp yüzüne tükürdükadın bir kuş olup, uçtu: bu kuş, eti yenmez,
tüyü yelek olmaz, "kurday" denilen kuştur. Tanrı erkeği yakalayıp yüzüne tükürdü, o da bir
kuş oldu; bu da "yalban" denilen kuştur.
Bütün bunlardan sonra Tanrı halka hitaben:
"Ben size mal verdim, aş verdim, yerin üzerinde iyi, güzel ve arı sular verdim; size yardım
ettim. Siz de iyilik yapınız. Ben göklerime döneceğim;
çabuk gelmeyeceğim " dedi.
Sonra yardımcı ruhlara hitaben:
"Şal-yime, sen rakı içip aklımı kaybedenleri, körpe çocukları, kısrak yavrularım, inek
buzağılarım koru, iyi sakla, iyilik yapmış olan ölülerin canlarım yanma al, kendi kendilerim
öldürenleri alma! Zenginlerin malına göz dikenleri, hırsızları, başkalarına düşmanlık edenleri
de alma, benim için ve hakanı için savaşıp ölenleri al benim yanıma getir! İnsanlar, size
yardım ettim, sizden fena ruhları uzaklaştırdım. Fena ruhlar (körmüsler) insanlara
yaklaşırlarsa onlara yemek versinler. Körmüslerin aşlarım yemeyiniz, yerseniz onlardan
olursunuz. Benim adımı söylerseniz himayemde bulunacaksınız. Şimdi uzaklara gidiyorum.
Tekrar geldiğim zaman iyilik ve fenalıklarınızın hesabım göreceğim. Şimdilik benim yerimde
Yapkara, Mangdaşire ve Şal-yime kalıyorlar. Onlar size yardım edeceklerdir.
Yapkara sen iyi bok! Erlik senin elinden ölmüşlerin canım çalmak ister-se Mangdaşire'ye
söyle; o kuvvetlidir. Şal-yime, sen iyi baki Albıs, şulbus yerin altından çıkmasınlar; çıkarlarsa
derhal Mangdaşire'ye haber veri O kuvvetlidir. Onları kovsun! Podo-sünku ayı ve güneşi
beklesin. Mangdaşire 'ye söyle yeri ve gökleri muhafaza etsin! Maytere iyilerden kötüleri
uzaklaştırsın. Mangdaşire sen fena ruhlarla savaş! San güç gelirse be-
216
nim adımı çağır! insanlar iyi şeyleri, iyi işleri öğret. Olta ile balık avlassmak, sincap (tiyin)
vurmak, hayvan beslemek sanatlarım öğret!"
Bunları söyledikten sonra Tanrı uzaklaştı. Mangdaşire olta yaptı. Balık avladı, tüfek, barut,
icat etti. Sincap vurdu. Tann'nın buyurduğu gibi insanlar bir çok şeyler öğretti.
Mangdeşire bir gün şöyle dedi: "Bugün beni rüzgar uçuracak ve götürecektir". Rüzgar geldi.
Mangdaşire'yi alıp götürdü.
Yapkara insanlara şöyle dedi:
"Mangdaşire'yi Tann yanma, aldı. Onu bulamazsınız, ben Tann'nın elçisiyim, ben de
gideceğim. Tanrı nerede durdursa orada kalacağım. Siz öğren-diklerinizi unutmayınız. Tann
'nin yargısı budur" dedi. İnsanları kendi hallerim bırakıp o da gitti.257
2. Efsaneler
Efsane kelimesi dilimize Farsçadan geçme bir kelime olup Arapçası usturedu.
Sözlüklerde efsane, "Masal, asılsız hikaye;" "Masal, boş söz, saçma lakırdı. Dillere düşmüş
meşhur olmuş hadise;" "Bir olayı akıl dışı, olağanüstü yolda gelişmiş gösteren söylenti. Genel
anlamda masal, olmayacak şey." biçünlerinde tarif edilmiştir. Bilim adamlannuz ise
sülüklerden farklı düşünmektedirler. Bunlardan birkaçının düşünceleri şu çerçevededir.
Şükrü Elçin'e göre: "İnsanoğlunun tarih sahnesinde görüldüğü ilk devirlerden itibaren ayrı
coğrafya, muhit ve kavimler arasında doğup gelişen;
zamanla inanç, adet.anane ve merasimlerin teşekkülünde az çok rolü olan bir çeşit masallar
vardır, bunlar efsanedir. "25S
Pertev Naili Boratav bir tanımdan ziyade efsanenin mantialitesini ve çerçevesin! çizmeye
çalışır: "Efsanenin başlıca niteliği inanış konuşu olmasıdır. Onun anlattığı şeyler doğru,
gerçekten olmuş diye kabul edilir. Bu niteliği ile masaldan ayrılır, hikaye ve destana yaklaşır.
Başka bir niteliği de düz konuşma diliyle ve her türlü üslup kaygısından yoksun, hazır
kalıplara yer vermeyen kısa bir anlatı oluşudur. Kısacası efsane: kendine özgü bir üslubu,
kalıplaşmış kurallı biçimleri olmayan, düz konuşma dili ile bildirilen bir anlatı türüdür."259
Saim Sakaoğlu efsanelerin temel vasıflarım dört ana başlık altında toplar. Bu aynı zamanda
onun efsaneden ne anladığının da özetidir:
1. Şahıs, yer ve hadiseler hakkında anlatılırlar,
217
2. Anlatılanların inandırıcılık vasıfları vardır,
3. Genellikle şahıs ve hadiselerde tabiatüstü olma vasfı görülür,
4. Belirli bir biçimleri yoktur, kısa ve konuşma diline yer veren anlatı türleridir.260
Bütün bunlardan çıkan sonuç, efsanelerin en belirgin özelliğüun inanılır nitelikte bir anlatım
türü olması, konuşma diliyle anlatılması ve kişi, yer, olaylarla ilgili olağanüstülükler
taşımasıdır. Bu özellikleri onunla benzer nitelik taşıyan masal, destan gibi türlerden de onu
ayırt eder.
Efsaneler bilim dünyasında dört grupta değerlendirilmektedir. Buna göre:
1. Dünyanın Yaratılışı ve Sonu (Kıyamet) ile îlgili Efsaneler
2. Tarihî Efsaneler ve Medeniyet Tarihi ile ilgili Efsaneler
A) Medeniyet ile îlgili Yer ve Eşyanın Menşei
B) Bazı Yerler ile îlgili Efsaneler
C) Dip Tarihi (prohistorya) ve îlk Zamanlar ile îlgili Efsaneler
D) Harpler ve Felaketler
E) Temsil Etmiş Kişiler
F) Bir Düzenin Bozuluşu
3. Tabiatüstü Varlıklar ve Kuvvetler / Mitik Efsaneler
a. Kader
b. Ölüm ve ölüler
c. Tekin Olmayan Yerler ve Hayaletler
d. Hayaletlerin Resmî Geçitleri ve Savaşları
e. Öbür Dünyada îkamet
f. Cinler, Periler, Ruhlar
g. Medeniyetle İlgili Yerlerdeki Hayaletler
h. Değişmiş Varlıklar
i. Şeytan
j. Hastalık Yapan Kötü Ruhlar (cinler) ve Hastalıkları
k. Tabiatüstü (sırrı) Kuvvetlere Sahip Kimseler
l. Efsanevi (mitik) Hayvanlar
m. Hazineler
4. Dinî Efsaneler / Tanrı ve Kahramanlarla îlgili Efsaneler.
218
Taşbebek Efsanesi
Birkaç yıllık bir kan-kocanın çocukları olmaz. Yıllır geçtikçe gelinde bir telaştır başlar.
Zamanla bu telaş yerini üzüntüye bırakır. Gelin çocuksuz kalacağı için ağlamaya, Allah 'a
yalvarmaya başlar. Diğer taraftan daha önce pek çok hemcinsinin basma gelen ikinci kadın
olma (ku-malık sistemi) durumunda kalacağı endişesi onu daha da üzmektedir. Nitekim çok
geçmeden kocası bunun üzerine yeniden evlenir.
Kocasının başka bir evde, yeni hanımı ile çocuk sahibi olma ümidi ile yaşaması bu zavallı
kodum fazlası ile tesir eder. Düşünür, taşınır;
sonunda kararım verir. O kadar mahluka can veren Allah, elbet onun yontturduğu bir bebeğe
de can verecektir. Hemen bir ustaya gider, ken-disine bir taşbebek yapmasını söyler.
Mesleğinin ehli olan usta kısa zamanda hazırladığı taşbebeği kadına teslim eder.
Kadın o gece bebeği bir güzelce kundaklar, beşiğe yatırır. Onu sabahla-ra kadar sallar, hem de
ninnilerin en içlisini söyler:
Aktaş diye belediğim,
Seni Hak'tan dilediğim
Ak tülbende doladığım
Mevlam sana bir can versin, ninni.
Talihsiz kadın sabahlara kadar Allah'a dua eder; üçler, yediler, kırklar aşkına; erenler,
evliyalar, pirler hürmetine çocuğuna can veril-mesini niyaz eder.
Allah indinde bu dualar kabul olur, kadının taşbebeği canlanır. Zavallı kadın sevinçten ne
yapacağım şaşırır. Sabah olur olmaz hemen kocasının yeni evine koşar, ona da haber verir.
Koca ikinci karışım boşamaz, onu da yanlanna alarak eski evlerine dönerler. Böylece
sönmüş bir ocak yeniden canlanır.263
Al Bastı Efsanesi
(Gümüşhane ilimizin Kelkit ilcesine bağlı Köse bucağının Öbektaş köyünde al bastı ile ilgili
olarak şöyle bir efsane anlatılır:)
Köy balkının cin adım verdiği bir mahluk 2-3 günlük genç bir lohusayı her gece rahatsız
etmeye başlar, ilk günler kadın kendi gayretiyle bu mahluktan kurtulur. Nihayet dayanamayıp
bir gece ko- Bu efsanenin bazı varyantlarında taşbebek, babasmm gerdeğe gireceği gece
canlanır, yeni gelin babasının evine gönderilir.
219
karısına haber verir. Böylece, koca, karışını koruyacak, lohusayı rahatsız eden güç ortadan
kaldırılacak veya gelmesi önlenecektir.
O gece kadının kocası odaya gizlenir ve cin adım verdikleri mahluğun gelmesin! beklemeye
başlar. Gece yarısından sonra cin içeriye girer ve kadının boğazına sarılır. Koca, saklandığı
yerden çıkar ve cinin üzerine hemen bir iğne saplar. Böylece cin zararsız hale getirilir.
Bu cin, üzerindeki iğne île birlikte o eve yıllarca hizmet eder. Bir yandan da ev sahibine
yalvarır. Sonunda dayanamayıp yakasındaki iğneyi çıkarırlar, o da ayrılıp gider.
Köylülerin dediklerine göre o eve bir daha al karışı gelmemiştir. Zira serbest bırakılan cin,
o ev halkına zarar vermeyeceğine dair söz vermiştir.264
3. Masallar
Şahıs ve vak'aları insan üstü ve tabiat üstü hususiyetler ve nitelikler taşıyan hikayelerdir.
Masallarda hayal unsuru ağır basar, inanılmayacak, fevkalade husustan ihtiva eden masallar,
dinleyenleri reel dünyadan çekip hayali aleme almak için tekeriemeye benzer sözlerle başlar.
Masallar, kadınlar tarafından daha çok çocuklara anlatılır. Keloğlan ve Peri Masalları bu
türün en tanınmış örnekleridir. Kahramanları hayvan olan hikayeler de bir çeşit masal
sayılabilir.
Keloğlan
Varmış yokmuş bir kadının bir kocası varmış. Kocasının da kafası kelmiş. Bu kocası çift
sürmeğe gidiyor, sabanını öküzlerini yazıda bı-rakıp geliyor. Karışı diyor ki:
-Yahu Keloğlan, sen bunu böyle yapıyorsun, ahırı bunun cezasını çekeceksin.
-Benim işime karışma.
Bir gün gene Keloğlan sabanını öküzlerini yazıda bırakıyor evine de gelmiyor, başka bir
köye misafirliğe gidiyor. Bunun öküzleri eve gelmiyor. Kadın öküzleri aramaya gidiyor,
bakıyor kurtlar öküzleri yemiş. Kadın: "Valla tamam. Keloğlan gelsin, ben onu bir elime dola-
yayım." diyor. Keloğlan gelip soruyor:
-Karı, öküzler geldi mi?
-Keloğlan, öküzleri kurtlar yemiş.
-Nasıl yer, ben öküzlerimi yiyen kurdu bulurum.
220
Bu gidip öküzlerin kemiklerini çatıp altına giriyor. Et koparmaya bir alaca karga geliyor.
Keloğlan alaca kargayı yakalıyor. Eve gelip bağırıyor:
-Karı, karı, gözün kör ola, hele çık. Öküzü yiyen kurdu buldum. Kadın bakıyor ne önünde
bir şey var ne ardında bir şey var.
-Keloğlan, hani ya?
-Koynumda.
-O nasıl şey?
Keloğlan kargayı gösteriyor:
-Sen göreceksin, ben bundan neler kazanacağım. Karı ben gidiyorum.
-Nereye gidiyorsun. Keloğlan?
-Karga olmayan muhite gideceğim.
Keloğlan üç aylık yol gidiyor. Etrafa bir göz gezdirip bir köye giriyor. Orada karga değil kuş
namına bir şey yokmuş. Köye iniyor. Bir eve gidip yalvarıyor:
-Bacı, açım, beni bu gece misafir eder misiniz?
-Valla kardeş, biz misafir almayız.
Meğer o kadının da dostu varmış. Bu kadınla epeyce münakaşa ediyorlar, bu kadın su
getirmeğe gidiyor. Keloğlan içeriye giriyor, öküzün yemliğine saklanıyor. Biraz sonra kadın
geliyor, kaz kızartıyor, şeker helvası yapıyor. Kapı doğuluyor, kadının dostu geliyor, bunlar o-
turup konuşuyorlar. Kazı, şeker helvasını yiyorlar. Bu kadın dostunu yolladıktan sonra kazı
selenin altına, şeker helvasını da dolaba saklıyor. Biraz sonra da kadının kocası geliyor.
Kadına diyor ki:
-Karı, valla çok acıktım, bana bir parça bir şey getir de yiyeyim.
-Zıkkımın kökünü ye. Orada ayran var, al ye. Sana kim yemek verecek?
Bu zavallıcağız ayranı alıp yiyor. Orada düşüp yatıyor. Sabahleyin kapı açılınca Keloğlan
içeri giriyor, kadın bunu kovmak istiyor. Keloğlan:
-Valla beni öldürsen de gitmem, ben açım. Bana yemek getir yiyeyim.
Kocası diyor ki:
-Kadın, Tanrı misafiridir, bir şey getir de yesin.
-Ne getireyim, orada ayranla ekmek var, yiyin. Ben bir de kalkıp si-ze yemek mi
hazırlayacağım.
Bunlar ayran ekmek yemeğe oturunca Keloğlan koltuğunun altın-daki kargayı sıkıyor, karga
bağırıyor. Adam soruyor:
-O nedir hemşehrim?
221
-O hacı bilendir.
-Ne söylüyor.
-Neden ayran ekmek yiyorsunuz, şeker helvasıyla kaz var, onları yiyin, diyor.
Kadın diyor ki:
-Valla herif, yapmıştım, unuttum. Getireyim de yiyin. Ev sahibinin bu iş hoşuna gidiyor,
diyor ki:
-Bu hacı bileni bana satacaksın.
-Bunu sana satayım ama ben ne yapayım. Bana ekmek yemek yediriyor, para kazandırıyor.
Ben bunu sana nasıl satayım, ben bunu sattım mı öldüm.
-Valla ben düşman sahibiyim, bu evde benim kanmı bekler. Keloğlan bakıyor yakayı
kurtaramayacak, soruyor:
-Peki ne verirsin?
-Bir çift öküzüm, bir eşeğim, bir de ineğim var, hangisini istersen vereyim.
-Öküzünü alırsam aç kalırsın, ineğini alırsam ayran da bulamazsın, eşeğini alıp gideyim.
Keloğlan eşeğe binip gidiyor. Ev sahibi hacı bileni rafa koyuyor. Sabahleyin çiftini sürmeğe
gidiyor. Kadının dostu geliyor, kapıyı doğuyor, kadın koşup kapıyı açıyor. Diyor ki:
-Aman eve girme.
-Neden?
-Bizde bir hacı bilen var, şeker helvasının, kazın yerini gösterdi. Bereket yersin ki bizi
söylemedi.
-O nasıl hacı bilendir?
-Bilmem rafta duruyor.
Adam içeri girip bakıyor. Diyor ki:
-Yahu bunda ne var, bu bir kuştur. Bir ağaç parçası ver, onu öldü-reyim.
Hacı bilenin kafasına atmak için bir ağaç parçası alıyor. Ağaç par-çasını kusa fırlatınca ağaç
parçası kapıya çarpıyor oradan da bir yorga gelip bunun gözüne giriyor. Gözü kör oluyor.
Adam kaçıp gidiyor. Bu kadın da kocasına koşup haber veriyor:
-Hacı bilen düşmanın gözünü kör etti.
-Valla karı, biz bunu ucuz aldık. Hele sandığa mandığa bak, para varsa bu adama götüreyim.
Kadın sandığı arıyor, iki tane altın buluyor. Bu adam altınları ce-bine koyup yola çıkıyor.
Keloğlan arkasına bakıyor ev sahibi geliyor.
222
Keloğlan; adam eşeğini almağa geliyor zannediyor: "Kaçmanın kurtuluşu yok. Gelsin alsın,
buraya kadar geldiğim kar kalır." diyor. Ev sahibi gelip kavuşuyor, diyor ki:
-Yahu Keloğlan, Allah senden razı olsun, o hacı bilen, düşmanımın gözünü kör etti. Bunu
senden ucuza aldık, al sana iki altın.
Keloğlan altınları cebine koyuyor: "Yahu demek bunda bir hikmet varmış, ben bunu niye
sattım sanki." diyor. Ama gene yoluna devam ediyor.
O kadın, hacı bilenin korkusundan tövbe istiğfar ediyor, kocasına gece gündüz hizmet
ediyor.
Keloğlan bir eşekle karının yanına gidilmez diye düşünerek eşek olmayan bir muhite
gitmeye karar veriyor. Üç aylık bir yol alıyor. Bir düzlükte kırk tane devle beş kişinin harp
ettiklerini görüyor. Oraya gidiyor: "Selamün aleyküm." diyor. Müslüman taraf: "Aleyküm
selam." diyor. Devler eşeği görünce kaçıyorlar. O müslümanlar soruyorlar:
-Yahu hemşehrim, bu nedir?
-Bu ordu bozardır.
Bunlar Keloğlanın etrafina toplanıyorlar:
-Bunu bize satmaz mısın?
-Gidin yahu, ben altı aylık yoldan bu devlerin size eziyet ettiklerini duydum. Ben bunları
temizlemeğe geldim. Siz bana bîr haftalık arpa verin.
Bir hafta eşeğe arpa yediriyor, eşek zehir gibi oluyor. Devler de çıkıp geliyorlar, harp
istiyorlar. Diyorlar ki:
-Ya harp edeceğiz, ya da sizler bu köyden çıkıp gideceksiniz. Hem de filan adam kardeşim
bize verecek.
Bu Keloğlan, devler laflarını bitirmeden bir gürültü, bir alametle eşeği devlerin arasına
salıveriyor. Devler f ellik fellik kaçıyorlar. Devin birisinin ayağı kırılıyor, oradaki çalıların
arasına girip saklanıyor. Eşek gidip oraları kokluyor, ağzını havaya kaldırıyor. Epeyce
dolandıktan sonra gidiyor. Bu dev çalıların arasından çıkıyor, topallaya to-pallaya öteki
devlerin arasına gidiyor. Diyor ki:
-Arkadaş ben oraya düştüm, bu öldü mü kaldı mı demediniz mi? Ordu bozan yanıma geldi,
eğildi bu yer hakkı için, bir de doğruldu bu gök hakkı için sizin bir tanenizi koymayacağım
diye dünya kadar yemin etti. Gelin biz gidip bunlara yalvaralım, bir de senet yerelim, bütün
malımız onların olsun. Bize karışmasınlar.
Bu baş dev geliyor, köylülere diyor ki:
-Biz artık sizin maiyetiniz altına girdik, biz sizinle barışacağız. Size senet verelim, biz
çalışalım, siz yiyin, tek bize karışmayın.
223
Keloğlan araya girip bunları barıştırıyor. Bu müslümanlar ordu bozanı bize sat diye
tutturuyorlar. Keloğlan:
-Ben ordu bozanı size satarsam ben ne yaparım. Ben daha çok memleketler kurtaracağım,
çok kahramanlıklar yapacağım.
-Bu devler sen gidince gene bize sataşırlar. Ordu bozanı bize verir-sen onun korkusundan bir
şey yapamazlar.
-Bunun pahası olmaz, bunu satarsam bana ne vereceksiniz?
-Götürebildiğin kadar altın götür.
Bu Keloğlan, koynuma koysam az olur, cebime koysam az olur diye şalvarını çıkartip
paçalarım bağlıyor, içerisine altın dolduruyor. Elini kulağına atıyor türkü söyleye söyleye
koyunun yolunu tutuyor. Karısı türkü sesini duyup dışarı çıkıyor Keloğlanı karşılıyor.
Keloğlan:
-Gel, yüküm ağır, gel yardım et. Kadın bakıyor hep altın. Keloğlan:
-Karı bak sen bana akılsız dedin. Ben bir karga yüzünden seni milyon sahibi ettim. Gel otur
da çatla. Yiyip içip muratlanna geçiyorlar. 26S
4. Atasözleri
"İlk söyleyenlerini belirleyemediğimiz atasözleri hayat prensibi olacak fikir ve düşünceleri,
din, ahlak, hukuk, iktisad, terbiye, gelenek-görenek ile tabiat olaylanndan, teknikten vb.
çıkacak kuralları somuttan soyuta giden bir yolla söz ve yazıyla nesilden nesile aktarılan
hikmetli cümlelerdir."
Eski Türkçede atasözünün karşılığı; "sav, mesel, darb-ı mesel, söz, haber, mesaj, nutuk,
şöhret, şey anlamlarına gelen sab kavramıydı. Sab, Divanü Lugati't-Türk'te; "mektup, hikaye,
tarihî hadise, atalardan kalma öğüt" vb. anlamlarıyla açıklanır. Aynı yüzyılda Kutadgu Bilig
'de atasözü için sab kelimesinin yanında mesel kelimesi de kullanılır. Kelime bu şekliyle
durüb-i emsal, darb-ı mesel biçimleriyle 20. yüzyıl başlarına kadar kullanılmıştır. Bugün
atasözleri, atasözü, atalar sözü biçiminde yaygın olan kavram halk ağzında da deyişet gibi
değişik biçimde de adlandırıldığı olur.
Atalar sözü; batı Türkleri dışında kalan Türk dünyasında da değişik adlar aldığı görülür:
Yakutlar xohono, Tobollar takmak, Tuvalar ülgercomak, Sagaylar takpak; Kaş, Kızıl,
Koyballar'da söpsek, diğer Türk boylarında eskiler sözü, tabma, makal, nakil, çomak, samah
vb. adlar alır.
Normal olarak atasözlerinin bir görünen anlamı, bir de bu görünen anlamım zihnimize
aktarmak suretiyle elde ettiğimiz ikinci anlamı vardır. Nazım, nesir veya her iki şekil birden
olabilir. Bir de atasözleri; teşbih, mecaz,
224
kinaye, tezat vb gibi edebî sanatların kudretinden de yararlanılır Atasözlerinin asıl hedefi de
bu ikinci anlamdır. Mesela "Ağaç yaş iken eğilir." atasözünde ilk anlam açıktır. Taze bir
fidanı eğmek kolaydır. İkinci anlam ise çocuğun küçük yaşlarda daha kolay terbiye
edilebileceğinin ifadesidir.
Atasözlerinin en büyük özelliği komprime sözler oluşudur. Ne bir kelimesi değiştirilebilir,
ne de bir kelime eklenip çıkarılabilir niteliktedir.
Atasözü örnekleri
/. Acıkan doymam, susayan kanmam sanır.
2. Ağaca balta vurmuşlar, 'Sapı bedenimden' demiş.
3. Ağılda oğlak doğsa, ovada otu biter.
4. Ağustosta beyni kaynayanın zemheride kazanı kaynar.
5. Akar su çukurunu kendi kazar.
6. Aklına geleni işleme, her ağacı taşlama.
7. Baba koruk yer, oğlunun dişi kamaşır.
8. Baş yarılır börk içinde, kol kırılır kürk içinde.
9. Bıçak yarası onulur, dil yarası onulmaz.
10. Bir baş soğan kazanı kokutur.
11. Bir sürçen atın başı kesilmez.
12. Boş çuval ayakta durmaz.
13. Çanağa ne doğrarsan, kaşığında o çıkar.267
Atalar Sözü Destanı
Tut atalar sözün, kalbi selim ol Gönülden gönüle yol var demişler Gider yavuzluğun tab'ı
halîm ol Sert sirke kabına zarar demişler
Aldanma sakın cihanın varma Düşmeyegör anın ah ü zanna Bugünkü işini koyma yarma Yar
yıkıldığı gün tozar demişler
Çoktur bu alemde boşa yetenler Kande bilenler ile bilmeyenler Eskiden adettir, dağdan
gelenler Bağda olanları kovar demişler
225
Dediler bu pendi sordumsa kime Tuz, ekmek bilmece müşkilin deme Kül kömür ye, namert
lokmasın yeme Gün olur basma kakar demişler
Abestir her vara yoğa koşanlar Gahi doğru gahi eğri aşanlar Ağlamak ne demek kendi
düşenler îki gözden bile çıkar demişler
An. eyle bu pendi kendi özüne Dost addetme her güleni yüzüne İncinme dostun doğru sözüne
Doğru söz insana batar demişler
Adet-i Hak budur ezel ü ebed Kul kula sebeptir ey dil-i naşad Boya268 geda hizmet etmekten
murad Bal tutan parmağın yalar demişler
Kanaat halkasın bırakma elden Elinden çıkmasın der isen dümen Deve, ahu gibi boynuz
isterken iki kulaktan da çıkar demişler
Güneş balçık île sıvanmaz ey dil Bt-zebdn da olsa bellidir kamil Kendüden gayriyi beğenmez
cahil Kendü çalar kendü oynar demişler
T&lib-i ma 'rifet çekerse emek Yüğrük at artırır yemin giderek Şaire ses ile saz ü söz gerek
Yalınız taş olmaz duvar demişler
Hiyleyi irtikap etme, kıl hazer Desinler sana: Bir er oğlu er Sen ilin kopuşun kakarsan eğer il
de senin kapun kakar demişler
Kuy-ı dil-araya eylersen akın Zinhar gafil olma etrafa bakın Karda yürü izin bildirme sakın îl
oğlu ariftir duyar demişler
8 Bay: Zengin, varlıklı.
226
Levnî nasihati pirlerin böyle Durüb-ı emsalden nazm ile söyle Meydan-ı hünerde ağırlık eyle
Ağır bassa yeğni ağar demişle^69 Levnî
5. Bilmeceler
Bilmeceler, tabiat unsurlarıyla bu unsurlara bağlı hadiseleri; insan, hayvan ve bitki gibi
canlıları; eşyayı, akıl, zeka veya güzellik nevinden mücerret kavramlarla dini konu ve
motifleri vb. kapalı bir şekilde yakın-uzak münasebetler ve çağrışımlarla düşünce, muhakeme
ve dikkatimize aksetürerek bulmayı hedef tutan kalıplaşmış sözlerdir. Bu sözler, birtakım
eğlence, lugaz, muamma ve bulmacalarda görülen ve dinleyiciye sorulunca ondan halli
istenen
"bil bakalım" veya
"ol nedir ki" ifadelerinin bir bakıma geniş tarifidir. 270
Diğer anonim türlerinde olduğu gibi bilmece türünün de çok eskilere giden bir geçmişi
vardır. Yazılı hale getirilmedikleri için zaman itibariyle eski bilmecelerle bugünkü bilmeceler
arasında bir bağlantı kurmak zor olmaktadır. Dilimizde yaşayan bilmeceler ise hiç şüphe yok
ki bu eski bilmecelerin mantığı ile türemiştir.
Yazılı edebiyatımızda bilmece ile ilgili ilk kaydı Kaşgarlı Mahmut'un sözlüğüne aldığı;
"Ol mene söz tabuzdı" - O bana bilmece söyledi. "Tabuzug tabızdı" - Bilmece sordu.
Sözleridir.
Kavram olarak tab- (bul-) fiil kökünden gelmektedir. Türk dilinin diğer şivelerinde de tab-
fiil kökünden gelen ve bugünkü bilmecenin karşılığım veren kavramlar ifade edilmektedir.
Azerbaycan ve Kırım Nogaylannda tapmacık
Başkurtlarda yomatgar
Özbeklerde tapışmak
Altay yöresinde tabıskak, tahkir, tavısak
Abakan Tatarlannda tabcan
Kırgızlar tabcang-nımah
Türkmenler matal
Kazak, Karakalpaklarda cumbak, yumak"1
29 Köprülü, M. F., Türk Saz Şairleri, s. 426-429; Dilçin, Dehri; Edebiyatımızda Atasözleri,
Türk Dil Kurumu Yayınları, İstanbul 1945.
"r Elçin, Şükrü, Türk Bilmeceleri, İstanbul 1970; Başgöz, İlhan-TietzeAndreas , Türk
Halkınım Bilmeceleri, Ankara 1999.
227
Bilmecelerin Tasnifi
îlk çağlardan zamanımıza kadar bir çok milletin halk ve aydın çevreleri ile çocuk
topluluklannda vakit geçirmek eğlenmek; devlet adamları arasında gizli haber ulaştırmak; bir
bakıma bilgide, zekada, muhakemede, hafızada, dikkatte sürat-i intikalde üstünlük yanşması
olarak söylenen ve yazılan bilmeceleri halk edebiyatı mahsulü veya ferdi eser olmak üzere iki
kolda incelemek mümkündür. Bilmeceleri iki grupta toplayabiliriz. Onlar da:
a. Anonim Mahsuller
Diğer halk edebiyatı ürünlerinde olduğu gibi bilmecelerin arasında da söyleyeni belli
olmayan bilmeceler bulunmaktadır. Anonim bilmecelerin iki çeşidi vardır. Bunlar da:
aa. Manzum Bilmeceler
Manzum bilmeceler, vezin kafiye ve nazım hususiyeti gösteren eserlerdir. Bunlarda
kullanılan vezin, Türk dilinin bünyesinden çıkan hece veznidir. Bu vezin, bilmecelerde ve
onların mısralarında tam olarak intizam göstermez; türlü sebeplerle vezin aksaklıkları görülür.
Duraklı, duraksız; az veya çok heceli muntazam veya gayrı muntazam mısralarla örülen
bilmecelerde kafiyeler, Türk halk nazmında görülen aliterasyon, redif, yarım, tam, cinaslı ve
zengin kafiyelerdir. Bazen kafiyesiz bilmecelere de rastlanır.
Bilmecelerde şekil, Türk halk nazmından ölçüye teşkil eden bir nusralık bütünden hareketle
genişleyerek 2, 3, 4, 5, 6 veya daha çok mısraları içine alan bir kalıptır.
Örnekler:
Bir kalbur boncuğum var Altı tahta üstü tahta Akşamdan atarım içinde bir
kanlı softa Sabahtan toplarım (Kaplumbağa, 8 heceli)
(Yıldızlar. 7-6-6 heceli)
Alaca mezar Alçacık boylu Dünyayı gezer Kadife donlu
(Göz, 5 heceli) (Patlıcan, 5 heceli)
ab. Mensur Bilmeceler
Mensur bilmeceler, düz cümle halinde konuştuğumuz şekilde olan ve çoğu zaman seci
karakteri gösteren mahsullerdir. Bu mahsulleri bazı durumlarda manzum bilmecelerden
ayırmak mümkün olmaz. Tekerlemeleri andıran ve az da olsa atalar sözü ile duygu ve fikir
alışverişinde bulunan eserleri de
228
bu grupta toplayabiliriz. Mensur bilmecelerin vezin ve kafiye gibi unsurlardan mahrum
bulunuşu hafızalarda yaşamasını zorlaştırdığından manzum bilmecelere oranla sayılan azdır.
Dal üstünde san oğlan. (Ayva) istanbul'da bir tane, izmir'de iki tane
Ankara'da hiç yok. (i harfi) Doksan dokuz cemaat iki müezzin bir imam. (Teşbih)
b. Ferdi Eserler
Ferdi eserler, edebiyat mahsulleridir. Belli şairler ve yazarlar tarafından söylenen ve yazıya
geçirilen örneklerdir. Saz şairleri (aşıklar)nin hece vezni ile vücuda getirdikleri bilmeceler
dışında, dîvan edebiyatımızda görülen mahsulleri muamma ile /«^azlardır. Bunlar aruz vezni
ile kaleme alınmışlardır. Okumuş muhitlerde bilinmektedirler. Bu bilmecelerden bazıları,
meddahların, aşıkların, manicilerin, masalcıların, seyyahların, okulların ve aile çevrelerinin
etkisiyle anonim eser haline gelmişlerdir.
Aynı yollardan anonim bilmecelerin ferdî eser haline gelmesi, bir dil, sanat ve üslup
kazanması mümkündür.
Prof. Dr. Pertev Naili Boratav ise bilmeceleri söyleyiş özelliklerine göre dört gruba ayırır.
1. Başlangıçları kalıplaşmış olanlar:
a) metel metel; mesel mesel; bilmece bildirmece, tap tapmaca gibi türün adı anılarak
başlayanlar.
b) "Benim bir oğlum var; benim bir kızım var." sözleriyle başlayanlar.
c) "Bir acayip nesne gördüm." diye başlayanlar.
d) "Ol nedir kimi " soruşu ile başlayanlar.
2. Sorulan ses taklidine sınırlanan bilmeceler:
Vınnn... vit. - bunu bilmeyen it. (Sapan tası)
3. Kelime oyunlanna dayanan bilmeceler:
a) Bir kelimeyi hecelere bölerek şaşırtıcı bir soru çıkarmakla elde e-dilenler:
Tiren gelir IS diye, makinist vurur TAN diye, kömürcü anahtarı kaybetmiş, kondüktör bağırır
BUL diye. (İstanbul)
b) Kelime oyunu, bir kelimenin iki anlamlı olmasına dayanır; soruyu çözümleyecek olanı bu
durum şaşırtır.
Bu yıl yulaf kıtlığı olacak öküzler göğe çekilecek.
Bu bilmecede "gök" kelimesinin ikinci anlamı olan çayır, otlak sorulmaktadır.
229
c) îki anlamlılık kelimelerden değil de tanımlamanın kendisinden gelir; çözüm tanımlamanın
ilk akla getirdiği (çoğu kez ayıp) şeyden tamamıyla başka bir nesne ya da olaydır.
ç) Soru kaşıdı vurgu, ya da duraklama yanlışlıkları yapılarak olmayacak şeyleri olmuş gibi
söyleme biçiminde konulmuştur.
Han kapısından sığmaz, findik kabuguna sığar.
Bu bilmecede sorulan han kapısından sığmadığı halde, fındık kabuguna sığan nesne değil;
"han" ve "findik" kelimelerinin özne olarak kullandıkları cümlenin kendisidir.
4. Aynı bir nesneyi olumlu ve olumsuz -çelişkili- önermeler ile tanımla-narak çözümü
güçleştirilen bilmeceler:
Soluğu var canı yok, kaburgası var kanı yok. (Körük) 272
Prof. Dr. îlhan Başgöz ve A. Tietze 1974 yılında yayınlanan "A carpus of Turkish Riddies"
adlı eserde273 dört ana vasfa göre değerlendirmektedir.
1. Bir kavramı bilmeyecek şekilde tasvir eden ve umulmayan, kesin bir cevabı olan
bilmeceler.
2. Bir hukuk, aritmetik, vs. gibi bir problemi koyarak ve doğru cevabı vererek bilgi ve
ustalığı sınayan bilmeceler.
3. Belirli bir şeyin kendisin! değil de, adım, hece ve harflerinden kurulu bir kelimeyi tasvir
eden bilmeceler.
4. Bilmecenin, kendisi ile alay eden ve bu yüzden gerçek bir cevabı da olmayan
bilmeceler.274
Aynca P. N. Boratav bilmeceleri muhtevaları bakımından dört maddede tasnif etmiştir.
1. Alfabenin belli harflerinin ya da işaretlerinin bulunmasını isteyen bilmecelerin çoğunluğu
Arap harflerine denktir.
Bende var, sende var; alemde yok ademde yok.
(N harfi)
2. Bir bilmecede birkaç nesneye değin soru bulunan tiplere örnekler:
Tarlası beyaz, tohumu siyah, elle dikilir dille biçilir.
(kağıt, mürekkep, yazı)
3. însan vücudunun çeşitli yerleri, çözümünün bulunmasını güçlendirmek için
karikatiirümsü bir anlatımla tanımlanır.
230
Yedi delikli tokmak Bunu bilmeyen ahmak
(Baş)
4. Soyut bir kavramı soran bilmecelere örnek.
Şıpıl şıpıl sudan geçtim.
Şıpırtısını duymadım.
Yeşil çimen üstünde kumaş biçtim.
Kıpırtısını duymadım (Rüya)275
ba. Bilmecelerin Oluşumu
Bilmecelerin ilk yaraücısımn kim olduğunu bilmek imkansızdır. Çünkü bir bilmece söylenip
halk içinde yayılmaya başlar başlamaz sahipsizlik onun bir niteliği olmuştur.
Bilmecenin oluşumu üç ayn olguya dayanır.
1. Aşık tümüyle yeni bir bilmece kurar.
2. Halk içinde yaşayan bir bilmeceyi kendi üslubuyla nazma çeker.
3. Aşık, bir halk bilmecesinin öğeleriyle halk edebiyatın»! başka türle-rinden (aşık şiirinden,
atasözlerinden, türkülerden) alınan öğeleri bir araya getirerek yeni saydığı bir bilmeceye şekil
verir.
Bugün ben bir nesne gördüm bok etrafı kırmızı Nefesi var, canı yoktur akar kanı kırmızı
Bu bilmeceyi Aşık;
"Oldur beni elin hatır kanıma Ko desinler ağ elleri kırmızı"
şiirinden yola çıkarak oluşturmuştur.276
bb. Bilmecelerin Sorulması
Halk bilmecesinin bir usulü ve geleneği vardır, îlk önce bilmece soran karşısındakine az
veya çok bir düşünme, çözme payı bırakır. Bilmeceyi soran isterse karşısındakine sorular
sordurulabilir; "Canlı mı, cansız mı; yenir mi, yenmez miT' gibi. Bilmeceyi soran kişi nazla
"evet veya hayır" der. Bunlara rağmen bilmece çözülmezse pazarlık başlar. Bilmece soran
ondan bir şehir veya memleket ister. Genellikle istanbul, Ankara, îzmir gibi büyük şehirler
verilir. Bunun üzerine bilmeceyi soran cevabı açıklar. Karşılıklı bilmece sormalar devam
eder.277
Kerkük Türklerinde de buna benzer olarak bilmece sorulur: Tapmaca yaşça büyük kişiler
tarafından sorulur. Kerkük bölgesinde 'Tab nedi, tapış
231
nedi?" (Bul nedir, buluş nedir?) biçiminde halk ağzında kalıplaşmış bir deyimle sorulur. Bunu
duyanlar bilmece sorulacağım anlayarak pür-dikkat kesilirler. Yine olduğu gibi ipucular
istenir. Yine bilmececi tarafmdan şehir istenir ama burada çocukların bildiği Kerkük ve
Bağdat istenir. Cevap söylenir ve başka tapmacalara geçilir.278
bc. Bilmecelerin Çözümlenmesi
Bilmeceleri, çözümleri kolay ve zor olmak üzere iki şekilde inceleyebiliriz. Zor
bilmecelerin önceden öğrenilmesinde fayda vardır. Aksi taktirde karşımızdakinin, aklın kabul
edemeyeceği manasız ve zevksiz cevaplanna katlanmak gerekir. Zor bilmeceye Avrupalı
yazarlar Sphinx'in Oedipus'a sorduğu bilmeceyi örnek verirler. Sabahları dört, öğleleri iki ve
akşamları üç bacak üstünde yürüyen şey nedir? (insan)
Kolay ve zor bilmecelerin çözülmesi için mana, duygu, şekil, madde, renk, ses, harf, hece,
kelime, kafiye, seci gibi unsurlardan doğan ipuçları bir bakıma ananevi tedbirler,
anahtarlardır. Her şeyden önce hiyeroglif mahiyetindeki bu hususî tabirlerin manasım
kavramak lazımdır. Bu işte, zeka, muhakeme ve süratli intikal ile umumi bilgi, zevk ve
merakın payı da büyüktür.
Halk bilmecelerinin basit şekilleri, cinas ve mana ikilikleri, akıl ve mantığa aykırı görüşleri
alışılmış ve tabiî bir görünüşten hareket ederek çözümleri çoğu zaman imkansız hale
getirir.279
6. Fıkralar
Çok küçük hikayelerdir. Bir tabiat ve topluluk gerçeği, cemiyetteki aksaklıklar, hatalı
davranan kimseler çeşitli tipleri ve cemiyetin dikkat çekici her türlü görünüşü bir vak'a
çerçevesinde nükteli bir şekilde anlatılır ve tenkit edilir. Güldürücü ve düşündürücü olan
fıkralar, küçük mizah ve hiciv hikayeleridir. Nasreddin Hoca, Bektaşi ve İncili Çavuş fıkraları
bunların en meşhur olanlarıdır.
Allah Versin
Hoca birgün kan-ter içinde evinin damım aktanyorken aşağıdan güm güm kapı çalınmış.
Hoca bakmış, bir adam. Seslenmiş: -Ne istiyorsun? Adam: -Biraz, demiş, aşağıya iner misin?
Hoca ahlaya puflaya sokak kapışma inmiş, kapıyı açmış, bir de bakmış ki karşısında bir
dilenci: -Allah rızası için bir sadaka! demiş. Hoca: -Yukarıya gel de öyle, diye cevap vermiş,
tkisi birlik kan-ter içinde dama çıkmışlar, Hoca dönmüş ve şöyle demiş: -Allah versin!
232
İçinde Ben Olsaydım
Hoca nin, yıkanı? kuruması için bahçeye asılan mintanım rüzgar yere düşürmüş. Bunu gören
Hoca hanımına: "Hanım, demiş bize kurban kesmek şart oldu!" "Neden?" diye sormuş kansı
şaşkın şaşkın. Hoca, yerdeki mintanı göstererek: "Maşallah, demiş, ya şunun içinde ben
olsaydım!"281
Susuz musun. Uykusuz mu?
Misafir kaldığı bir evde Hoca ya sormuşlar:
-Hocam, susuz, musun uykusuz, mu? Şu cevabı vermiş rahmetli:
-Buraya gelirken bir pınar basında uyumuştum!282
Oğlak
Hoca bir gece tıkırtılara, ayak seslerine uyanmış. Kulak kabartmış, birileri şöyle
konuşuyormuş: -Hocanın evine girip öldürelim, karışım kaçıralım, oğlağım kesip yiyelim,
malını-mülkünü çatalım! Birkaç kere öksürünce adamlar kaçıp gitmişler. Karışı: -Efendi,
demiş, sanırım korkudan öksürdün. -Sana göre bir şey yok, demiş, kendimle bizim oğlak için
öksürdüm!283
Ortaklık
Büyük bir tarlası olan baba erenler (Bektaşi) bostan dikerken iyi mahsul alabilmek için:
-Ey gani Allahım, bu sene bu bostanlara ortağız, der. Karpuzlar o sene o kadar güzel
gelişirler ki her biri on beş, yirmi kiloluk olur. Bektaşi'nin keyfi yerinde. O akşam yatağına
sırt üstü yatar, türlü türlü hayaller kurar. Allah 'la ortaklığım bozar.
O akşam bir dolu, her biri ceviz büyüklüğünde. Bütün karpuzları patlatır. Arkasından bir sel,
tarlada hiçbir şey bırakmaz. O sırada bir yıldırım çakar. O zaman erenler dayanamaz:
-Daha çakmağım çakıp neye bakıyorsun, işte ne bostan kaldı, ne de tarla! der. w
Yarabbi Sen de mi Çocuklara Uydun
Bektaşi'nin biri güpegündüz sokakta oruç yiyormuş. Bunu gören mahalle çocukları babayı
taşlamağa başlamışlar. Bîçare kaça kaça memlekettens dışarı çıkıp çocukların elinden
kurtulmuş.
233
O sırada hava kararıp ani olarak dehşetli, iri taneli bir dolu yağmağa başlamış. Zavallı baba
hem doludan kaçar hem de havaya baka-rak şöyle dermiş:
-Yarabbi, sen de mi çocuklara uydun? 28S
Evliyada Gönül Kibir Olmaz
Bektaşilerden birine sormuşlar:
-Evliya nasıl olur?
-Nasıl olacak? Senin benim gibi bir adam.
-Sen evliya mısın?
-Evliyayım ya.
-Bir keramet göster.
-Ne istersiniz?
-Şu karşıki ağacı yürüt, buraya getir.
-Yürü ya ağaç, y uru ya mübarek! dediyse de ağaç yürümez. Baba olduğu yerden kalkarak
ağaca doğru gider.
-Evliyada gönül, kibir olmaz; o gelmezse biz gideriz! der. 286
7. Tekerlemeler
Tekerlemeler şekil, konu, muhteva ve işlevleri bakımından sınırları tam ve kesin olarak
çizilememiş halk edebiyatı ürünleridir. Bu durum, müstakil bir tür özelliğinden ziyade
bilmece, aşık şiiri, masal, ninni, oyun halk hikaye-si, halk tiyatrosu gibi pek çok ürünün içinde
yer almasından kaynaklanmaktadır. Diğer türlerle karmaşık ilişkisine rağmen şekil, muhteva
ve anlatım özellikleri gibi birtakım özellikleriyle de onlardan ayrılmaktadır.
Tekerleme kavramına kaynaklarda "Masallara başlarken söylenilen yan anlamlı yan
anlamsız sözler."; "Saçma sapan mukaddime. Masal tekerleme-si. "; "Çoğunlukla masalların
basında bulunan kafiyeli giriş sözleri, saz şairleri arasında yapılan deyiş yansı, orta oyununda
özellikle Kavuklu 'nün kullandığı sözler."; "Karşıdakini yanıltı? başka şey şöylemesine yol
açacak biçimde düzenlenmiş söz."; "Süratle söylenirken yanılmaması güç olan tabir ki,
bilmece gibi oyun şeklinde söylenir." gibi anlamlar yüklenmiştir.287
Tekerleme ile ilgili verilen bu anlamlarda dikkat çeken özellikler şunlardır: Anlamsız, yan
anlamlı-yan anlamsız, veya saçma sapan sözlerden oluşması; ağırlıklı olarak masalların
girişinde yer almaşı, bununla birlikte saz şiiri ve orta oyununda da görülmesidir.
234
Tekerlemelerin temel özelliklerim şu başlıklar halinde toplamak mümkündür:
1. Tekerlemeler belirli bir konudan yoksundur. Bağlı oldukları türle ilişkileri itibariyle
anlamından ziyade fonksiyonu önem arz eder.
2. Tekerlemeler, mısra başı ve mısra sonu kafiye, aliterasyon ve secilerle sağlanan ses
oyunlarıyla ve çağrışımlarla birbirine bağlanmış, belirli bir nazım düzenine kavuşturulmuş,
birbirini tutmayan hayal ve düşüncelerin sıralanmasından meydana gelmiştir.
3. Tekerlemede duygu, düşünce ve hayaller tezat, mübalağa, şaşırtma, tuhaflık, veya
güldünneye dayalı birtakım söz kalıpları içinde art arda sıralanır ve yuvarlanır.
4. Diğer halk edebiyatı ürünlerinden farklı olarak muhteva daha kaypak, kararsız ve
tutarsızdır. Bir yerde şekil ve fonksiyon muhtevanın önüne geçmiştir.
5. Bazı tekerlemeler karşılıklı soru-cevap biçiminde zincirleme diyalog halinde gider.288
Bir terim olarak ise tekerlemeyi "Aşık şiiri, masal, ninni, oyun halk hi-kayesi, halk tiyatrosu
gibi halk edebiyatı ürünleri içinde yer alan; vezin, kafiye, aliterasyonlardan yararlanılarak
duyguların, düşüncelerin, hayallerin abartma, tahaflık, zıtlık, benzetme, güldürü, kısa tanım
yahut çağrışımlar yoluyla ortaya konulduğu manzum nitelikli basma kalıp sözler." şeklinde
tarif etmek mümkündür.
Tekerlemeler muhtevalanna bağlı olarak şu ana başlıklarla tasnif edilebilir:
A) Belirli Bir Oyun, Tören veya Metne bağlı Tekerlemeler
a) Çocuk Oyunları Tekerlemeleri
b) Tören ve inanç Tekerlemeleri
c) Halk Edebiyatı Türlerine Bağlı Tekerlemeler
ç) Seyirlik Oyunlar ve Halk Sporlanna Bağlı Tekerlemeler
B) Yazılı veya Gelişmiş Edebiyat Tekerlemeleri
C) Diğer Tekerlemeler
235
Tekerleme Örenkleri:
Ağrı veya Sanlık Kesme Tekerlemesi:
Sızı seni bağladım Kanatlarım yağladım Dağdan dağa yolladım Yılan yılan çayında Akrep
akrep ayında Şahin eti, kurt eti Çık da seni keseyim Kızl yel isen ohruç Kara yel isen ohruç
Kafdağının arkasında yatan Perilerden isen ohruç Sitemden, hasetten, nazardan Her nereden
geldin isen Bu sızıyı bırakıp gitmez isen Yetmiş iki buçuk milletin Günahı seni tutsun Ohruç,
ohruç, ohruç!290
Çocuk Oyunu Tekerlemesi
Bir eşim/indik Bir eşim fişlik Yattım yatarım Tuttum tutarım Dalda kargalar Dalı yırgalar
Yerin alçacık (Ali) Sen çık29'
Masal Tekerlemesi
Varvaradan sürsüreden, Amasya'dan Tire'den, geldi geçti buradan. Destursuz bağa girenin
ölümü sopadan. Halbır halbır içinde, halbır saman içinde. Deve tellal iken, pire pehlivan iken,
eşek hamamcı iken, hamamcının tası yok, oduncunun baltası yok. Çarşıda bir tazı geziyor,
boynun halkası yok. Hanımlar hamama gidiyor, öğnüğünün ortası yok, goltuğunun bohçası
yok. Dedim hanımefendi bir buse ver, dedi heç mümkünü yok. Çene basında dururken,
bıyığımı bururken Ali oğlu geldi dedi ki müjde deden geliyor. Ali oğlu. Miskin oğlu,
Gussunoğlu ava gittik. Ali oğlu attı vuramadı, Gussun
236
oğlu attı vuramadı. Miskin oğlu attı vuramadı. Dedem attı ıhtırdı, ben attım yuvarladım.
Eferim yiğit dedi, goluna guvvet dedi, her dem böyle at dedi. Goltuhlanm gabardı. Avımı
tüfeğimin başına dahdım, demircibaşına geldim. Selamün aleyküm demircibaşı dedim.
Aleyküm selam avcıbaşı dedi.
Bir gaz aldım doru deyin, ufacık defecik daşlan ağzına atıyor dan de-yin, Çotgözün
köprüyü yitiyor geri deyin, uzun minareyi beline sokuyor boru deyin.
O yalan bu yalan, fili yuttu bir yılan, eşeğe binip de deveyi gucahladı bu da mı yalan.
Bir varmış bir yohmuş, Allah 'in gulu dağdan daşdan çohmuş. Çoh söy-lemesi günah, az
söylemesi sevapmış. Zamanın birinde iki aşığın başına gelen olay...292
8. Halk Hikayeleri
Türk halk hikayeciliği de, halk şiiri gibi çok zengin mahsullere sahip bulunmaktadır.
Maalesef bunların bir kısmı hala yazıya geçirilememiştir.
Halk hikayeleri eski destanlarla roman arasındaki merhaleyi teşkil etmektedir. Halk
hikayeleri konu itibariyle aşk ve kahramanlık hikayeleri olmak üzere, iki büyük kola
ayrılırlar.
a. Kahramanlık Hikayeleri eski destanlardan izler taşırlar. Destanlardaki bir çok unsur yeni
şartlara ve olaylara intibak ettirilmiştir. Halk edebiyatı kahramanlık hikayelerinin başında
Dede Korkut Hikayeleri gelmektedir. Köroğlu Hikayesi ve çeşitli kolları da bu türün en
mühim mahsulleridir.
b. Aşk hikayeleri ise; Elifile Mahmud, Derdi Yok île Zülfö-Siyah gibi bir kısminin şahısları
hayalidir.
Aşık Garip, Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre, Ercişli Emrah ile Selvihan gibileri ise aşık
şairlerin efsaneleşmiş hayatlarını anlatan eserlerdir.
Leyla ile Mecnun, Ferhad ile Şirin, Yusuf ile Züleyha gibi hikayelerin konuları. Divan
Edebiyatında aynı adı taşıyan eserlerden biraz değiştirilerek alınmıştır,
c. Tarihi-dinî halk hikayeleri: Kan Kalesi, Hayber Kalesi ve Hz. Ali'nin Cenklerini anlatan
hikayeler olarak kabul edilir.
Halk hikayelerindeki vak'alar, sade bir nesir diliyle anlatılırlar. Hikayelerin sahipleri ve ilk
yazarları belli değildir. Hikayelerde manzum parçalar da yer alıyor. Bunlardan bir kısmı Aşık
Garip ve Aşık Kerem hikayelerinde olduğu gibi, bizzat hikayenin kahramanlarına ait
bulunmaktadır.
237
Halk hikayelerini de yine aşıklar arada saz çalarak, taklitler yaparak anlatmaktadırlar.
Destanları sazla söyleyen ozanların geleneği devam etmiştir. Halk Hikayeleri içinde Binbir
Gece Hikayelerinden alınanları bulunduğu gibi, son asırlarda meydana getirilmiş istanbul'un
çevrelerine mensup kimselerin tehlikeli maceralarını anlatan Hançerli Hanım, Tayyer-Zade
gibi realist sayılabilecek hikayeler de vardır.
Asuman ile Zeycan
(Hikayenin konusu kısaca şöyledir: Asuman ile Zeycan hikayesinin asıl kahramanları
varlıklı ailenin çocuklarıdır. Zeycan (kız) bir bey kızı; Asuman (erkek) ise beyin kethüdası
Derviş İsmail'in oğludur. Çocukları olmayan bey ve kethüdası çok üzgündürler. Bir ermiş
bunlara Murad Suyu'ndan çıkan nan paylaştırarak çocuk sahibi olmalarım sağlar. Kız ve oğlan
Kırklar elinden bade içerek aşıldığa başlarlar ve birbirlerine aşık olurlar, fakat bey kızım
oğlandan ayırır. Buna rağmen kahramanlar, bütün zorlukları bir masal havası içinde ermişin
yardımıyla aşarak yedi yılın sonunda mutlu sona ulaşırlar:)
Zaman-ı evvelde bir padişah var idi. Padişahın bir kethüdası var idi. îkisinin dahi zürriyeti
dünyaya gelmedi diyü düşünürken günlerden bir gün bir derviş geldi. Keşkülü önüne kodu.
-Behey derviş! Derdime dert, merdime mert olmazsın, dedi.
-Beyim ne derdin var? Bey eyitti:
-Bak giden kanya, üç-dört tane çocuğu var. Bunların birini Tanrı bana vere idi ne olur?
-Ya beyim, derdin o mu? dedi.
- Ya ondan büyük dert olur mu ?
-O kolay şeydir.
-Sen benim derdime dert olduktan sonra dahi ben dünyada bir şey istemem.
-Ya beyim! Murad Suyu'nün kenarına gidersin. Bir kurban kesersin. Andan bir nar zuhur
eder. îkinizin inşallah zürriyeti dünyaya gelir.
Ol zaman kurbanı alıp Murad Suyu'na vardılar. Sabah namazım onda kıldılar. Ba'dehu
kurbanı kesip suya bıraktılar. Andan iki dalga koptu. Arasından bir nar zuhur etti. Andan
Derviş ismail ol narı alıp beyin yanma geldi. O narın yüz tanesi var idi. Ellişer tane aldılar.
Bey eyitti:
-Bundan ne hasıl olur? dedi. Konuk eyitti:
-Dokuz ay on gün deyince ikinizin zürriyeti dünyaya gelir, dedi. Eğer oğlan olur ise adım
Asuman koyasız, kız olur ise adım Zeycan koyasız, birbirinden ayınnayasız.
238
Andan Bey eyitti:
-Ben senin oğluna kızımı vermem, dedi. Derviş ismail eyitti:
-Konuğun sözü Mevl&'ya doğru gele! Deyince bey danlıp hançer çekip üzerine hami edip
halledecek oldu. iç ağaları yetişip Derviş ismail'i beyin elinden alıp kaçırdılar. Ağlayıp evine
geldi. Ehliyle vafir müşavere ettiler. Asuman bu sözleri bilmezdi ve şeriklerinin yanma
gelmezdi. Saray meydanı civarında uşaklar beyin Derviş ismail'e ettiği işleri söyleşirlerdi.
Asuman çocuklardan bu sözü duyup anasının yanına geldi. Anası eyitti:
-Oğlum bugün pek melül olmuşsun, dedi. Oğlan dahi:
-Bî-vefa yarden beni bunca zamandan beri aldarsınız, deyip yatsı namazım kılıp yattı, "ilahî,
sen bilirsin halimi, aşıklık isterim." deyip kıbleye teveccüh etti. Ziyade gaflet uykusuna daldı.
Gördü ki bir haristanda kırk tane pır, ellerinde yeşil kaplı mushafları var, okuyup dururlar.
Asuman dahi el bağlayıp durdu. Onlar anın hölinden Sual ettiler.
-Sultanım aşıldık isterim, dedi.
Ol pirler hem bir kadeh aşk şarabı doldurup verdiler. Asuman dahi içti. Asuman gitti. Pirler
cümlesi ol yerde kaldılar. Asuman erdi, uyandı ki olmuş, aşk ile dolmuş. Hemen kalktı,
bozukçu dükkanına vardı. Bir ala bozuk293 yaptırdı. Eline alıp odasına geldi. Kızın
fîrakından ah edip bozuğu eline aldı. Aşk deryasına dalıp çalmaya başladı. Baka ne diyecek:
Asuman eyitti:
Nazar eylen ağalar benim hatime Kendi yaralarım deştim ne dersin Böyle imiş bize Hakk'in
fermanı Kırklar ile devran sürdüm ne dersin Aşıktır pîrini sever gayetten içirirler dolu ab-ı
hayattan Pirim bana söyler ikra ayetten Aşkın kitabım açtım ne dersin Açıldı kitabım okudum
ağdan Aşkın sözleri ezelî candan Dinleyin ağalar sözümü sağdan Bahar seli gibi coştum ne
dersin Biçare Asuman ider medhini Ciğerciğim yanar çıkmaz tütünü Hesap ettim göğün yedi
katım Hakk'in hikmetinden şaştım ne dersin
239
Böyle deyicek aşka kendini bastırdı bir zaman yattı. Sonra kalktı, çarşıya gitti, rüyasını tabir
ettirdi.
Amma biz gelelim Zeycan 'a.
Zeycan dahi kendini Asuman 'a vermeyeceklerim bildi. Gece gündüz ağlamaktan gözleri
kanla doldu. Zeycan bugün yatsı namazım kı-lıp "Ya Rab! Bana aşıldık ver." deyip başım
yastığa koyup yattı. Vakı-a(rüya)sında Kırklar'ı gördü. El bağlayıp durdu. Pîrler buna:
-Muradın ne? dey ü sordular. Zeycan ey itti:
-Sultanım, aşıklık isterim, dedi.
Kırklar dahi yarım kadeh ab-ı hayat verdiler, içti. Şimdi kız uyandı. Aşk deryasına dalmış.
Sabah oldu, kalktı. Gülbuy derler bir cariye var idi. Ana bir bozuk ısmarladı. Gülbuy dahi
bozuğu alıp geldi. Zeycan Hanıma verdi. Hanım bozuğu eline aldı, bakalım ne diyecektir:
Zeycan eyitti:
Bu gece seyrimde pervan olumuşum Aradığım Kırklar yoludur yolu Elimi bağladım selam
durmuşum içmişim bir kadeh doludur dolu
Açtım sımmı ben kime diyeyim Asuman 'in yoluna canım vereyim Dökeyim libasım hırka
giyeyim Ko desinler bana delidir deli
Coşkun sular gibi akıp giderim Dalmışım deryaya derin giderim Yaradan Mevla 'ya niyaz
ederim Boyladığım aşkın gölüdür gölü
Aşık olan gölde dönderir yüzer Yetmiş iki millet Hak deyip gezer Bugün pirim bana eylersin
nazar Cümlesi Mevla 'nin kuludur kulu
Aşık olan ağlar benim yarime Gençliğimde hizmet ettim pîrime Anın sevdası da kondu serime
Zeycan aşıkların gülüdür gülü
Böyle deyip aşka kendini bastırdı. Bir zaman yattı. Cariyeleri bu hali görüp hayran kaldılar.
Ey yarenler neyleyelim çok sözü, köselyere vermeliyim kızı. Asuman aldı kızı.
240
Kırk gün kırk gece düğün ettiler. Güvey girdiği gece kızın yüzünü görmeden ah edip
söylediği beyitler bunlardır, beyan olunur. Bakalım ne dedi?
Anlar böyle deyip muradlanna erdiler. Hoş indi Mevla-yı Müte 'al Hazretleri, Fahr-ı Alem
Hazretleri hürmetine bizi de muradlarımıza nail-i meram eyleye. Amin.
9. Halk Tiyatrosu
Hayatı hareket halinde göstermeye çalışan dram sanatı, Türk hayatında da dikkate değer
örnekler vermiştir. Kendine has teknikler içindeki bu sanatı beş kolda topluyoruz:
9. 1. Köy Orta Oyunları (Köy Tiyatrosu)
Köy Orta Oyunları, köylülerin uzun kış aylannda ve hususiyle düğünlerde, bayramlarda
eğlenmek ve vakit geçirmek için düzenleyip oynadıkları dram karakterli temsillerdir. Bu
temsiller, tarihi kaynakların verdiği bilgilerden anlaşıldığına göre çok eski bir sözlü geleneğe
dayanmaktadır295. Bu gelenek 1071 tarihinden sonra da ozanların yanı sıra Anadolu'da
devam etmiş ve yakın devirlerde tam karakterini kazanan şehir kültürü mahsulü orta
oyunundan da ayrı ve eski olan bu oyunlar;
a. Ritüel mahiyetteki Oyunlar
1. Yılın değişmesiyle ilgili oyunlar
2. Mücerret fikirlere bağlı oyunlar
3. Hayvan kültürüne bağlı oyunlar
4. Bitki kültürüne bağlı oyunlar
5. Mezhep-Tarikat Merasimleri
b. Profon Mahiyetteki Oyunlar
1. Günlük hayattan alınanlar
2. Masallara bağlı oyunlar
3. Destanlar veya saz şairlerinin hayatlarına bağlı oyunlar
4. Tarihi olay ve oyunlara bağlı oyunlar
5. Samit veya lal oyunları
6. Bebek-Kukla oyunları
bölümlerine ayırmak mümkündür. Oyunlar, kapalı veya açık yerlerde oynanır. Duruma göre
dekor kullanılır.
241
Günlük Hayattan Alınan Oyunlar:
-Tarla Sinin Oyunu:
Oyuncular: Delil (oyunu hazırlayan), sınır taflan (iki adam), birinci tarla sahibi, ikinci tarla
sahibi, muhtar, bekçi, azalar, karakol komutanı, iki jandarma, bir yolcu.
Oyun:
Delil, düğün evinde, önceden ellerini dinerinin altından bağlayıp yusyuvarlak ettiği iki adamı
(sınır taşı) misafirlerin bulunduğu odaya kucağında getirir. Onları odanın ortasında yan yana
oturtur. Bunlar iki kardeşin tarlasını ayıran sınır taşlarıdır. Delil, kenara çekilip oturduktan
sonra oda kapısından büyük kardeş girer. Sınır taşına doğru yürür. Sinin beğenmez. 1te kaka
kardeşinin tarafina sürükler. Bu götürme şekli halkın gülmesine sebep olur. Halinden memnun
olan büyük kardeş halkın arasına karışıp bekler. O sırada ikinci kardeş gelir, o da sinin kendi
lehine çevirmeğe çalıştığı sırada tarlaya gelen kardeşi ile münakaşaya başlarlar, işi
halledemezler. Küçük kardeş çare bulması için muhtara başvurur. Muhtar, azalar ve bekçi
gelirler, iki tarafı uzlaştırırlar ve sonra birlikte köye dönerler.
Büyük kardeş uzlaşmadan memnun olmaz. Tekrar gelir, sınırı kendi lehine çevirir. Kardeşi
bunu duyar. Hiddetlenir. Tarlaya gelir, kardeşi ile kavga eder. Ağabeyisini yaralar, kaçar.
Büyük kardeş yaralanma sebebiyle bayılır. Bir yolcu karakola durumu bildirir. Bir jandarma
gelir, sun 'i teneffüs yaptırarak büyük kardeşi ölümden kurtarır. Küçük kardeşi diğer jandarma
yakalayarak karakola getirir. Şaşkın ve perişan halde bulunan büyük kardeş: Ben ne oldum,
bana ne oldu? diye ağlamaya başlar, karakol komutanına kardeşini affetmesini rica eder.
Komutan, af kararı verir. Oyun biter. 296
Samit Veya Lal Oyunları:
Berber Oyunu:
Oyuncular ve Malzeme: Berber, (orta yaşlı bir adam); müşteri, (iri yan, sakin tabiatte bir
adam); iki çırak, bir sandalye, peştamal yerine eski bin çuval, bir bakraç, bir sabun, ustura
vazifesini görecek paslı bir ekmek bıçağı, fırça vazifasini görecek adi bir süpürge.
Müşteri konuşmaksızın berberin önüne gelir, elle selam verir. Berber, boş bir sandalyeyi
gösterir. Komik ve mübalağalı hareketlerle çı-
242
raklar bir sağa bir sola koşuştururlar. Bîri kenarda duran bakraca, diğeri çuvala saldırır.
Çatışırlar, düşerler, sonra birisi bakraca su doldururken, diğeri müşterinin boynuna çuvalı
asar. Karşıda, bir taşın üzerine konmuş olan sabunu usta alıp bakracın içine atar. Çuvalı
getiren çırak sabunun bulunduğu yerden süpürgeyi alır, bakraca daldırıp köpürtmeğe başlar.
Müşterinin yüzü, gözü değişir. Fakat ses çıkarmaz. Bir müddet sonra usta, sabunlu sudaki
süpürgeyi müşterinin yüzüne gözüne; kafasının her tarafina sürer. Adamın kafasını bembeyaz
eder. Adam sükunetini kaybeder, elini, kolunu intizamsız ve mübalağalı hareketlerle bir sağa,
bir sola atar. Avuçlarının biri, sağda emre hazır bekleyen bir çırağın yanağına isabet eder.
Tokat şaklar. Öbür kolu diğer çırağa tesadüf edemez. Muvazenesini kaybederken, berber
bıçağı-nı kendi şapkasının altına sıkıştırdıktan sonra yakalar ve tekrar iskemleye oturur.
Az sonra traş biter. Usta jest ve mimiklerle müşteriden para ister. Çıraklar korkak
hareketlerle etrafı güldürmeğe çalışırlarken müşteri sandalyeyi ustanın başına fırlatıp
meydandan ayrılır.
9. 2. Meddah
Eski ozanlarla onların devamı olan saz şairlerini hatırlatan bir çeşit halk hikayelerini anlatan
kimselere da meddah, böyle hikayelere de "Meddah Hikayeleri" denmiştir. Meddah
kelimesinin asıl manası "Övücü, metheden" demektir. Meddahlık hikaye ile taklit yapma
sanatıdır. Perdesi, sahnesi, dekoru, elbiseleri ve şahıstan bir tek sanatkarda toplanan unsurları
basit ve sade temaşadır. Bu temaşanın sanatkarı olan meddah bir sandalyeye oturarak din-
leyicilerine hikaye anlatır. Bu hikayelerin bir kısmı anonim eserlerdir. Bazılarının yazarları
bellidir. Meddahın aksesuarını, bir mendil ile bir sopa-baston teşkil eder. O, umumiyetle
güldürücü ve zaman zaman edebi ve ahlakî bir netice çıkaracağımız hikayesine belli kalıplarla
başlar.
Kıssahan, hikaye anlatan yerine kullanılabilen "meddah" kelimesi önceleri (15. asır)
kahramanların maceralarını anlatan ve onları öven sanatkarlar için kullanılmıştır. Bunlar,
destanları sazla söyleyen ozanlardan ayrı hikayecilerdir. 13. asırdan sonra da kullanıldığı
anlaşılan "Meddah" deyimi, destanî konulardan çok realist, eğlenceli vak'aları taklitlerle
anlatan hikayecileri göstermektedir. Meddahlık son zamanlara kadar devam etmiştir.
Son devrin meddahları, kahvehanelerde yüksekçe bir yere oturup bastonuna dayanarak
hikaye anlatan sanatkarlarda Bunlar halk arasında dolaşan veya yazılı edebiyattan alınma
yahut kendilerinin zemin ve zamana uygun
243
olarak icat ettikleri hikayeleri, kahramanlarının, hikayenin geçtiği yerin şivelerini taklit ederek
türlü jest ve mimiklerle anlatırlardı. Meddah bir tiyatro eserindeki bütün şahıstan tek şahısta
(kendisinde) birleştirmiş bir aktör durumundaydı ve meddahlık tek şahıslık bir tiyatro
mahiyeti gösteriyordu. Yazılı olduğu zaman bir roman, bir büyük hikaye hüviyeti taşıyan
meddah hikayeleri, meddahların anlatışıyla bir tiyatro eseri haline gelmiştir. Bu bakımdan
meddahlık ve meddah hikayeleri Türk temaşası içerisinde yer almaktadır.
BÖREKÇİ GÜZELİ
(Meddah ismet Efendiden (1876-1904) Ressam Mehmet Muazzez Öteduygu tarafından
derlenmiştir.)
Aldı Meddah Hak dostum, hak!
Semt semle, isim isme, cisim cisme benzer. Geçmiş zaman söylüyoruz...
Fatih civarında, Kumrulu Mescid mahallesinde dört odalı bir ev... bir Arap cariyesi ile
Şemsettin isminde henüz onunu bitirmemiş bir oğlu, bir de refikası... Dört kişiden ibaret aile
efradı ile beş-altı anahtar sahibi Bedesten hecekilerinden elli yaşlarında Hüseyin Efendi
denilmekle maruf bu zat, her gün sabah namazından sonra bir ufak kahvaltı yaptıktan ve icap
eden evamiri verdikten sonra Bedesten 'in yolunu tutar ve alışverişi ile meşgul olur.
ikindi namazını Beyazıt Camiinde kıldıktan sonra yavaş yavaş Fatih'in yolunu tutar. Fatih
meydanına gelir. Oradan ertesi günün levazımatını tedarik eder.
Akşam yemeğini yiyerek namazını kıldıktan sonra evin bazı hususatını görüşür. Oğlu
Şemsettin ile de biraz okumaktan yazmaktan, nasihatten dem vurur, yatsı namazı için yakın
bulunan mescide, namazdan sonra da mahalle kahvesine... Mahallesinin dedikodusu ile
meşgul olduktan sonra saat sekiz buçuğa doğru eve dönerek bermutad gibi yatağına girer.
işte Hüseyin Efendinin her günkü hali bundan ibarettir.
Bu günlerde yine bir gün evde sofra başında oturulur. Valde Hanımın yemeğe pek ağır
davranmakla, çehresinin de asık olmasına dikkat eden Hüseyin Efendi merak eder.
Hüseyin Efendi: —Ne o hanım, suratın yine asık? Yine bir şey mi oldu?
Hanım: —Canım bir şey olmadık gün olur mu? Ev hali bu...
Hüseyin Efendi: —Peki, bu kadar surat asacak ne var?
244
Hamın: —Nasıl ne var! Sen de olsan belki de benden fazla kızarsın...
Hüseyin Efendi: —Canım anladık ya, ne oldu onu söyle?
Bacı: —Ah afandum ah bilseniz ne oldu, ne oldu?
Hüseyin Efendi: —Maşallah... Sen de mi hanım kesildin? Musibet, evin büyükleri
konuşurken sen ne had ile laf a karışıyorsun? Musibet fellah! Kalkarsam haddini bildiririm...
Bacı: —Canım ban bir şey saylamadım ki, hani ya şey oldu da!
Hüseyin Efendi: —Hala şey oldu da diyor... Sen süs dedim, kör fellah!
Hanım: —Canım o zavallı size bir şey yapmadı ki!... Bana yardım etmek istedi...
Hüseyin Efendi: —Anladım siz bana iki lokma yemeği zehir edeceksiniz.! Bırak şimdi
olmuşu olacağı... Hele bir yemekten kalkalım da kederin, suratın ne ise o zaman söylersin!
Bacı: —Öyle ama afandum, sen de olsan...
Hüseyin Efendi: — (Bağırarak) Süs dedim kör fellah, sen ne haddine karışıyorsun lafa?
Terbiyesiz seni, defol karşımdan!
Bacı: —Peki afandum, ama yemekleri kim verecek?
Hanım: —Süs kızım, bütün bütün kızdıracaksın ayol! Haydi sen git, yemekleri ben alırım!
Efendinin dediği olsun...
Bacı: —Peki hanımcığım, gıdarim! (Çekilir.)
Hüseyin Efendi: —Efendim, işe yarıyor diye bu derece yüz, verilmez. Nihayet para ile satın
alınmış bir cariyedir. Ne demek benim l&fıma karışmak. Hadi Allah 'ı seversen, ne verecek
isen ver de şu sofra gürültüsü kalksm!
Hanım: —Peki canım hiddet edilecek ortada bir şey yok ki!
Sofradan kalkılır kalkılmaz Şemsettin ortadan kaybolur.
Hüseyin Efendi yukarki minderin bir köşesine kurulur. "Leğen, ibrik!... " diye bağırır.
Zerafet omzunda havlu ile leğen, süzgeç kapağı üzerinde kokulu sabun ve bir elinde de san,
uzun emzikli ibrik olduğu halde içeri girer. Hüseyin Efendinin önüne gelince, derhal leğeni
yere bırakarak sabunu eline verdikten sonra Hüseyin Efendi minderin ke-nanna gelir. Ellerim,
ağzım, bıyık ve sakalım yıkayarak ağzım da çalkaladıktan sonra bacının uzattığı havluya
kurulanı? geri çekilir.
Hüseyin Efendi: — Gel bakalım hanım! işte şimdi şuralının çehrenin ne olduğunu rahat rahat
anlat bakalım?
Hanım: —Nesini anlatayım... Bizim oğlan mektebe gitmem diyor!
245
Hüseyin Efendi: — Şemsettin mi?
Hanım: — öyle ya!...
Hüseyin Efendi: — Ne demek öyle? Tahsilim bitirmiş mi? Bir iki hatim olsun indirmiş mi?
Bu ne demek böyle... Buna basbaya asilik denir.
Hanım: —Artık orasını bilemem... Gitmem diyor!
Hüseyin Efendi: — Sana mı söyledi?
Hanım: — Öyle ya...
Hüseyin Efendi: — Sen şunu çağırsana! Tevekkeli değil, yemeği hem dar yedi, hem de
derhal savuştu... Hah... Hadi bana çağır sen o-nu!
Hanım: — Peki!... (Gider) Şemsettin, oğlum! Baban çağırıyor!
Şemsettin: — Peki anne geliyorum. (Gelir) Efendim beni çağırmışsınız!
Hüseyin Efendi: — Evet... Otur bakalım karşıma şöyle! Mektebe gitmem demişsin... Hiç
olmazsa'iki hatim olsun indirmeden, mektebi bırakmayı neden istiyorsun? Hadi sıkılma
annene söylediğin gibi bana da söyle!
Şemsettin: — Peki babacığım! Ben şimdiye kadar okuduklanmdan bir şey anlamadığım gibi
zihnime de girmiyor. Bu halde mektepten fena halde söğüdüm, işte sebep bu...
Hüseyin Efendi: — Peki ne olmak istiyorsun?
Şemsettin: — Efendim, bir şey olayım diye hevesim yok. Ancak ne yaptım ise mektebi ne
sevebildim, ne de okuduğumdan bir şey anlayabildim. işte bunun için mektepten söğüdüm.
Yoksa sokaklarda haylazlar gibi dolaşmak istemiyorum.
Hüseyin Efendi: — Peki, anladım! Hadi. şimdi git yat! Sabahleyin namazdan sonra-beraber
gideceğiz. Hadi bakalım...
Çocuk gider.
Hüseyin Efendi: — Öyle ya doğru söylüyor zorla hiçbir şey olmaz ve bahusus okumak...
Hanım sen ne dersin? Oğlan haklı değil mi?
Hanım: —Peki ne olacak şimdi?
Hüseyin Efendi: — Ne olacağı yok... Şimdi ben onu bir para kazanacak san'ata veyahut
ticarethaneye yerleştirip, o mesleğin sahibi yapacağım. İşte bu... Hadi, şimdi ben namaza
gidiyorum. Oğlanı vaktile yatır! Yarın sabah benimle beraber gidecektir. Onun için erkence
kalkması lazımdır.
Hanım: —Peki siz bilirsiniz!
246
(Hikayenin devamı şöyledir: Hüseyin Efendi yanında çocuğu olmak üzere, bütün esnaf ve
ticaret erbabım dolaşıp gelir gider durumlarım, çocuğa kaç para verebileceklerim araştırır.
Nihayet çocuğu börek-çiye çırak olarak verir. Şemsettin tabla ile börek satışma başlar.
Börekçinin işleri inanılmaz derecede artar, iş yerindeki usta sayışım artırır. Şemsettin mahalle
arasmda börek satarken Hatice isimli bir kıza aşık olur. Bu kız öksüz biridir. Halasıyla birlikte
yaşamaktadır. Hala, kızı görmesi karşılığında Şemsettin'den para sızdırmaya başlar. Şemsettin
halanın istediği paraları babasından yalan söyleyerek temin eder. Neticede Hüseyin Efendi bir
gün oğlunu takip eder. Durumu anlar. Kızı oğluna nikahlar, büyükçe de bir börekçi dükkanı
açarak oğluna teslim eder.)
9. 3. Karagöz
Türk temaşa edebiyatının en önde gelen türüdür. Bir gölge ve hayal o-yunu olan Karagözde
esas şahıslar. Karagöz ve Hacivat'tu". Şive taklitlerine, Arapça, Farsça kelimelerin
telafruzlanna yakın kelimeler öne sürerek güldürücü durumlar meydana getirilmesine cinas ve
tevriye sanatlanna fazla yer verilen Karagöz Oyunları Türk zekasının mizah ve hicivdeki
kudretim de göstermektedir.
Konuşma şeklinde bir tiyatro eseri gibi tertip edilen Karagöz Oyunları, belli konulara
dayanıyordu, Konulardan bir kısmı Ferhad ile Şirinde olduğu gibi. Divan Edebiyatı
hikayelerinden alınmıştır.
Menşei itibariyle gölge oyunudur. Anadolu'da XIV. yy'dan itibaren gelişen bu gölge oyunu,
başlıca kahramanlanndan biri olan Karagözce izafeten "Karagöz" adı ile yaygındır. Bu
oyunun belli başlı iki kahramanı Karagöz ve Hacivat'tır.
Karagöz; sanatı demircilik olan, klasik tahsil görmemiş, neşeli, şakacı, nüktedan, açık
kalpli, bazen kaba bir insandır.
Hacivat ise; medrese kültürü ile yetişmiş, sofu, Osmanlı kibar zümresi-nin görgüsüne sahip,
afyon tiryakisi bir şahıstır.
Oyunlarda Osmanlı devleti içinde yaşamış; asli unsur Türkler, Müslüman kavimler, (Arap,
iranlı, Arnavut), Ermeni, Rum, ve Yahudi gibi azınlıklar; masal, hikaye-destan kahramanları
da vazife görürlar.
Günlük hayat hadiseleri ile masal, hikaye ve destanlardan konusunu alan Karagöz oyunu
esas itibariyle;
1. Muhavere(karşılıklı konuşma)
2. Fasıl(oyun)
olmak üzere iki kısımdan ibarettir.
247
Oyunun sahnesini, l m. eninde, 60 cm. boyunda bir perde adı verilen beyaz bez teşkil eder.
Bu bez, yağ lambası, bugün elektrik ile arkadan aydınlatılır.
Karagözcü, deve veya manda derisinden yapılmış 30 cm boyundaki renklendirilmiş
tasvirleri 50-60 cm uzunluğundaki değneklerle bu beze dayar, değneklerin yontulmuş uçlarım
mum İşığında biraz ısıtır, sonra tasvirler-deki etrafı pekleştirilmiş deliklere sokar; böylece
onları eğmeğe, doğrultmağa, sağa sola hareket ettirmeğe muvaffak olur.
Perde aydınlanınca gösterme denilen tasvir, kamıştan yapılmış ve üflediği zaman an vızıltısı
gibi ses çıkaran naraka çalınır. Sonra Karagözcünün yardımcısı Yardak oyuna mahsus bir usul
ile tef çalmaya başlar. Daha sonra Hacivat Semaî söyleyerek perdeye gelir. Bu oyuna giriştir.
Seçili konuşmalar yapar. Arkadaşı Karagözü'ü görmek istediğim söyler. Karagöz'ün kapısının
önünde makam ile arkadaşın çağanr. Karagöz kızar, kavga eder. Hacivat kaçar. Karagöz sut
üstü yatar. Gülünç secilerle kendi halinden ve Hacivat'ın insafsızlığında şikayet eder. Hacivat
gelir muhavereye başlar.
Muhavere, karşılıklı güldürücü konuşmadır. Bu medrese kültürüne karşılık halk külturünün
ters cevaplanndan oluşan seçili konuşma şeklidir. Bu muhavere birince/OH/ yani dramatik
kısım takip eder. Kalıplaşmış bir şekilde biten oyunun sonunda Karagöz Hacivat'a bir tokat
atar. Hacivatda klişeleşmiş bir konuşma yaparak sahneden çekilir. Karagöz gelir, seyircilerden
sürç-i lisandan ötürü özür diler. Tehdit yollu gelecek sefer, Hacivat'a neler edeceğim söyleyip
perdeyi terk eder. Böylece ertesi akşam hangi oyunun oynanacağı hakkında haber vermiş olur.
Bu oyun, XVI. yüzyıldan zamanımıza kadar gelmiştir.
Karagöz'ün Ağalık Oyunu
. (Birinci bölüm. Muhavere) -Nasihat muhaveresi-
Hacivat semai okuyarak gelir. -Semai-
Her güzel böyle vay nazlı mı olur, Cilvelî ela gözlü mü olur, Güzeli sevmesi vay gizli mi olur.
(Nakarat)
Ömrümün van gel şarıl bari, Bir gece yari saraydım bari.
(2. hane)
Karidesin a güzel vay kande arayım,
Halin hatırın kirne sarayım,
Ayda bir, yılda bir, vay yüzün göreyim.
248
H. - Of hay Hak.
Temaşa-yı hayal, erbabına özge temaşadır, Maarif ehline malum olur sırr-ı muammadır.
Ne anlar cahil ü nadan olan sırr-ı muammadan, Bakar zahir gözüyle sanki mir'at-ı mücelladır.
Verasinfehm ü idrak eyleyen yarana aşkolsun, Değildir ehl-i irfana hafi zahir hüveydadır.
Misal etmiş bunu Şeyh Küsten gülzür-ı dünyaya, Anınçün Sadıka zıll-i hayal ile müsemmadır.
Ülü'l-ebsar olan çeşm-i basiretle nigah eyler, Cihana ibret ile bakmayan zahirde amadır.
Huzür-u haziran, cemiyet-i irfan vakt-i, safa-yı merdan. Dinsizdir, münafıktır şeytan,
şeytanın dinsizliğine. Rahman 'in birliğine, kudretin, azametin padişahımız efendimiz
hazretlerinin eyyam-ı saadetlerine (secde eder, ayağa kalkar) ve bizi temaşaya tenezzül
buyuran huzzar-ı kiram 'in safayab olmala-nna.
Demem o demek değil, ben bendenize, ben duacınıza, ben hak, ben hakisare, eli yüzü
yunmuş, eifazı düzgün, hoş sohbet fasîhüllîsan, musahabeti tatlı.
K. - (Pencereden) Hoş geldin keçi suratlı.
H. - Bir yar-i kafadar olsa, geliverse şu dört guşe hayme üzre kadem bassa, o söylese ben
dinlesem; ben söylesem o dinlese.
K. - (Pencereden) Defol şuradan sersem oğlu sersem.
H. - Her ikimiz de söyleşirken bizi temaşa eden ahibba neş'e-yab olsalar. Diyelim işimizi
Mevlam rast getire.
Yar bana bir eğlence meded!..
Aman bana bir eğlence meded!..
K. - (Aşağıya adar boğuşmaya başlar) Dür, Hacivat sakalımı yoldun!.
H. - Aman birader bırak. Bumumu kırdın.
K. - Kirilsin kerata.
H. - Aman Karagöz bırak beni kuşaklarım düştü.
K. - Boğazımı sıktın.. (Hacivat kaçar. Karagöz sırt üstü yatar, kalır.) Of.. Aman belim,
hıkınım, kaburga kemiklerim. Kerata beni evirdi çevirdi teşbih böceği gibi fırlattı attı, lakin
herifi kaçırdım ama ben de galiba poturlara kaçırdım. (Ayağa kalkar.) Amanın kamım,
ciğerlerim..
K. -K. - (içeriden) Yahu!..
K. - Ne var.
249
K. K. - Bok ciğerci geçiyor, dertsizinden bir tane al, okşama yahnisini yapanı Canım çok
istiyor.
K. - Kan beni ciğerci sandı..
H. - Vay benim sevgili Karagözüm, maşallah, maşallah!..
K. - Selvinin tepesine bin de kuş avla. (Tokat)
H. - Aman Karagözüm nedir bu sendeki hiddet-ü şiddet-i hal:
K. - Kafanı kırsın bakkal Mihal.. (Tokat)
H. - yazıklar olsun sana Karagöz yazık.
K. - Hoş geldin kazık oğlu kazık. (Tokat)
H. - Yazıklar olsun sana ki adam olmamışsın, kavak ağacı gibi boy atmışsın.
K. - Sen de çam yarması gibi boylanmışsın. (Tokat)
H. - İşte Karagöz adam olmadığın bundan belli.
K. - Sen de su takati ye, (Tokat) git oyna iki telli.
H. - Bak Karagözüm, sen benim kırk yıllık arkadaşımsın, eğer dinlersen sana babamdan
kalma birkaç nasihatim var. Bunları sana vereyim adam olursun ve bana dua edersin.
K. - Ver bakalım. Ne biçim şey onlar?
H. - Eğ öyleyse başını aşağı.
K. - Ne olacak?
H. - Ben senin ensene bir tokat atacağım, nasihatleri birer birer söyleyeceğim.
K. - Takatsiz olmaz mı?
H. - Bu kıymetli nasihatler sonra aklına yerleşmez. Eğ başını.
K. - Olur, vur bakalım. (Başını eğer.) Ama yavaş vur.
H. - (Ağlar gibi) Ah gidiyor! Ah gidiyor!..
K. - (Başını kaldırır.) Yakalayalım kim gidiyor?
H. - Kimse gitmiyor, babamın nasihatleri gidiyor. Sen eğ başını.
K. -Olur eğdik. (Eğer.)
H. - Birinci nasihat. (Vurur.)
K. - Yavaş kon, elinin cuntasından başlarım, neymiş o? Söyle bakalım?
H. - Cahillik alimlikten iyidir, derlerse işit de inanma.
K. - (Başını kaldırarak) Ulan bunu kim bilmez be!.
H. - Sen eğ başını.
K. - Olur. (Eğer.)
H. - (Ağlar gibi) Hey gidi babamın güzel nasihatleri uçuyor, uçuyor..
K. - Ökse kuralım, tutarız.
250
H. - Sen eğ başını.
K. - (Eğer.) Olur.
H. - İkinci nasihat. (Vurur)
K. - Elin kirılsin kerata.
H. - Züğürtlük zenginlikten iyidir derlerse işit de inanma.
K. - Bu ne biçim nasihat be? Bunları kim bilmez?
H. - Eğer sen bunları bilmiş olsaydın adam olurdun, bana karşı böyle terbiyesizce hareket
etmezdin. Sen eğ başını.
K. - Bu nasihatler kaç tane?
H. - Efendim, üç tane, bir tane kaldı.
K. - Onu da ver bakalım. (Başını eğer.)
H. - (Ağlar gibi) Ah benim sevgili babamın kıymetli nasihatleri gidiyor. Haşa huzurdan
köpek ağzına kemik atar gibi gidiyor.
K. - (Kalkar, bir tokat atarak) Köpek senin babandır terbiyesiz herif!.
H. - Zaten sen adam değilsin. Ben sana babamın kıymetli nasihatlerinı vereyim, sen bana
teşekkür yerine tokat at.
K. -Sen şimdi ukalalığı bırak, başka kaldı mı ?
H. - Son olarak bir tane kaldı, eğ başını.
K. - Onu da söyle bakalım. (Başını eğer)
K. - Üçüncü nasihat. (Tokat)
H. - Elin kirılsin kerata.
H. - Bekarlık evlilikten iyidir derlerse işit de inanma.
K. - (Başını kaldırarak) Bitti mi? Şimdi sen de benim babamın nasihatlerinı dinle, eğ kafanı
aşağı.
H. - Benim nasihate ihtiyacım yok. (Giderken)
K. - (Yakalayarak) Buraya gel.. Şimdi sen benim babamın nasihatlerinı dinle.
H. - Benim nasihate ihtiyacım yok. (Giderken)
K. - (Yakalayarak) Buraya gel: Eğ bakalım kafayı.
H. - Ne olacak?
K. - Nasihat vereceğim. Eğ bakalım şu kafanı aşağıya.
H. - Eğdim.. (Eğilir.)
K. - (Elini bir aşağı, bir yukarı sallayarak) Öhü.. öhü.. sıkı dür, nasihat geliyor.
H. - Ama Karagözüm yavaş gelsin.
K. - Artık o bahtına, (tokat atarak) birinci nasihat..
H. - Birader pek hızlı vurdun.
K. - Nasihatler kofana iyice işlesin, benim nasihatler dehşetlidir.
H. - Eeee. Ne imiş o nasihatin söyle.
251
K. - Acele yok. (Tokat atarak) Birinci nasihat..
H. -Nedir o?
K. - (Tokat atarak) Birinci nasihat.
H. - Ne imiş o?
K. - Açlık tokluktan iyidir derlerse işit de inanma.
H. - A Karagözüm bunu kim bilmez.?
K. - Bu nasihatler bana babamdan kalmadır, sen kelleyi eğ!..
H. - Ama Karagözüm yavaş vur.
K. - Olur, sen eg kafayı, (tokat atarak) ikinci nasihat..
H. -Ne imiş o?
K. - Senin sırtına binmek, eşeğin sırtına binmekten iyidir derlerse işit de inanma..
H. - A birader böyle nasihat olur mu?
K. - Nasihatin kötüsü olur mu, sen kafanı sıkı tut, (tokat atar) üçüncü nasihat..
H. - (Başım kaldırır.) Ne imiş o?
K. - (Tokat atarak) Tokat yemek, yemek yemekten iyidir derlerse işit de inanma. (Hacivat
gider.) Seni gidi öğüt budalası kerata. Sen gidersen beni de buraya mıhlamazlar, pamuk
ipliğiyle hiç bağlamazlar. Ben neyler çekilir, giderim îdgahta dolaba dilber, seyrine bakalım
ayine-i devran ne suret gösterir? Sallan butlan koca oğlan sallan. (Yavaş yavaş çekilir, gider.)-
Muhavere Biter.299
9. 4. Orta Oyunu
Meddah 'm çok sanatkarh bir şekli veya Karagöz'ün perdeden yere indirilmiş bir türü olarak
tarif edebileceğimiz orta oyunu, Türkiye'de, eski kol oyunlanmn temsili bir karakter almaşı ile
ortaya çıktı.
Başlangıçta taklide, dansa ve söze dayanan oyunlar arasında bir unsur olan ve adinin menşei
henüz aydınlanmamış bulunan orta oyunu, XV. yy. dan itibaren gelişmeye başlamış ve tam
dramatik karakterim XIX. yy 'in birinci yansında kazanmıştır.
Orta oyunu, kuvvetim taklit, mimik ve irticaiden alan, bir bakıma söz konuşu sanatları
hususiyle cinas düellosuna dayanan ve Kol Oyunu, Meydan Oyunu, Zuhuri Kolu adları ile de
yaygın orta oyunu, bir şehir halk tiyatrosu-dur. Bu tiyatronun belli başlı kahramanı Pişekar ile
Kavukludur.
Zenne ve Taklit ikinci planda oyunculardır. Orta oyununda da konular Karagözdeki gibidir.
252
Orta oyunun da bir bakıma rejisör sayılan Pişekar'ın ardından Kavuklu gelir. Cahil görünüp,
ahmak geçinen, telaşlı, kurnaz, neşeli, bir halk adamı olan Kavuklu ile Pişekar arasında
muhaverenin ardından Tekerleme başlar. Tekerleme den sonra aslında erkek olan, fakat kadın
kılığındaki Zenne ortaya çıkar. Pişekar ile konuşmaya başlar. Bu oyun tam manası ile giriş
demektir. Sonra taklit bütün kudreti ile oyuna hakim olur.
Vaktiyle sarayda sünnet düğünlerinde, esnaf cemiyeti gezintilerinde, pestemal kusama
merasimlerinde oynanan orta oyunu, bugün bazı toplantılarda oynanmaktadır.
(Acem Gaffar Ağa-Kavuklu Muhaveresi) Acem:
Merhaba ey meclisin suhendanî Görürem bahtına küskün giden hayvani Görüp karşımda
birden olup heyran, diyerem;
Nice rastlamişam bu gizil şeytanî...
(Kırmızı kıyafetinden ötürü Kavuklu'yu kasdeder.) Kavuklu: —Bu ne haloğlu, burası şairler
kahvesi mi? Acem: —Bilürem ki burası gayfe deyildi...
Kavuklu: —"Gayfe" değil utan kahve... Türkçe öğren de ondan sonra beyit okur gibi yalan
yanlış söz söyleme. Buraya ney e geldin, kimi arıyorsun?
Acem: —Özünün nesini gerekti şehzuvar?
Kavuklu: —Nereyi sıvar, sıvacı mısın onu söyle?
Acem: —Sıvacı ne menedi?
Kavuklu: —Ne menedi, memendi yok, sen sıvacı mısın yoksa?
Acem: —Yoh baba yoh, men ne sıvacı, ne divarcı... Özüm, yahşi tüccaram!
Kavuklu: —Al sana bir daha, haydi anla da konuş! Acem: —Ne diyersen ağa, anlamiram?
Kavuklu: —Güya ben senin söylediklerim anladım da sen kaldın öyle mi?
Acem: —Dilediğin nedir ağam, gunne görüm?
Kavuklu: —Ulan, sen "üzüm yakıcısı", tüccarı nedir onu anlat. Üzümden yakı mı yapıp
satıyorsun orasını anlıyamadım? Olur ya, üzümden yakı yapar satarsın öyle mi?
Acem: —Yoh, be canım, ne üzüm var, ne yahı... Özün yanlış anlamişsan. Men, özün
diyerem, yaniya cenabın gastetmişem.
Kavuklu: —Benim canıma mı? Acem: —Yoh canım, cenabın...
253
Kavuklu: —O da sensin... Galiba yavaş yavaş akideyi bozuyoruz gibi gelir banal
Acem: —Özün şekercisan?
Kavuklu: —Uzun Şekerci İhsan kim?
Acem: —Men Uzun Şekerci ihsan 'ı bilmirem, nice ihsan 'dır bu dediğin?
Kavuklu: —Anlamadım, aramızda bir maraza çıkacak galiba!
Acem: —Aramızda Murtaza vardı? Neme gerekti Murtaza, neme gerekti Şekerci ihsan?
Kavuklu: —Demek bunları bilmiyorsun? Acem: —Bel!, bilmirem, bunlar nice kelamdı?
Kavuklu: —Anladım... Demek sen İnce Hasan'ı arıyorsun? Ayol o buradan gideli çok oldu,
herifin gelmesi yaklaştı.
Acem: —Kim gelecehti?
Kavuklu: —Kim olacak, ince Hasan... Öyle demedin mi be?
Acem: —Beri bah. Özün yahşi kurumsah kişiye benzirsan!
Kavuklu: —(Kendi kendine) Bu herif benimle eğleniyor galiba... (aşikar) Ağa, sen benimle
eğleniyor musun?
Acem: —Ne mene eylenmek, özün hoşuma getmişti onu söylirem!
Kavuklu: —Üzüm hoşuna gider o başka, benim nerem kuru sarmısağa benziyor?
Acem: —Özüne sanmsah dememişem, özün yanliş anlamişsan ağa... Dimek istemişem ki;
hoş sohbet, cana yakın, adamcılsan...
Kavuklu: —Haloğlu, ben senin sözlerim anlamıyorum... Aramızda bir uygunsuzluk çıkacak.
Haydi kuzum, böyle bir şey çıkmadan birbirimizden aynlalım... Haydi kardeşim sen işine, ben
de işime gideyim...
Acem: —Özümün işi yohti!
Kavuklu: —Buraya gezmeğe mi geldin?
Acem: —Belî!
Kavuklu: —Ne beli? Ben de ne bel var, ne tarak... Sen bahçevan mısın?
Acem: —Özüme diyersen bagban?
Kavuklu: —Ulan bunlar nasıl lakırdı be kuzum? Türkçe mi. Acemce mi ne söylüyorsun
haloğlu?
Acem: —Belî, has Türkçe konişirem...
Kavuklu: —Peki ama ben bu has Türkçeden anlamıyorum. Şimdi kafa şişirmeyi bırak da
burada ne arıyorsun onu söyle?
Acem: —Özün gılavuzsan?
254
Kavuklu: —Anlamadım?
Acem: —Özün rehbersan?
Kavuklu: —Gene anlamadım...
Acem: —Ne galın gafalı kişisan agami
Kavuklu: —Ben mi kalın kafalıyım?
Acem: —Belî!
Kavuklu: —Deli babandır!
Acem: —Demirem deli... Deyirem belî! Evet dimekti. Özün Türkçe de bilmirsan ağam...
Özün rehbersan?
Kavuklu: —Hayır berber değilim...
Acem: —Necissan?
Kavuklu: —O da babandır!
Acem: —Çok ala... O halde ne iş sahibisen?
Kavuklu: —Ne iş görüyorum, onu mu soruyorsun?
Acem: —Belî!
Kavuklu: —Ulan belliyse ne sorup duruyorsun?
Acem: —Anlamak gerekti ki hangi işin ehlisan?
Kavuklu: —O da ne demek oluyor, kanlı dişin ehli miyim? Ulan şu sualin neye benziyor, o
söylediğim beğeniyor musun sen onu söyle?
Acem: —Menim idare-i kelamım çoh yahşidi... Özün annamirsan. Arabi teamest, Farisi
şekerest!
Kavuklu: —Hımmmmm... Acem: —Ne mene hımmmm? Kavuklu: —Bitmem, ne mene
hımmmm... Acem: —Özün mecnünsan?
Kavuklu: —Uzun macun sensin haloğlu... Benimle eğleniyor musun u-lan?
Acem: —indi bırah şakkayı, özünün tahsili yohtu?
Kavuklu: —Evet benim uzun Tahsin'im yoktur... Kısa Hasan'ım var lazım mı?
Acem: —Gene güftügüyu değiştirmişsan... Görürem ki reng-i rüyin bozuhtu!... 3W
255
9. 5. Kukla
Kukla, Türkler de XI. yy' dan itibaren görülmektedir. XVI. yy'dan beri ise Türkiye'de
şehirlerde kukla adı ile bilinen oyun, Anadolu'da köylüler arasında Bebek, Çömçe, Gelin.
Karaçör gibi isimlerle de yaygındır.
Karagöz ve orta oyununda olduğu gibi günlük hayat hadiseleri ile edebi eserlerde,
hikayelerden konusunu alan kukla, bir hareket ve bir hacim oyunudur. istanbul'da Osmanlı
Devleti döneminde XVI. yy. sonlanndan itibaren görülüp bugüne kadar devam ede gelen ve
büyük şehirlerde, bilhassa İtalyan oyunculannın tesiri ile teknik bakımdan geliştirilen tiyatro:
1.ElKuklası
2. îpli Kukla
3. îskemle Kuklası
4. Resim Kuklası
olmak üzere dört şekilde oynanır.
italyan'ların Poliçinollo'sunu taklit eden, bir tarafı ile Kavukluyu andıran kukla'ya
İstanbul'da Karagöz, iblis ve Bebe Ruhi adlan verilmiştir.
Musiki ile Türkü ve şarkıların da katıldığı; Rum, Ermeni, Yahudi, çingene veya Türk
Sanatkarların oynadığı bu oyunun Anadolu da oynanan şeklinin eski Türk Şamanizm'inin
geleneklerine dayandığı kabul edilmektedir.
YEDÎNCİ BÖLÜM AŞIK TARZI TÜRK EDEBİYATI
A. Türk Halk Edebiyatı Geleneği içinde Aşık Tipi'nin Dünü-Bugünü*
Türk Halk Edebiyatının ana karakteri sözlü oluşudur. Bu özelliğinden dolayı yazıya
geçirilmediğinden bugün için Halk Edebiyatı ürünlerinin hemen hemen tamamından haberdar
değiliz. Haberdar olduklanımz ise komşu ülke kaynaklanna şu veya bu şekilde geçmiş birkaç
tercüme, tespit veya tariften öteye geçmez. Türk Halk Edebiyatı ile ilgili belgeler, Uygur
dönemi dinî muhtevalı metinler bir kenara bırakılacak otursa ilk olarak Kaşgarlı 'nin Divanü
Lügati't-Türk adlı eseriyle başlar. Kaşgarlı'nın muhtemelen yazılı veya sözlü kaynaklardan
tespit ettiği bu metinler de tümüyle Halk Edebiyatı geleneğin! tarif edecek ölçüde değildir.
Halbuki Türk tarihi kadar büyük bir tarihi derinliğe ve geniş bir coğrafî yaygınlığa sahip olan
Türk Halk Edebiyatı ürünlerinin çok daha fazla olması gerekir. Bu açıdan bakıldığında Türk
Halk Edebiyatı, büyük bir kaynak sıkıntısı ile karşı karşıya bulunmaktadır. Bununla birlikte
bu saha ile ilgili çalışmaların da oldukça yakın bir zamanda başlamış olması da bir başka
probleminüzi teşkil etmektedir.
Türk Halk Edebiyatı ile ilgili ilk çalışmalar Batılı Türkologlarca başlatılmıştır. Bizde
Tanzimat Dönemindeki birkaç çalışma istisna tutulacak olur-sa ilk ciddi araştırmalar XX.
yüzyılda başlamıştır. Bu edebiyatın varlığına;
ilk olarak Ziya Gökalp işaret etmiş, onu Rıza Tevfik, Folk-lore adlı301 maka-lesiyle takip
etmişktir. Rıza Tevfik, burada bir tasnife giderek Anonim Halk Edebiyatı, Tekke Edebiyatı,
Aşık Edebiyatı gibi üç edebiyat şubesinden bahsetmiştir. Fakat bu konuda ilk ve esaslı
çalışmayı Fuat Köprülü başlatmıştır. Köprülü'nün ikdam gazetesinde 9 sayı devam eden
"Mübahasat-ı Lisaniye ve Edebiye-Saz Şairleri1"2' adlı seri yazışı ve bunu takip eden diğer
çalışmaları303 bugün için dahi başlıca müracaat eserleri olarak kabul görmektedir. Fuat
* Bu bölüm İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü'nün 08-12 Kasım 1999
tarihlerinde
düzenlediği VI. Milletlerarası Türkoloji Kongresi'ne tebliğ olarak sunulmuştur. (Torun, Ali.,)
3<" Rıza Tevfik, -Folk-lonr, Peyam Gazetesi Edebî ilavesi. Sayı 20, 20 Şubat 1329.
258
Köprülü'den sonra konuya ilgi çoğalmış bu konuda pek çok araştırmacı mesai sarf etmiştir.
Bunlardan bazılarım ismen zikretmek gerekirse;
"Sadettin Nüzhet Ergun, Ahmet Talat Onay, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, ihsan Ozanoğlu,
Vehbi CemAşkun, Osman Cemal Kaygılı, Şükrü Elçin, Mehmet Halit Bayrı, Pertev Naili
Boratav, ilhan Başgöz, Cahit Öztelli, Hikmet Dizdaroğlu, Umay Günay, Saim Sakaoglu,
Fikret Türkmen, Ensar Aslan, Ali Berat Alptekin, Ali Duymaz, Doğan Kaya, Nerin Köse, M.
Öcal Oğuz, Ali Yakıcı, Hamiye Duran, ismet Çetin, Ayşe Yücel Çetin, isa Özkan, Pakize
Erçişli-Aytaç vd. olmak üzere pek çok ismi sayabiliriz.
Bütün bu araştırmacılar, ister Halk Edebiyatı içinde isterse müstakil ola-rak değerlendirilsin
bir Aşık Edebiyatı varlığında ve müstakil bir Aşık Edebiyatı bilim dalı disiplinin de
müttefiklerdir. Ve hemen hemen "Halkın anlayabileceği lisanla yazan, daha çok hece veyiini
kullanan, saz çalarak diyar diyar dolaşan ve çok defa aşık adı ile kalem şuerasından ve divan
şairlerin-den ayrılan şairlerin mahsullerinin hepsi"304 tanımında birleşmektedirler. Bu
edebiyatı diğer edebiyat şubelerinden ayıran en karakteristik özellik ise ferdî bir edebiyat
olduğu kadar gelenek edebiyatı da oluşudur. Bünyesinde ferdî-likle gelenekselük iç içedir. Bu
sebeple geleneksel değerlerin tabiî karakteri gereği değişen zaman ve zemine göre Aşık
Edebiyatı da değişerek günümüze kadar gelmiştir. Ancak bu değişim ve gelişim esnasında da
kendi hakim tipi-ni oluşturmuştur.
Türkler pek çok medeniyet dairesine girip çıkmıştır. Ancak bunlardan hiçbiri îsîam
medeniyet dairesi ile batı medeniyet dairesi kadar etkili olmamıştır. Bu tip, Türk kültürünü
her yönden etkileyen bu üç büyük medeniyet değişikliğine bağlı olarak iki büyük değişim
geçirmiştir. Bunlardan;
Birinci tip, muhtelif Türk boylannda ozan, baksı, kam, saman vb. adlarla anılan şair
ruhaniler,
îkinci tip; islamiyet dönenünde dinî-lasavvufî Türk edebiyatı tesiriyle ortaya çıkan aşık,
Üçüncü tip ise; batı medeniyet dairesine giren sazcı, saz ustası, saz sanatkarı, bağlama
üstadı gibi adlarla anılan modem aşık. Bu tiplerin sosyal statülerine, hakim vasıflanna kısaca
bir göz atmak istiyoruz:
1. Ozan, Baksı, Kam, Saman:
Muhtelif Türk boylannda değişik adlarla anılmakla birlikte Gök Tanrı inancı 'nin dım-
mistik-sihrî otoritesi olan bu tip, konumu itibariyle oldukça önemli bir sosyal statüye sahiptir.
Çok katlı evren içinde Yaratıcı ile yaratıklar arasında irtibat sağlarlar, yağmur yagdınp fırtına
çıkarırlar, ölülerin ruh-
259
lanm iyi ise gök yüzme, kötü ise yerin altına gönderirler, kötü ruhlarla savaşırlar, hastalıkları
iyileştirirler; savaş için uğurlu gün tayin ederler;
yoğ/yuğ, sığır, şölen gibi büyük merasimleri yönetirler velhasılı doğumdan ölüme kadar
hayatın her safhasında aktif rol alıriardı.
Eski Türk inancına göre, bunlar Tanrı ve ruhlar ile insanlar arasında irtibat sağlama gücüne
sahip tek varlıklardır. İnanca göre insan; ufak tefek ruh-lara, aileyi koruyan atalar ve yer-
sulara bizzat kendisi de kurban sunup saçı yapabilirse de kuvvetli, hele hele kötü ruhlara
doğrudan başvuramazdı. Kötü ruhlar zaman zaman insan ve hayvanlara hastalık göndererek
kurban isterdi. Fani insanlar bunların ne istediğim bilmez, bunu ancak kudretim gökten ve
atalanndan alan; ozan, baksı, kam, saman vb. adlar veriler din adamları bile-bilirlerdi.305
Kam(şaman)lık sanatı öğrenmekle elde edilemez, belli bir kanun neslin-den gelmesi
gerekirdi. Ayrıca kimse de Kam olmak istemezdi. Fakat geçmiş kam-atalann ruhları kam
olacak torununun ruhuna musallat olur, onu kam olmağa zorlardı. Altaylılar bu hale "töz basıp
yat" (ruh basıyor) derierdi. Atasının ruhu kendine musallat olar adam, bundan kurtulmaya
çalışır, bu görevi kabul etmezse deli olur. Samanlığa eğilim çoğu zaman garip davranışlarla
kendini belli ederdi: Bu garip davranışlar; dalgınlık, hayal görme, inziva eğilimi, ormanda,
ıssız yerlerde veya çöllerde tek basma dolaşma, uykuda şarkı söyleme.. vb gibi davranışlar
bunun belirtilerinden sayılırdı.306
Samanlık eğilimi olarak sayılan bu hallere ilave olarak bayılma, sara nöbetlerine benzer bir
şekilde ağızdan köpük gelmesi ile kendini gösteren psikolojik haller, ağaç kabuklanyia
beslenme, kendini ateşe veya suya atma, bıçakla kendini yaralama gibi davranışlar da
sergilerlerdi.
Samanlıkla ilgili çeşitli eğilimler göstermek hemen saman olmak için yeterli değildi. Bunun
için tecrübeli ve yaşlı bir kamın yanında belli bir süre için eğitimden geçmek gerekirdi. Bu
hazırlık ve deneme safhasını basan ile geçenler bir giriş merasimi ile mesleğe kabul
edilirlerdi. Mesela Yakutlarda saman adayının mesleğe girme merasimi şöyledir: Namzed,
kumu (saman giysisi) giyer, eline at kılları bağlanmış asa verilir. Namzedin sağ tarafında
dokuz tane delikanlı, sol tarafında dokuz kız, bunların ortasında da ihtiyar saman yer ahrdı.
ihtiyar saman mesleğe sadakat yemini olarak dua okur, namzed de bunu tekrariardı.307
Saman adayı bir çeşit mesleğe giriş ve hazırlık hastalığı yaşardı. Samanlığa giriş sırasında
öldüğü farz edilen aday, ce-henneme gider, burada vücudu parçalara ayrılır, kötü ruhlardan
arınır sonra tekrar parçalar birleşir, tekrar dünyaya dönerdi. Bu ölüp dirilme hali ileride
üzerinde duracağmuz aşıldık geleneğindeki rüya ile aynilik derecesindeki
260
benzerlik arz etmektedir.308 Bundan sonra saman bir rehber ile dağa tırmanır, oradan göğe
yükselir burada kendi emrine bir ruh verilir bu ruh, saman için gerekli olan cübbe, külah,
davul ve maskesini tarif ederdi.
Şamanlar, her türlü ayin ve merasimlerim manzum sözlerle ve musiki eşliğinde icra
ederlerdi. Bu sebeple bunlara din adamından ziyade şair ruhaniler demek daha iyidir, îşte bu
şair ruhaniler, saz şairi, aşık adım verdiğimiz tipin prototipim oluşturmaktadır. Türklerin
îsîamiyeti kabulüyle birlikte ve toplumdaki iş bölümüne de bağlı olarak şair ruhanilar
birtakım görevlerim bırakmak zorunda kaldılar. Bir kısmı hastalık tedavisine yöneldi.; bir
kısmı Allah aşkını basit şekillerde halka anlatan dervişlere, bir kısmı da kopuzlany-la muhtelif
şiirler terennüm eden şahsiyetler Ozan halim aldılar. Mesela bahsi kelimesi önceleri dinî-
ruhanî şahsiyetleri karşılarken XIV. yüzyıldan başlayarak Uygur alfabesini bilen katip
anlamım kazanması bu iş bölümünün bir neticesidir. Bununla birlikte aynı kavram Özbek,
Türkmen ve Uygarlarda halk şairi, saz şairi anlamı kazanmıştır. Son devir Nogaylannda ise bu
kavram çalgıcı, türkücü manasının yanı sıra Türkçe yazan katip anlamım devam ettirmiştir.
Oğuz Türklerinde ise şair ruhanilere verilen ozan adı halk musikişinası manası kazandı.
Ozanlar, bu kimlik daralmasına rağmen Oğuzlar arasında eski itibarla-nndan uzun süre pek
fazla bir şey kaybetmediler. Ozanlar ellerinde kopuzları ile ilden ile, obadan obaya gezerler,
düğünlerde, ziyafetlerde bulunurlar kopuzları ile eski Oğuz Destanlarım, Dede Korkut
Hikayelerim söylerler, yeni olaylar hakkında yeni şiirler düzenlerlerdi. Pirleri Dede Korkut,
kopuzları da mukaddes addedilirdi. 309 Bu statülerim XV. yüzyıla kadar sürdürdüler. Bu
yüzyılda Klasik Edebiyat gelişimim tamamlamış olgun ürünlerim vermeye başlamıştı.
Fikir, zevk seviyesi bakımından halktan tamamiyle ayrılmış olan Klasik edebiyat
mensupları bediî ihtiyaçlarım Arap-îran tesiriyle ortaya çıkan edebî ürünlerle karşılarken
diğer yandan avam olarak nitelenen geniş halk zümrele-rinin musiki ve şiirine ait her türlü
şekiller (ezgi, deyiş, türkü, türkmani, varsağı vd.), halk arasında rağbet gören konular (Geyik
Destanı, Hamza, Battal hikayeleri vd.), halk şiirinin ölçüşü hakir görülmeye başladı. Bu
hususta birkaç misal vermek gerekirse XVI. yüzyıl tarihçisi Ali, Künhü'l Ahbar (C. V, s. 11)
adlı eserinde birtakım varsağı söyleyicilerinden bahsederse de bunları şairden saymaz. Yine
aynı asrın teskirecisi Aşık Çelebi, Tezkire(Fatıh Ktp. Nüshası, v. 25a)sinde halk arasında
okunmağa mahsus eser yazan Hamzevî'yi şair saymaz. 310 Örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Aydın kesi-
Shamanistic initataion" (Türk Halk Hikayelerinde Rüya Motifi ve Samanlığa Giriş) Asien
Folklore
261
min halk sürme karşı bu olumsuz yaklaşımı XIX. yüzyıl sonlanna kadar sürmüştür. Buna da
bir misal vermek gerekü-se; Ahmet Vefik Paşa, halk edebiyatı ürünlerinden maniyi,
"Usulsüz, darpsız elhan ile taganni olunan vezinsiz, manası?, güfte"3" şeklinde tarif
etmektedir. Klasik Osmanlı aydımna göre beste, klasik formlarda besteler, vezin aruz vezni,
mana da mazmun demektir. Bu anlayışla tarif edilen mani de haliyle vezinsiz manasız güfte
olacaktır. Bu menfi bakış tarzma bağlı olarak XV. yüzyıldan itibaren ozan kelimesi de kavram
aşınma-sına uğrayarak boş konuşan, herze yiyen vb. anlamlar kazanmaya başladı. Neticede
Dinî-Tasavvufî Edebiyatmın da tesiriyle XVI. yüzyıldan itibaren ozanların aşık unvanı
almaya başladıklarım görüyoruz.
2. Asık
Aşık Tarzı Türk Şiirinin oluşumunda hiç şüphesiz Klasik Edebiyatçıların bu menfi
yaklaşımı bir itici güç olmakla birlikte, Türkistan'da Ahmet Yesevî ile başlayan dinî-tasavvufî
cereyanların cazibesi de etkili olmuştur. En eski Türk Edebiyatmın temsilcileri olan ozan-
baksı şair tipi, kaybolan itibarlarım tekrar elde edebilmek için gerek Klasik Edebiyatçıların ve
gerekse halkın nezdinde büyük bir itibara sahip olan dinî-tasavvufî cereyanlara ve tarikat
edebiyatlanna yöneldiler. Eski geleneklere bağlı kalarak îsîamî akide-lere uygun yeni bir
terkip oluşturdular. Neticede bu terkip edebiyatı kendi hakim tipini ortaya koydu. Biz bu tipe
Aşık Tipi diyoruz.
Aşıldığın esasım kompleks bir yapıya sahip olan rüya oluşturmaktadır. Maddî veya manevî
bir sıkıntı sonrasında, kutsal bir mekanda uyku ile uyanıklık arasında kutsal bir şahsiyet
tarafından sunulan bade'yi içen şahsiyet artık aşık'tır ve o andan itibaren dili açılır. Gerek
Aşıklık geleneği içinde ve gerekse halk arasında kabul görülen bu Rüya Motifi ile eski
ozanlar tekrar kaybolan itibarlarım elde ettiler.
Samanlığa giriş merasiminde görülen üç sahne: sıkıntı, önceki şahsiyetin sembolik ölümü,
yeni bir hayata farklı bir kimse olarak başlama, kompleks Rüya Motifi'nin esasım oluşturur.
Aşıkta rüya 7. Hazırlık Devresi, 2. Rüya, 3. Uyanış, 4. ilk deyiş olmak üzere dört safhada
gerçekleşir.312 Eski Türk dinlerindeki ayin ve törenlerin îsîamlaşmış şekli olan bu Rüya
Motifi belli bir plan dahilinde gerçekleşir:
a) Rüya, maddi veya manevî bir sıkıntı sonrasında görülür.
b) Büyük sıkıntılar sonrasında rüya görülmezse, kahramanın sıkıntıla-nndan kurtulmak
üzere Tann'ya yalvarması sonucu ortaya çıkar.
c) Kutsal mevkilerde (mezar, pınar vb.) görülür.
262
d) Kutsal kişi veya kişiler (Hızır-îlyas, üçler, kırklar, üç derviş, pir vd.) bazen bir genç kızın
elinden kahramana aşk badesi sunar.
1. Kahramana bir veya üç bardak dolu (bade) sunarlar veya kız ile oğlanın birbirine
sundururlar.
2. Kahramana çok güzel bir kız tanıttıktan sonra adım ve memleketim söylerler.
3. Şiirinde kullanacağı mahlas verirler.
4. Kahramana ihtiyaç olması halinde yardım edeceklerim belirtirler.
e) Kahraman badeyi içtikten sonra vücudunu bir ateş sarar, düşer ağ-zından kanlı köpük
gelir. Bu halde 3, 6, 7 gün kalır.
f) Herkes kahramanın deli olduğunu düşünürken yaşlı bir kadın veya erkek sazın teline
dokunur.
g) Saz sesiyle uyanan kahraman gözlerim açar. Sazı eline alır, kendine verilen mahlasla
irticalen şiirler söylemeye başlar. Böylece hem Badeli hem de Hak Aşığı olur.313
Rüya motifine bağlı olarak ortaya çıkan aşık tipi ilk olarak XVI. yüzyıl yazılı kaynaklannda
görülmektedir. Dolayısıyla Araştırmacılar Aşık Tarzı Türk Şiirinin başlangıcım da bu yüzyıl
olarak kabul etmektedirler. îsîamiyetin kabulüyle terk edildiği kabul edilen Ozan-Baksı tipinin
beş asır sonra aniden îsîamî bir kimlikle ortaya çıkması mümkün değildir. Bu tipin geçiş
dönemine ait yeterli kaynağa sahip değiliz. XIV. yüzyılda yazıya geçirildiği kabul edilen
Dede Korkut Destanlannda ozan tipi ve şiir icra gelene-ğinin yaşaması; I. Selim'in Mısır ve
tren seferleri hakkında küçük bir destan yazan Bahşî adlı şairden sonra bu ismin hiç
kullanılmamasına bakacak olur-sak Aşık Edebiyatının başlangıcım XVI. yüzyıl olarak kabul
etmemiz gerekir.
Bu yüzyıl, klasik Osmanlı kültürünün en parlak devridir. İslam dini ve Türk dili gibi iki
büyük temsil vasıtasına dayalı olarak büyük kültür merkez-lerinde ilk mektepler, medreseler,
tekkeler, kütüphaneler, asker ocakları Müslüman-Türk Kültürünü tebaanın muhtelif
tabakalanna yayma hususunda büyük bin faaliyet içindeydi. Gerek Klasik Edebiyat ve gerekse
Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı zirve şahsiyetlerim yetiştirmiş büyük merkezlerde oldukça
kalabalık bir aydın tabakası oluşmuştu. Memleketteki bu yüksek kültür havası da aşağıda
bulunan halk tabakalanna geçerek memleketin u-mumi zevk ve fikir seviyesi yükselmişti.314
Osmanlı'nın kültürel açıdan azametine paralel olarak Aşık Edebiyatının da inkişaf ettiğini
söyleyebiliriz. Anadolu ve Rumeli'nin büyük merkezlerin-de, serhad kalelerinde, Suriye ve
Mısır'da. Kuzey Afrika'nın Osmanlı'ya
263
bağlı bölgelerindeki askerî koloniler içinde aşıkların çoğaldığım görüyoruz. Şehir ve
kasabalarda, değişik sosyal tabakalara mahsus ayn ayn kahvehaneler, bozahaneler,
meyhaneler gibi umumi toplantı yerleri vardı. Bazı büyük kahvehanelerde çalgı ve köçek
takınılan da bulunurdu. Bu tür toplantı yerle-rinden olan bazı kahvehaneler bilhassa aşıkları
bir araya getirmişti. Onlar belli mevsimlerde buralarda bir araya gelir, aşık fasılları
düzenlerlerdi. Bundan başka aşıklar panayır gibi geçici toplantı yerierinde kurulan
kahvehanelerde bulunurlar, memleketi dolaşıriardı. Bu seyahatleri esnasında zengin
konaklannda ve bilhassa memleketin her tarafına yayılmış bulunan Bektaşi tekkelerinde yatıp
kalkarlardı. Bazı ileri gelen devlet adamlarıyla zengin konaklannda çöğürcü denilen aşıklar
himayeye alınırdı.
Diğer esnaf teşkilatlannda olduğu gibi aşıklar da teşkilatlanmıştı. Bu teşkilatın esasına göre
saz çalmaya istidadı olan kişilerin çıraklıktan aşık oluncaya kadar geçirmesi gereken birtakım
dereceler vardı. Bilhassa büyük ve şöhretli aşıklann etrafında, meraklı ve kabiliyetli gençler
toplanır, gerekli meslekî ve ahlakî terbiyeyi alıp, kendine mahlas verildikten sonra aşık fasıl-
lanna girmeye hak kazanırlardı. Memleket içinde uzun seyahatlere çıktıktan sonra aşık
unvanım alıp geçimlerim bu yolla sağlarlardır15 Köy ve aşiret çevrelerinde yetişen aşıklar
nispeten uzak kalmakla beraber Şehir muhitle-rinde yetişen aşıklar. Klasik şairlerin cazibesine
kapıldılar, geleneksel halk şiiri zevkinden uzaklaşmaya başladılar.
Aşık Tarzı Türk Şiiri gelişimim XVII. yüzyılda kuvvetli bir şekilde devam ettirdi. Eser ve
şahsiyet sayısında geçen asra göre bir artma görüldü. Gevheri, Aşık Ömer, Karacaoğlan gibi
kuvvetli temsilcilerim yetiştirdi. Ancak şehir muhiüerinde yetişen aşıklarla köy ve aşiret
çevrelerinde yetişen aşıklar arasındaki fark artmaya başladı. Adeta iki ayn aşık tipi ortaya
çıkü. Birincisi şehir hayatinin kültür havasım kapılırken ikincisi büyük ölçüde geleneksel
çizgisin! devam ettirdi. Tarikatler de tesirlerim aşıklar Uzerinde artırdılar. Herhangi bir
tarikate bilhassa Bektaşîliğe girmek moda halini al-maya başladı.316
XVin. asırda Aşık tarzı tabiî gelişimim sürdürürken büsbütün Klasik Edebiyatın tesirine
girdi. Aruz veznini kullanmağa çalışan aşıklar çoğaldı. XVII. yüzyılla mukayese edilebilecek
bir şahsiyet yetişmemekle birlikte aşıklık adeta moda halini aldı. Mahallîleşme cereyanının de
tesiriyle klasik şairlerden de halk edebiyatı ve Aşık Tarzına yönelenler oldu. Salim ve Safaî
gibi tezkirecilerin eserlerine bir iki aşık almalan artık onlara bir kıymet verildiğim göstermesi
bakımından önemlidir. Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı Aşık Tarzı üzerindeki tesirim büsbütün
artırdı.317
264
19. yüzyılda aşıkların sayısmda büsbütün artma görüldü. Ancak aşıkların hemen hemen
tamamı klasik şiirin tesirinde kalarak bozuk bir aruz vez-niyle basmakalıp mazmunlarla şiirler
söylemeye çalışıyorlardı. Hatta hece ile söyledikleri şiirlerde bile yabancı terkip ve kelime
kullanma arzusu dikkat çekecek ölçülere ulaştı. Bu yüzyılda yetişen bir hayli aşık arasında
Erzurumlu Emrah, Bayburtlu Zihnî, Dertli, Kayserili Seyranı, Tokatlı Nuri, Sümmani, Ruhsatı
şöhrete ulaştı. Türkmen aşiretleri arasında yetişen Dadaloğlu, Deli Boran, Gündeşli Oğlu, Bey
Oğlu ikinci aşık tipi olarak şöhret kazandılar.
20. yüzyıl memleket dahilinde köklü bir değişimin yaşandığı asırdır. Devletin her
kademesinde başlayan çözülme ve çöküşün hızlandığı bu dönemde Türk devlet ve fikir
adamları bir arayışa girdi. Çöküşten kurtulmanın çarelerim aramaya başladı. Bunun
çözümünü da Batı Medeniyet Dairesine girmekte buldu. Bu değişim Türk sosyal hayatında
olduğu gibi Aşık Tar-zı'nda da büyük bir değişimi getirdi. Haliyle aşık tipi de ikinci büyük
değişimim yaşadı. Ancak 1970'li yıllardan sonra aşık Tarzı Türk şiirinin tekrar canlandığım
görüyoruz. Bu cümleden olarak, her yıl Konya'da Aşıklar Bayramı yapılırken, bu aşıkların
büyük bir bölümü de Kültür Bakanlığı nezdinde görevlendirildiler.
3. Modern Aşık:
Fuat Köprülü, 20. yüzyılda aşıklık geleneğinin tamamen tükendiği kanaatindedir. Ona göre:
Osmanlı cemiyetinde Ortaçağ an 'anelerini saklayan aşıklar zümresinin de artık o şekilde
yaşayamayacağı pek tabii idi. İkinci Meşrutiyet hareketinden ve bilhassa Cumhuriyet
rejiminin kuruluşundan sonraki maddi ve manevî inkılaplar, bu zümreyi yaratan ve yaşatan
içtimaî şartları kökünden sarsmıştır. Tanzimat'tan beri merkezden muhite doğru yayılmaya
çalışan yeni ideolojiler, mektep ve gazete hatta sinema, radyo gibi çok kuvvetli ve tesirli
telkin ve terbiye vasıtaları eski hayat görüşünü tamamen değiştirmeye başlamıştır. Memleket
içinde her türlü nakil vasıtalarının çoğalması, merkezde devlet kapitalizmine dayanan büyük
sanayileşme faali-yetinin kuvvetle başlaması, medrese ve tekke gibi, ortaçağ an 'anelerini
saklayan eski müesseselerin kaldırılması, halk terbiyesine gittikçe daha büyük ehemmiyet
verilmesi, bütün memlekete maddî ve manevî yeni bir hayat görüşünün başladığım ve bir
içtimaî nizamın kurulmak üzere olduğunu kati suretle anlatmaktadır. İçtimaî bünyenin bu
derin değişmeleri karşısında Ortaçağ Osmanlı esnaf teşkilatı kadrosu içinde hususi bir sınıf
teşkil eden ve kendine has ideolojik ve edebî an'aneleri bulunan aşık zümresi, artık yavaş
yavaş ortadan kalkmağa başlamıştır. Esasen XX. asır başlarında büyük merkezlerde
ehemmiyetim kaybetmiş olan aşıklar, ancak memleketin daha içerlerinde, henüz Ortaçağ
hayat şartlarım saklayan küçük merkezlerde, ölmüş bir mazinin kalıntıları halinde yaşamakta
idiler.
265
Umay Günay, Köprülü'nün bu düşüncesin! yazılı kaynaklara ve istanbul'da geleneği
sürdüm? tüketen sözlü kaynaklara dayanarak verdiğim bu sebeple İstanbul için geçerli
olabileceğim halbuki özellikle Doğu ve Güney Anadolu'da bir ölçüde de Orta Anadolu'da
geleneğin yaşamakta ve temsilciler yetişmekte olduğunu öne sürmektedir. XXI. yüzyıla
girdiğimiz şu günlerde sayışı 300'ü bulan ve kendilerine aşık unvanı veren insan bulunuyorsa
bu geleneğin sona erdiğim kabul edemeyiz. Ancak günümüzdeki aşık adı verilen tipin de
yukarıda ele aldığımız "aşık rip"lerinin aynı tip olduğunu kabul etmekte biraz zorlanabiliriz..
Bu bakımdan geleneksel aşık tipinin sona ermesi bakımından Fuat Köprülü, bu geleneksel
aşık tipinin bazı unsurlannın günümüzde de görülmesi bakımından da Umay Günay'ın
düşüncesinde doğruluk payı vardır. Geleneksel değerlerin zamana ve zemine uyarak kendine
yaşama imkanı bulduğunu söylemiştik. Hakikaten Türk sosyal hayatında XIX. yüzyıün ikinci
yansından itibaren başlayan siyasal, sosyal açıdan yaşanan değişmeler aşıldık geleneğim de
etkilemiştir. Bu değişmelere bağlı olarak bugün, sazcı, saz ustası, saz sanatkarı, saz üstadı vb.
adlarla anılan bir modem aşık tipi ortaya çıkmıştır. Geleneksel aşık tipinden büyük ölçüde
uzaklaşan fakat onların da mensup olduğu halk zevkini sürdüren bu tipi, geleneği oluşturan
umdeler açısından bir karşılaştırmaya tabi tutmak istiyoruz. Onlarda:
1. Meslek: Geçmişte aşıldık bir geçim vasıtası iken bugün ek iş, hatta bir hobi olarak
sürdürülmektedir. Mevcut aşık biyografileri incelendiğinde bunların ya çiftçilik yaptığı ya da
bir devlet dairesinde çalıştığı görülmektedir.
2. Usta-Çırak îlişkisi: Her sanat dalında olduğu gibi aşıldıkta da bir ustanın yanma girmek,
onun terbiyesinden geçmek meslekî bir zaruret olduğu halde günümüz aşıkları, sanatlarım ya
aileden öğrenmekte, veyahut da
"Benim ustam yoktur", "Benim ustam yüce Rabbimdir"321 cevaplarıyla kendilerinin bir
usta çırak ilişkisi içinde yetişmediklerim ifade etmektedirler. Bu da bize göstermektedir ki
geleneğin nakli açısından oldukça önemli olan usta-çırak ilişkisi bugün ortadan kalkmak
üzeredir.
3. Rüya Motifi: Geleneksel aşık tipinde mesleğe başlangıçta temel şartlardan biri sayılırken,
günümüz aşıklanndan bir kısmı
"Badeye inanırım, fakat bu asırda olmaz." "Bade içme geleneği eski maneviyatçı aşıklarda
mevcuttu." "Bade içmeye inanmıyorum. Aşıklarda ilham vardır."322 diyecek kadar geleğin
temel şartlanndan uzaklaşmıştır.
4. Gurbete Çıkma: Geleneksel aşık tipi ustasından icazet alıp mahlas kazandıktan sonra
gurbete çıkar, bu sayede hem geçimim temin eder, hem de
266
memleket çapında karşılaşmalarda bulunarak şöhret arardı. Tabiri caizse iğne ile kuyu
kazardı. Halbuki günümüz aşıklannda böyle bir endişenin kalmadığım görüyoruz. Zira
geçimlerim başka kaynaklardan temin ediyor, medya sayesinde bir anda bütün dinleyicüere
ulaşabiliyor hatta başka aşıklarla karşı-iaşmasına gerek kalmadan bir deyişi ile şöhreti
yakalayabiliyoriar.
5. irticai: Herhangi bir konuda, önceden bir hazırlık yapmadan verilen ayak'a uygun şiir
söylemek öteden beri aşıkların kendilerim klasik şairlerden üstün gördükleri başlıca övünç
kaynağı idi. Bugün birkaç aşık dışında bu kabiliyete sahip aşığın bulunduğum! söyleyemeyiz.
6. Atışma: Aşık fasıllannın en ilgi çekici bölümlerinden birim oluşturan aşık karşılaşmaları,
yerel yönetimlerin veya medyanın düzenlediği ortamlarda yapılan danışıklı dövüşe
dönüşmüştür.
7. Eğitim: Geleneksel aşık tipinin büyük bir kısmı eğitimsiz, çok azı orta derecede bir eğitim
alırken günümüz aşıklarının büyük bir ekseriyeti temel eğitimlerim tamamlamış hatta
içlerinden akademisyenliğe kadar yükselenler olmuştur.
8. Teknoloji: Geleneksel aşık tipi sanatım canlı ortamlarda çıplak sesle icra ederken, modern
aşık, teknolojiden yararlanmaktadır: Doldurduğu kaset ve plaklarda bir ezgisinin beste ve
güftesini defalarca test etme imkanı bulmuş, hata miktarım en aza indirmiştir.
9. Ortam: Aşıklar Bayramı gibi organizasyonlar istisna tutulacak olursa Aşıkların yetiştiği
başlıca kültür ortanuanndan panayır, bozahane ve aşık kahveleri ortadan kalkmıştır.
Bir iki meraklının çalıştırdığı aşık kahvesi de neticeyi değiştirmemiştir.
Aşıklar canlı ortamlardan seyirci ve dinleyicinin katılımcı olmadığı sanal dinleyicili stüdyo
ortamlanna geçmiştir. Bu ortam değişmesi, haliyle sanat ürününün mahiyetim de etkilemiştir.
10. Sosyal Statü: Bugünün aşıklarının geçmişteki itibarlarım muhafaza ettiklerim pek de
söyleyemeyeceğiz. Bediî ihtiyaçlarını başka kaynaklardan sağlayan geniş halk kitleleri
aşıklara gereken önemi vermemektedir. Yaşar Reyhanî'nin şu ifadeleri bu hususta bir kanaat
oluşturacaktır:
Havada yumurtlar huma
Kim der vebali boynuma
Sazcı derler tabutuma
Giren olmaz Erzurum'da323
Netice: Türk Halk Edebiyatı içinde aşık tipinin tarihi açıdan l. Ozan, 2. Aşık, 3. Modem
Aşık olmak üzere üç safha geçirdiğin! belirledik: Ozanın
267
Türk sosyal hayatında din adamhğı ön planda olmak üzere halkın bediî ihtiyaçlarım
karşıladığı ve oldukça önemli bir statüye sahip olduğunu islamiyet'in kabulüyle birtakım
görevlerim bıraktığım, XVI. yüzyılda ozan adım da bırakarak Dini-Tasavvufî Türk Edebiyatı
tesiriyle aşık adım aldığım ve nihayet XX: yüzyılda aşık tipinin de iktisadi, siyasi, sosyal
değişmelere bağlı olarak yeni bir tipe dönüştüğünü gördük.
A. Belli Başlı Şahsiyetlerden Örnekler
Şimdi sırasıyla bu aşıldık geleneğinin temsilcilerinden birkaç örnek vermeye çalışalım:
1. KARACAOĞLAN
Bugünkü tespitlerimize göre, XVI-XVII. yüzyıllarda yaşayan üç Karacaog^an vardır.
Bildiğimiz kadan ile bunlardan birisi Güneyli Karacaoğlan ki bu, "Elif'e vurgundur, ikinci
Karacaoğlan ise, "Balkan dil-berlerine vurgun" ki o da Bulgar dağlanndan fazlası ile
eserlerinde bahseder. Üçüncü Karacaoğlan ise, Saray'da yaşayan "Saraylı Karacaoğlan"dıı.
Zamanla bunlann eserleri birbirine karışmıştır. Ancak biz bu şahsiyetleri;
eserlerinde geçen yer adları, şahıslara, gurbet ve aşk tutkularına göre tespit etmemiz
mümkündür. Bu uçunun de hayatları ve soyları hakkında detaylı bilgiler fazla değildir Hatta
bunlann hangisinin hangi asırda yaşadığı bile kesinlik kazanmamıştır.
Ancak Güneyli Karacaoğlan hakkında Freiburg Üniversitesi'nde, Klaus-Detlev Wanning
tarafindan "Der Dichter Karaca Oğlan" adlı bir Doktora tezi yapılmıştır. Bu çalışma, son
dönemin en ciddi araştırmasıdır. XVII. yüzyıl saz şairlerinin şiirlerim içeren mecmualarda
Karacoğlan'ınlann şiirierinin de yer almaşı en önemli bir delil sayılmakta ve bunun XVI.
yüzyılın sonu ile XVII. yüzyılın başlannda yaşadığı sanılmaktadır.
Anadolu'nun her tarafında tanınan ve türküleri söylenen Karacaoğlanın Anadolu'da birkaç
yerde mezarı da vardır.
Osmanlı topraklarım karış kanş gezen Karacaoğlan gördüğü her güzelliği şürleştirmiştir.
Adeta güzeli ve güzelliği övmek için yaşamıştır. Hayata bu derece bağlı olan şair ölümü
düşündüğünde adeta ürpermiştir. Bu nedenle Karacoğlanın ölümle ilgili söyleyişlerinde
lirizmin bütün özelliklerim görmek mümkündür.
"Esimle dostumla bulaşamadım Var git ölüm tez, zamanda yine gel"
"Şu dünyada üç nesneden korkarım, Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm.
268
Mizacı gereği gençliğinde uçan bir hayat sürmüş ve yaşühğı kolay kabullenememiştir. Bu
nedenle son zamanlarda yazdığı sanılan şiirlerinde burukluk vardır. Şiirlerinde; aşk ve
güzellik başta olmak üzere, ayrılık, yoksulluk, yiğitlik, gurbet ve ölüm temalarım işlemiştir.
Güzel ve güzellik kavramlanndan başka Kracaoğlan'da gurbet teması da büyük yer tutar.
Aşıldık geleneğinde gurbete çıkmak, diyar diyar dolaşmak, bu yerlerde değişik aşıklarla
tanışıp, değişik insanları tanıyı? bilgi ve görgüyü artırmak çok önem verilen bir husustur. Bu
sebeple aşıklar Anadolu'da "gezginci aşıklar" adıyla da anılmışlardır.
"Gurbet" kavramı Aşık edebiyatında (Aşık, Tarzı Türk Şiirinde) geniş bir yer tutmaktadır.
Sıladan ayn kalmanın verdiği burulduk hemen bütün saz şairlerinin dile getirdiği bir
durumdur. "Gurbet" geçim sıkıntısı, askerlik, sevgiliyi arama gibi sebeplerle terk-i diyar
etmek şeklinde ele alındığı gibi, asıldan pişiren, görgü ve tecrübelerim artıran bir süreç olarak
da düşünülmüştür. Hatta gurbet yüzü görmemiş, ezilmemiş, hasretliğin ne olduğunu tatmamış
aşıklara itibar edilmemiştir. Bu sebeple "gurbet" kavramı aşıldık geleneğinin bir parçası
haline gelmiştir.
Karacaoğlan da çok gurbet gezen, gezip gördüğü yerler içinde gurbet duygusunu işleyen
aşık tarzım çok iyi bilen saz şairlerimizdendir.
Şimdi Güneyli Karacaoğlan''a ait birkaç Koşma örneği vermeye çalışalımm:
KOŞMA
Arzularım kaldı bir Arap atta Koyma Kadir Mevla 'm gamda firkatta. Düğünde bayramda ağır
ziynette Anar m 'ola emmi dayı il bizi.
Getir oğlan ben giyeyim postumu Kimse bilmez garezimi kastımı Gurbet elde koydum geldim
dostumu,
Geri dönsem kınar m'ola el bizi.
Dost elinden içtim içtim mat oldum. Kahbe felek güldü ben de şad oldum. Emmiden, dayıdan
dosttan yad oldum. Ne yaman uzağa attı yol bizi!
Karacoğlan devranım var demim var, Yar yitirdim, düşüncem var gamım var. Yedi derya
içinde bir gemim var, Atar m 'ola bir kenara sel bizi.
Karacoğlan
269
Koşma
Ben bugün yarimden ayrı düşeli, Her günüm bir yıla döndü gidiyor. Yine zindan oldu dünya
başıma Sinem ataşlara yandı, gidiyor.
Hayal hayal oldu, şu bizim iller Dostun bahçasında açıldı güller. Her seher, her sabah öter
bülbüller;
Aşkı bu serime kondu, gidiyor.
Aktı didem yaşı, oldu revane:
Bir ataş koyuldu şimdi cihane;
Bir selam iletin bizim gülşene, Halim bir Mevlit 'ya kaldı, gidiyor.
Karac'oğlan söyler: Durmam burada;
Gül yudum fikrime düştü bu ilde Gayet fikre daldım, gönlüm ak yarda;
Gözlerimden kan yaş aktı, gidiyor.
Karacaoğlan
Koşma
Güzel derler bir dilbere uğradım. Siyah zülfü mah yüzüne gül gibi. Boyu kısa, amma kendi
münasib;
Uzar gider, bir şivgacık dal gibi.
Geydireyim yeşil île, al île;
Beslemeyim kaymak île, bal île;
Anan bana versin şunca mal île;
Kokulayım bir domurcuk gül gibi.
Kalem aldım kaşın, gözün çatmaya;
Hicab ettim adın sual etmeye. Seni satan az bahaya satmaya. Bakıp durur yüz altınlık mal
gibi.
Hezeîe de, Karacoğlan, hezele. Bir melhem yap yörelerim tazele. Bir saray yaptırdım şöyle
güzele,
On halayık hizmet etsin kul gibi.
Karacaoğlan
270
2. KÖROĞLU
Türk halk edebiyatuun en meşhur ve yaygın mahsullerinden olan Köroğlu destanından farklı
olarak aynı adı taşıyan bir saz şairimiz vardır. özdemiroğlu Osman Paşa ile birlikte îran
Seferi'ne katıldığı anlaşılan Köroğlu 'nün tarihî varlığım Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nüeki
bir fıkra da doğrulamaktadır.
Yazma eserlerde Köroğlu mahlası taşıyan birtakım şiirlere daha rastlanır ki bu manzumeler
Köroğlu Destam'ndaki birtakım rivayetler ve şahsiyetlere sıkı sıkıya bağlıdır Ayvaz.
Bezirgan, Çamlı Bel, Kır At, Bolu Beyi... gibi. Bununla birlikte bu manzumelerde Osmanlı
askeri tarihine ait kaplan postu giymiş gaziler, dörtlüler, beşliler gibi kavramlar da
görülmektedir. Bütün bu manzumeler Köroğlu adlı bir şaire mi aittir? Bu konuda kesin bir şey
söyleyememekle birlikte 16. yüzyıl sonu ile XVII. yüzyıl başlannda Köroğlu adlı bir saz
şairinin yaşadığım ve büyük bir şöhret kazandığım söyleyebiliriz. Şiirlerim dolduran samimi
eda, coşkun lirizm Celalî devrinin umumi tema-yüllerine uygun hususi bir kahramanlık ruhu
onun eserlerim yaşatmış ve tarihî şahsiyeti unutularak destanî bir mahiyet almıştır.325
Yüce dağların basında Kar bir y ana kış bir yana Depreşir ağzın içinde Dil bir y ana diş bir
yana
Nidelim Beyler nidelim Ahd-ü peymanı güdelim Ayvaz'a imdad edelim Üç bir yana beş bir
yana
Bre Beyler bre Paşa Karlı karlı dağlar asa Birgün ola ayn düşe Kıç bir yana baş bir yana
N'oldu ey sevdiğim n 'oldu Dereler kan ile doldu Gördüm hasmın yeğin oldu Kan bir yana leş
bir yana
Kocadım belim büküldü Zırhım silahım söküldü Bu gözüm doldu döküldü Kan bir yana yaş
bir yana326
Köroğlu
271
Siyah köklülerin dökmüş Kızıl güllere güllere Ela gözlerim dikmiş ince yollara yollara
Gel Ayvaz'im dolaşalım Çamlı Beller'e Beller'e
Doldur elinden içeyim Mest olup serden geceyim Seninle bile göçeyim Çamlı Beller'e Beller'e
Gel Ayvaz'im dolaşalım Çamlı Beller'e Beller'e
Okursun aşkın kitabın Komodin aşıkın tabın Akıttın çeşmimin abın Döndü sellere sellere
Gel Ayvaz 'im dolaşalım Çamlı Beller'e Beller'e
Aşıklara vardır meyli Riyazet çekmişem hayli Ben Mecnun olam sen Leylî Düşüp çöllere
çöllere
Gel Ayvaz 'im dolaşalım Çamlı Beller'e Beller'e
Köroğlu der budur derdim Sarardı çehre-i zerdim Şu benim nihanî derdim Düştü dillere
dillere
Gel Ayvaz 'im dolaşalım Çamlı Beller'e Beller'e327
Türki- Beray-ı Sefer-i Bahri
Beğler sunulsun piyaleler Dağlar donandı donandı Açılmış kırmızı güller Bağlar donandı
donandı
272
Gelin isteyelim Hak'dan Muradımız vire yokdan Ferman geldi Ali Tak'dan Süfiin donandı
donandı
Nesne yok adem halinde Keramet vardır dilinde Hasta kaldı... halinde Sağlar donandı donandı
Bindiler ve atlandılar Koçyiğide katlandılar (katıldılar) Gazaya niyyetlendiler Hamimat
donandı donandı
Köroğlu yazısın yazar Aşkın kitabım çizer Nice bir gurbette gezer Gönül Zahman'a
özendi.328
3. ÖKSÜZ DEDE
3. Murat zamanında yapılan 1577-1590 yılları arasındaki îran seferie-rine değinmesinden,
Ferhad Paşa'nın İran şehzadesi Haydar Mirza'yi rehine olarak îstanbul'a getirmesini
anlatmasından. Öksüz Dede'nin XVI. yüzyılın ikinci yansında yaşadığı sonucuna vanlabilir.
Halk şiirinde Öksüz Dede'nin dışında bir de Öksüz Aşık mahlasıyla şiirler söyleyen aşık
vardır. Bu aşığın XVII. yüzyılda yaşadığı düşünülmektedir.329 Her iki aşığın şiirleri
isimlerin-den dolayı birbirine kanştınlabilmektedir.
Biçim bakımından ilk Türkü metnim XVI. yüzyılda Öksüz Dede vermiştir.330
Sabahtan uğradım Ben Bir Güzele
Sabahtan uğradım ben bir güzele Gördüm güzelliğin bildirip gider Yine kul oldum da durdum
selama Kendin engelinden sakınıp gider.
Ben yar ile sürçmedim demleri Sayamadım ak gerdanda benleri Düşürmüş dağlarda mor
çiğdemleri Kolların kaldırmış sokunup gider.
273
Sana huri derler hurisin huri Yüzünde yanıyor Mevla 'mn nuru Mahın çevresinde aşk
yıldızları Gerdanında benler şakınıp gider.
Gözünde ışıldar sevdanın nuru Aslı melek nesli kendisi huri Öksüz derdmendim gelmedi deyu
Dönmüş ensesini bakınıp gider.
Ela Gözlerine Kurban Olduğum
Ela gözlerine kurban olduğum Ecelim gelmeden öldürme beni Gizlice uğrunda severim seni
Sımmı kimseye bildirme beni.
Seni bana veren o yüce Ganî Alırlar elimden korkarım seni Kaddimi büküp de öldürsen beni
Üstüme düşmanım güldürme beni.
Ölüm dedikleri gelmez aynıma Sığa ak kolların dola boynuma Soyunup eynini girsem
koynuna Sabah oldu diye kaldırma beni.
Öksüz Aşık bunu böyle söyledi indi aşkın deryasını boyladı Senin aşkın beni mecnun eyledi
Dağlara düşürüp gezdirme beni.
Gül Budanmış Dal Dal Olmuş
Gül budanmış dal dal olmuş Menekşesi yol yol olmuş Siyah zülfün tel tel olmuş Biz şu
yerlerden gideli Gurbet illere düşeli
Gül menekşeye karışmış Küskün olanlar barışmış Taze fidanlar erişmiş Biz su yerlerden
gideli Gurbet illere düşeli
274
Öksüz Aşık der bu sözü Hakka çevirmiştir yüzü Öldü zannettiler bizi Biz şu yerlerden gideli
Gurbet illere düşeli
4. AŞIK ÖMER
Bir şiirinde geçen "Vatan-ı aslimiz Aydın ilidir." mısraından yola çıkarak Aydınlı olduğu,
bir şiirini de 1651 yılında yazmış olması XVII. yüzyılın ilk yansında doğduğunu
düşündürmektedir. 4. Mehmet (1648-1687) devrinde Cehrin Kalesi'nin 1678'de zaptı, II.
Ahmet (1691-1695) zamanında devam eden Rus-Avusturya-Venedik harpleri ve II.
Mustafa'nın (1695-1703) gazası münasebetiyle söylediği manzumeler Aşık Ömer'in yaşadığı
devri açıkça tayin etmektedir. Keza Bursa, Sakız, Varna, Sinop, Bağdat ve istanbul için
söylenmiş şiirleri Aşık Ömer'in bu yerleri dolaştığını anlatmaktadır.
Saz şairleri arasında üstat bilinen Aşık Ömer, klasik şairler arasında da tanınmaktadır; fakat
şöhreti memleketin her tarafına yayılan Aşık Ömer'in asıl şöhreti aruzla değil, halk zevkine
uygun olarak hece île söylediği şiirle-rinden kaynaklanmaktadır.
Aşık Ömer, 1707' de ölmüştür.
Koşma
Gam yükleri île yükümüz tuttuk Hicran kalorinin kervanıyız biz Feleğin agusun aşında bulduk
Mihnet leknesinin mihmanıyız biz
Hakikat yolunu tutmuş gideriz Kemlik edenlere iyilik ederiz Hazret-i Huda 'nin emrin tutarız
Rah-ı hakikatin rehvanıyız biz
Ey Ömer aşk île irfan yoluyuz Serv-i tübalann servi dalıyız Bizi sevenlerin biz de kuluyuz
Sevmiyenin şah u hakanıyız biz
Semaî
Gel dilberim kan eyleme Seni kandan sakınırım Doğan aydan esen yelden Seni günden
sakınırım.
275
Tabibim hışmınan bakma Ben kulun odlara yakma Yanağına güller sokma Seni gülden
sakınırım.
Haldan bilir haldaşım var Yola gider yoldaşım var Üç yaşında kardaşım var Seni ondan
sakınırım
Ömer'im der ben de geldim Tazelendi eski derdim Sen bir kuzu ben bir kurdum Seni benden
sakınırım.
5. ERCİŞLİ EMRAH
Hem bir halk hikayesinin kahramanı hem de güçlü bir saz şairi olan Er-cişli Emrah'ın hayatı
hakkında sözlü kaynakların dışında fazla bir bilgi yoktur. XVII. yüzyılın ilk yansında Van'ın
Erciş ilçesinde doğmuştur. Van yöre-sinde ve Çukurova'da dolaşmıştır. Hayatı Uzerine
"Emrah ile Selvihan" adlı bir halk hikayesi kurulmuştur. Hikaye özetle şöyledir:
Osmanlı-îran savaşları sırasında Ercişli Emrah'ın sevgilisi Selvihan, î-ran ordusunca tutsak
edilip götürülür. Ercişli Emrah da yıllarca Selvihan'in peşinde dolaşır, acılar çeker. Bu olay
şiirlerle süslenerek, günümüzde de yaygınlığım sürdüren halk hikayesine dönüşür.
Ercişli Emrah'ın şiirleri uzun süre Erzurumlu Emrah'ınkilerie karıştırılmıştır. Hakkında
yapılan ilk çalışma, Muhan Bali'nin "Ercişli Emrah ile Selvi Han Hikayesi/Varyantlann
Tespiti ve Halk Hikayeciligi Bakımından Önemi" (Ankara 1973) adlı doktora tezidir.
Hakkındaki çalışmalar günümüzde de artarak devam etmektedir.
Ercişli Emrah'ın fazla bir tahsili yoktur. O, daha çok "Aşıklık geleneğini" sürdürmektedir.
Halbuki Erzurumi Emrah, medrese tahsili görmüştür ve o'nun şiirleri biraz olsun dinî-
tasavvufî muhteva içinde devam etmektedir.
Merhamet kıl hanlar öldürme bizi Feleğin devrinde amanımız var Pir elinnen bile badeler içtik
O yarınan ahdi peymanımız var
O yar menim elde küllü vanmdır Namusumdur gayretimdir arımdır Alem bilir Selbi benim
yarımdır Bizim Şah Abbas'tanfermammız var
276
Kayguya kanığız kargıştan beri Ölümden pervasız dönmenik geri Gönülde yattıkça gül yüzlü
peri Bizim her zahmanda seyranınız var
Bize Emrah derler Karakoyunnu Namertler içinde yiğit oyumu Kaz gibi pısmanık erkek
boyunnu Biz Türkük Türklükten dermanımız var
Bağ-ı cennet seyranından bir peri Kucağım gül doldurmuş da gelir Gine gün vurmuştur bağlar
küncüne Şavkı bu cihanı almış da gelir
Gençliğimde ben de gördüm ucalık Yazığ-oldu belim büktü kocalık Birparlı aydır ki on dört
gecelik Maşrıktan mağnba doğmuş da gelir
Gençlik elden gitti oldu bî yalan Kesildi dermanım kaldım bî güman Selbi meni gördü dedi
vah cüvan Kızlar Emrah bu kocatmış da gelir
Medet medet alemleri yaradan Hal oldu perişan bir yara sebep Gündüz fikir hayal gece
düşümde Kan ağlar gözlerim bir yara sebep
Ne olur göreydim yarın uzunu Eğilip öpeydim iki gözünü Elin artık eksik töhmet sözünü
Basmışam bağnma bir yara sebep
Emrah der ki yar elinden naçaram El uzatır tülbendim açarım Ağu verse yar elinden içerem
Ko desinler öldü bir yara sebep
277
6. GEVHERÎ
Asıl adı Mustafa olan Gevherî'nin ne zaman ve nerede doğduğu bilinmemektedir. Bir
koşmasının sonunda hicrî 1127 tarihim söylemesinden onun XVII. asrın ilk yansında doğup
Hicri 1127(Miladî 1715)'den sonra öldüğüne hükmedilebilir. Aşığın yaşadığı asrın
belirienmesinde Kırım ham I. Selim Giray'ın hicrî 1100'de istanbul'u ziyareti vesilesiyle
söylediği şiir önemli bir vesikadır.
Tamaşvarlı İbrahim Naimeddin, Hadikat-üş-Şüheda adlı eserinde onun Rumeli serhatlerinde
bulunduğunu. Eğri Kalesi alaybeyi olan büyük babası Ahmet Ağanın ölümüne bir mersiye
söylediğim yazar.
Gevheri hakkındaki en detaylı çalışma, hocamız Şükrü Elçin'in "Gevheri Divanı" adlı
çalışmasıdır.
Gevheri, "aşk-gubet-fîrkat" üçlemesi ile de Türkçenin öğredminde önemli adımlar atmıştır.
Ala gözlü nazlı dilber Seni kandan sakınırım Kandan değil hey efendim Seni candan
sakınırım
O yana bu yana bakma Beni ateşlere yakma Elini koynuna sokma Seni senden sakınırım
Gevheri der ben bir merdim Yüreğimden çıkmaz derdim Sen bir kuzu ben bir kurdum Seni
benden sakınırım
Hey ağalar zaman azdı Düşmüşe il üşer oldu Küllükte sürünen eşek Cins atla yansır oldu
Palas aminde yatmayan Bıyıgınapala batmayan Porsuk ardından yetmeyen Ceylana ulaşır
oldu
278
Evlerinin önü yay Yayılır tuması kav Yasına yetmedik kuzu Koç ile vuruşur oldu
Gevheri der işlet hata Katırlar baskındır ata Olur olmaz maslahata Çocuklar karışır oldu
Be Hey Dilber Sana Gönül Verdi
Be hey dilber sana gönül vereli Bana hasm olmadık kullar mı kaldı Dasitan eyledin illere beni
Halim söylemedik diller mi kaldı
Ferhat gibi yol eyledik dağları Hangi yar güldürmüş ağlayanları Şimdi viran oldu dostun
bağları Yad eller değmedik güller mi kaldı
Böyle dilber gelmemiştir devrana Şimdiki hüblara yoktur bahane Bir rüzgar musallat oldu
cihana Meyvesin dökmedik dallar mı kaldı
Gel gönül bu dertten olalım ari Görelim sonunda ne kalır Bari Gevheri der ben de ederim zari
Başıma gelmedik haller mi kaldı
Kurtulamam Üç Nesnenin Elinden
Kurtulamam üç nesnenin elinden Biri firkat biri gurbet biri aşk Üçü bilmez birbirinin halinden
Biri firkat biri gurbet biri aşk
Aşktır beni sevda ile söyleten Firkattir cevr ile sînem dağlayan Gurbettir gözümden kanlar
akıtan Biri firkat biri gurbet biri aşk
Bahri gibi ummanlan yüzdüren Mecnun gibi sahraları gezdiren Ferhat gibi dağlar başı
kazdıran Biri firkat biri gurbet biri aşk
279
Ben bilirim benim aklım şaşıran Beni sevdiğimden cüda düşüren Muhabbet deryasın baştan
aşıran Biri firkat biri gurbet biri aşk
Gevheri der dersim aldım hocadan Okuyup hatmettim kara heceden Koç yiğidi pir eyledin
kocadan Birifîrkat biri gurbet biri aşk
7.AŞIKNÎGARÎ
Seyyid Mir Hamza, Karabağ'ın Zengegur ilçesinin, Cicimli köyünde 1815 yılında doğmuştur.
Doğum tarihi olarak 1805 tarihi zikredilmektedir;
fakat eldeki belgelere göre bu tarihin 1815 olduğunu kesin olarak söylemek mümkündür.
Nigarî, kendisinin seyyid yani Hz. Peygamber soyundan olduğunu şöyle ifade etmektedir;
"Ali-e 'lanesebem, rindüyü şeyddhesebem Bendeyi-ali-eba, Mir hemze adımdır'
Babası Dağıstanlı bilginlerden Seyyid Emir Paşa, annesi Hayrünnisa Hanımdır. Babasına
paşalık unvanı dedesi Rükneddin Paşadan intikal etmiştir.
Mir Hazma, Şirvan'ın Şamahı ve Seki Kasabalannda bir müddet eğitim gördükten sonra bir
mürşit aramak üzere yola çıktı. Bu amaçla genç yaşlann-da Türkiye'ye geldi. Mevlana
Halid'in şöhretim işiterek Harput'a kadar gitti. Burada şeyhin vefat ettiğim öğrenince Sivas'a
geldi. Sivas'ta bir müddet kaldıktan sonra Karabağ'a döndü. Sonra tekrar Türkiye'ye gelerek
Amasya'da bulunan Mevlana Halid'in halifelerinden olan Şeyh îsmail Şirvani'ye intisab etti.
Mürşidinden izin alarak önce Konya'da "Mevlana Türbesi'nde", sonra "Ravza-i Mutahhara"
da erbain çıkarttı. 1859'da Hac farizasını yerine getirip Şam ve Kudüs'ü de ziyaret ederek
Amasya'y a döndü.
Nigarî'nin yaşadığı dönem içte ve dışta büyük sıkıntılarla uğraştığı dönemdir. Ruslarla
yapılan savaşlarda Nigarî de üzerine düşen görevi yerine getirmiş; Kırım harbi sırasında
birçok müridi ve mücahitle beraber Rus sınırım aşarak Kars'a gelmiş ve çarpışmıştır. Sadece
Doğu Anadolu civarında değil Kafkasya ve Kuzey Azerbaycan'da katıldığı mücadelelerle halk
arasın-da nüfuz kazanmıştır.
Mir Hamza muhareben sonra Erzurum'da Bakırcı Mahallesi Camisi'nin dershanesinde 3
sene tarikat ve marifet görevini sürdürdü. Kendisine devlet tarafından 500 kuruş maaş
bağlandı. Daha sonra istanbul'a kısa bir süre için gitti. 1865 yılında Amasya'ya yerleşti.
Kendisine müracaat eden "erbab-ı
280
marifet" e tefsir, hadis, tarikat ve hakikat dersleri verdi. Böylece çevresinde bilgisiyle yetişen
kuşak oluştunnaya başladı.
Nigari dönenünin padişahı n. Abdülhamid'e jurnal edilmiş ve kendisine Amasya'yı
terketmesi tebliğ edilmiştir. O da Mevlana Halid'in ocağı olduğu düşüncesiyle Harput'a
gitmiştir.
Ulema bir sülaleden gelen Nigari'nin küçük yaştan itibaren tahsil ve ter-biyesine ihtimam
gösterilmiştir. Ailesi dini ilimler okumasını, Arapça ve Farsça öğrenmesini sağlamışlardır.
Fakat bu eğitim onun için yeterli olmamış ve tahsilin! Türkiye'de tamamlamıştır, ilmiyle amel
eden Nigari tarikate mensubiyetim mütakiben şiirler yazmaya başlamış, asıl adı Mir Hamza
Karabaği olmasına karşılık, şiirlerinde Nigarî mahlasım kullanmıştır. Seyyid Nigarî'nin
mürşidi Şeyh îsmail Şirvanî'nin "Mir Hamza, aşk-ı ilahi ile mahv-ı vucüd etmiştir. Onun
mürşidi aşktır" sözleri, şairin ilahi aşka sahip olduğu-nu gösteren önemli bir delildir. Seyyid
Nigarî, "Karabağî" mahlası ile de şiirler yazmıştır.
Nigarî, Şeyh İsmail Şirvani'nin halifelerindendir. Zahir ve batın ilimlerim büyük üstadından
kazanmış ve onun rahle-i tedrisinden geçmiştir.
Nigarî hakkında çıkan söylentiler sebebiyle geldiği Harput'ta Mevlana Halid'in diyannda
hayata gözlerim yummuştur. Hamza Nigarî vasiyeti üzeri-ne, Amasya'da yatan oğlu
Siracüddin Efendinin yanma defnedilmiştir.
Nigarî'nin Türkçe ve Farsça olmak üzere 2 divanı, "Nigar-name", "Çay-name" ve "Sakî-
name" olmak üzere 3 de mesnevîsi vardır. Bu eserler hakkında etraflı bir çalışma yapılmış
değildir
Eserlerinde coşkun bir lirizm ve tasavvuf! düşünce dikkati çeker. Gazelleri, koşma ve
kasideleri yalnız müridleri arasında değil, geniş halk yığınları arasında da beğenilmiş,
ezberlenmiştir. Kimi zaman Arapça ve Farsçanın ağırlığı görülmekle beraber Türkiye
Türkçesine yakın bir hayli yakın sade bir halk dili kullanılmıştır. Türkçe şiirlerinde ilahi aşk
çok orijinal bir şekilde anlatılmıştır.
Yaşadığı devirle alakadar olarak Nigarî'nin şiir dilinde, bazı arkaik ve galiz ifadelere tesadüf
edilmektedir. Fakat bu umumi manaya bir halel getirmemekte, anlamayı zorlaştırmamaktadır.
Şiirlerinde özellikle kendisi gibi bir tarikat şeyhi olan Necati'nin Fuzulî ve Hafız'in tesirleri
açıkça görülse de taklitçi bir şair değildir. Bir çok şiirinin musiki göz önüne alınarak yapıldığı
hissedilmektedir
Azerbeycan'da bulunduğu sıralarda birçok şair yetişmiştir. Ağa Rehim, Ağa dilbazi. Şah
Nigar Hanım Rencür, Hacı Mecid Efendi, Kadı Mahmud Efendi vs. oğlu Siracüddin Efendi
ve bazı torunları da Amasya'da yetişmiş şairler arasındadır.
281
Nigar-name
Mefülü Mefa 'ilün Fe'ülün
Bismillahirrahmanirrahim Ey sakî-i mihr zevkim artur Hamdane kelama şevkim artur
Hcand ile ola müdam vanm Şükr ile ola müdam karım
Kıl kam-ı cenanımı icdbet T& kalmıya gayr-ı kare hacet
Bu 'arz-ı niyazımı işitdi Sakt-i Kerem keremler itdi
Bir nice sürahi sundı ol dem Nuş eyledim anı şad u hurrem
Ol lahza açıldı nutk-ı şadan Hamdane kelamı didim ol an
Mürşîd-i tarîk-i ihtidaya Ba'is-i vüsül-i dil-rübaya
Anın iledir vüsül-ı Mevla Na-meydir anın küll-i tevella
Ey hame yine tekellüm eyle Bir hüb gazel gel imdi söyle
ZirS bu makam makdm-ı güldür Şeydalan mest-i mey ü müldür
Lazımdı ki bir gazel şirîn-ter Nazm eyle velî ki nazenin-ter
Evsaf-ı güle virek revacı Bülbülden alak haraç ü bacı
Ol hame-i 'aşık şinn-kar Nazm eyledi bir gazel-i şekvar
Nazm itdigi imdi bu gazeldir Amma ne gazel güzel güzeldir^33
333 Not: Mir Hamza Nigari hakkındaki bu bilgiler, M. Mete Taşlıova'nın, Prof. Dr. Güzel, A.,
'in tez danışmanlığı eşliğinde hazırlanan "Mir Hamza Nigari'nin Nigar'name Mesnevisi"ad\ı
yüksek lisans Te-zinden alınmıştır.
282
8. AŞIK ŞEM'Î
Aşık Şem'î 1783 tarihinde Konya'da doğmuştur. Gerçek adı Ahmet'tir fakat belli bir tahsil
görmemesine karşın zekası ve birçok örnek davranışlarıyla kendisine "Şem'î' mahlası
verilmiştir.
Kısa zamanda şöhretli bir aşık olan Şem'î; uzun bir süre Konya'da baş havala (su dağıtım
işlerinden sorumlu) olduktan sonra çarşı ağalığı görevine getirilmiştir. Şürierinde çoğunlukla
Aşık Ömer'in etkisinde kalmıştır. Divanı, o öldükten uzun bir süre sonra basılmıştır, bu
yüzden divanında bazı değişiklikler ve hatalar görülmesi mümkündür. Ünü padişahlara kadar
ulaşan Aşık Şem'î; H. 1255/ M. 1839 yılında hayata gözlerim yummuştur.334
Razıyım her ne iderse bana serv-i semenim Tig-ı cevrile sadpare kılursa bedenim
Beni öldürmeye ar eyler imiş sîm-i tenim Yarayım yalvarayım boynuma takip kefenim
Tek beni zülf-i dilavizine berdar eyle Cokeyim padişahım kendi elimle resenim
Göremez girsem eğer mür-ı zaifin gözüne Ey Süleyman-ı zaman böyle hayal oldu tenim
Çözümün yaşı gibi çıktı gözümden dünya Yardan gayrı görünmez gözüme kimse benim
Hülle-i Cennet otursa çekeyim çak ideyim Dem-i vaslında bana hail olur pirehenim
Şem'î'yem küşe-i meyhaneyi virmem Feleğe Gülşen-i Bağ-ı irem 'den bana yeğdir vatanım
***
îydiniz olsun mübarek dilbera bayramlasın Aşık-ı sadıklarınız biz evvela bayramlasın
Küs olanlar barışır bayram günüdür lacerem Beyninizden defolsundur macera bayramlasın
Büsbütün gökte melekler birbirine müjdeler Kulların affetti Mevla merhaba bayramlasın
Fitresi her dilberin aşıklara bir busedir Virmese savmı kalur beynessema bayramlasın
Yine bu miskine vir gitmez yabanafitrayı Çok dua kılsun size Şem't'ya bayramlasın336 Aşık
Şem'î
283
9. BAYBURTLU ZÎHNÎ
Asıl adı Mehmed Emin olup 1797'de Bayburt'ta doğmuş, 1859'da Maçka civannda Olasa
(Bahçeyaka) köyünde vefat etmiştir. Babasının adı Osman'dır. Şiirlerinin incelenmesinden,
onun iyi bir tahsil gördüğü anlaşılmaktadır. 1816'da başlayan ve sık sık istifa ve sürgünlerle
geçen memuriyet hayatı hemen hemen ölümüne kadar sürer. İnatçı mizacı, isyankar ruhu,
mısralarında yer aldıkça huzuru kaçacaktır. O, bütün bunları Sergüzeştname adlı eserinde
manzum olarak hikaye edecektir.
Divanım 1839'da saraya takdim eder. Bunun geliştirilmiş bir şekli olduğu düşünülen Divan-
ı Zihnî, ölümünden sonra oğlu Ahmed Revayî tarafın-dan yayımlanır. Hece vezni ile yazdığı
şiirleri ve asıl şöhretim sağlayan destanları Sergüzeştname' sinin sonunda yer almaktadır.
Onun üçüncü eseri, Kitab-ı Hikaye-i Galibe adım taşıyan, manzum parçalarla da süslenen ve
harmana geçişte bir basamak teşkil eden eseridir.
Bazı şiirleri bestelenmiş olup musiki meclislerinde hala okunmaktadır.
Hakkında, Bahçe-i Safa-Endüz, Osmanlı Müellifleri, Hatımetü'l-Eş'ar, Son Asır Türk
Şairleri gibi eserlerde bilgi bulunmaktadır.
Koşma
Vardım ki yurdundan ayag göçürmüş Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı Camlar şikest olmuş
meyler dökülmüş Sakiler meclisten kesmiş ayağı
Hangi dağda bulsam ben o maralı Hangi yerde görsem çeşmi gazali Avcılardan kaçmış ceylan
misali Gitmiş dağdan daga yoktur durağı
Laleyi sümbülü gülü har almış Zevk u şevk ehlini ah ü zar almış Süleyman tahtım sanki mar
almış Gama tebdil olmuş ülfetin çağı
Zihnî dehr elinden her zaman ağlar Vardım ki bağ ağlar bağıban ağlar Sümbüller perişan
güller kan ağlar Şeyda bülbülü terk edeli bu bağı
Eşek Destanı
Kırık Bayrakdar'ın eşekfıkrası Gayet firkatlidir dinleyin anı Kan 'da doğmuş Kitrevan 'da
gebermiş Leng-i Timur vaktinden kalma külhani
284
Üzerinden üç bin kolan geçirmiş Üç bin kuskun üç bin palan geçirmiş Bin yük odun bin yük
saman geçirmiş Seksen bin de Erzincan'ın soğanı
Çok rakı taşımış meyhanelerden Çok süprüntü çekmiş kaşanelerden Çok kasnak yüklenmiş
cinganelerden Yarım rub' arpa ile boylamış Van'ı
Çorak 'tan Bayrakdar arpa yüklemiş Kellesine çarpa çarpa yüklemiş Galiba külhanı sarpa
yüklemiş Üzdüler gönünü çıkmazdan canı
Gelbulas önünde eğmiş semeri Yükü semerinden bir karış geri Galiba çok imiş eşeğin zoru
Gözünde olmasa arpadan yanı
Düşmüş küreginden kolu yüzülmüş Yükü ağınmış beli yüzülmüş Kırık Bayrakdar'ın eli
yüzülmüş Şehre düşmüş arar eşek lokmanı
Şimdi kurd lingine bindi Bayrakdar Eşekten düşmüşe döndü Bayrakdar Ta bir baş şehre indi
Bayrakdar Sorar dükkan dükkan eşek dermanı
Neresi kırılmış deyü sordular Kimi nala kimi mika vurdular Sonra keçel sakız haber verdiler
Yaptınp kop etti göz bu seyranı
Harladı görünce Kırık Bayrakdar Yaklaştı yanma gördü canı var Dendi noldu ey merkeb-i
kafadar Yer misin getirsem arpa samanı
Dedi ki zahirde ben senden eşek Ve-lakin ma 'nada sen benden eşek Dişlerin sırtarmış ey
benden eşek Kulak yok kuyruk yok sıpkaç palanı
Neylesin ki üryan olmuş biçare Sefil baykuş teği sarılmış yare Dört ayak bir kuyruk kalmış ne
çare Çekmişler nalların çıkmış çevanı
285
Nallarım çektiler gözüm bakardı Kuyruğum kestiler yaşım akardı Gelbulaslı Yaküb gönüm
çıkardı Köylüler pay etti geri kalanı
Ben de bilse idim durmaz getirdim
Eşeğin halinden ben de bitirdim
Derişim soyar yağım alırdım
Nice bir cokeyim ben bu yavanı Bayrakdar eşeğin noldu dediler Kodalı'ya kadı oldu dediler
Eşek mesnedim buldu dediler Sen ara bul derişim soyanı
Sağ eşek boğazlanmaz ey kanlı zalim
Gayet perişan oldu bu benim halim
Bu sene gün attı benim ikbalim
Kırk yüz saman bana etti ziyanı Fetvaya danıştım buldu yerim Dedi ki alırsın üçün birini
Şahidin birisi şeyhin torunu Birisi de Vancna'nın çobanı
Semgütlü Gafur'a gider hırlarım
Kapısında eşek gibi zırlarım
Hakim efendiye varır zorlarım
Yıkarım basma halk-ı cihanı Hırladı zirladı kaldı Bayrakdar Bırakdı Bayburd'a geldi
Bayrakdar imamın yuduğun aldı Bayrakdar Zihnîde bitirdi bu desitanı33?
Bayburtlu Zihni
10. DADALOĞLU
Dadaloğlu, Toroslarda yaşayan Türkmenlerin Avşar boyundandır. Göçebe yaşantısından
dolayı belli bir şehre, köye bağlanamadığından pek çok kasaba, köy hatta aşiret tarafından
benimsenmiştir.
Tarihî bir vesikadan, babasının da Dadaloğlu diye anılan Aşık Musa adlı bir şair olduğu ve
zamanın olaylanna dair şiirler yazdığı öğrenilmektedir.338
Asıl büyük Türkmen halk şairi Dadaloğlu'nün adı Velî'dir. Kozan, Erzin, Payas civarında bir
yerde doğmuştur. Şiirierinde anılan hadiselerden yola çıkarak 1785-1865 yıllan arasında
yaşadığı tahmin ediliyor. Daha çok
286
Gavurdağlan'nda yaşamış fakat hem göçebe hem de aşık olduğu için bütün Çukurova'yı,
Toroslan ve Orta Anadolu'yu dolaşmıştır.
Dadaloğlu, Derviş Paşa kumandasındaki "Fırka-i islahiye"339 ordusunun zorla iskan
politikasına karşı sazıyla savaş vermiştir. "Hakkımızda devlet etmiş fermanı- Ferman
padişahın dağlar bizimdir." mısralarında olduğu gibi şiirlerinin çoğunda bu isyanın ifadesi
bulunur. Bu bağlamda Dadaloğlu'nun koşma, türkü, varsağı. Semaî ve destanları, kudretli bir
sanat ifadesi taşırken aynı zamanda mensup olduğu zümrenin, dönemin tarihî ve sosyal
hadiseleri-ne bakışım yansıtması açısından da önem taşımaktadır.
XVII. yüzyıl saz şairlerinden Dadaloğlu güneydeki Avşar Türkmenle-rindendir. îklime,
obasına, dağlara, yaşadığı yayla hayatına adeta aşık olan Dadaloğlu bölgenin güzelliklerim
obasını övdüğü şiirleriyle tanınmıştır.
Pek çok şiirinde yayla hayatım ve Avşar güzellerim canlı tablolar halin-de tasvir etmektedir.
Dadaloğlu Karacoğlan veya Aşık Garip gibi dışa açık gezginci bir şair değildir. O, tipik bir
aşiret aşığıdır. Nitekim birçok şiirinde aşiretine duyduğu hayranlığı dile getirmiştir. Yer yer
yiğitçe söyleyişleri onun biraz da Köroğlu'na benzeyen bir kişiliğe sahip olduğunu
göstermektedir.
Semaî
Bizim yaylamış meşeli Dibinde güller döşeli Altı top top menevşeli Kızlar gelir yaylamıza
Bizim yaylamız ati'olur Sütü kaymağı tati'olur Kız gelinden kuti 'olur Kızlar gelir yaylamıza
Bizim yaylamız kayalı Pınarları süt mayalı Kilerinde kar dayalı Kızlar gelir yaylamıza
Bizim yaylamız oluklu Akar suları balıklı Dadaloğlu 'm çift belikli Kızlar gelir yaylamıza
Toroslardaki Türkmen boyları zaman zaman kendi aralarmda çatışmakta zaman zaman
kümeleşerek dönemin yönetimine başkaldırmaktadırlar. Fırka-i islahiye, göçer yaşayan Türk
boylarım yerleşik bir düzene sokmak, toprağa bağlamak böylece başkaldırı tehlikelerim
ortadan kaldırmak için 1865 yılın-da Cevdet ve Derviş Paşaların yönetiminde kurulmuştur.
287
Koşma
Kalktı göç eyledi avşar illeri Ağır ağır giden iller bizimdir Arap atlar yakın eyler ırağı Yüce
dağdan aşan yollar bizimdir
Belimizde kılıcımız kinnani Taşı deler mızrağımın temreni Hakkkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın dağlar bizimdir
Dadaloğlu yarın kavga kurulur Öter tüfek davulbazlar vurulur Nice koç yiğitler yere serilir
Ölen ölür kalan sağlar bizimdir
Koşma
Şu yalan dünyaya geldim geleli Severim kır atı bir de güzeli Deyip on beşime kendim bileli
Severim kır atı bir de güzeli
Atın beli kısa boynu uzunu Kuru suratlısı elma gözünü Kızın iplik iplik süt beyazım Severim
kır atı bir de güzeli
Atın höyük sağrı kalkan döşlüsü Kalem kulaklısı çekiç başlısı Güzelin dal boylu samur saçlısı
Severim kır atı bir de güzeli
At koşu tutmasın çıktığı zaman Yalı kaval gibi yıktığı zaman At dört kız on beşe yettiği
zaman Severim kır atı bir de güzeli
Dadaloğlum hile yoktur isimde Yiğit olan yiğit görür düşünde At dördünde güzel on beş
yaşında Severim kır atı bir de güzeli
288
Koşma
Bereket var toprağında taşında Kırık kınk eser yelin binboga Seyfilerin döner yanı basında
Fariz avcı ister yerin Binboga
Binboğayı dersen ünlüdür ünlü Güz ak saya giyer yaz emir donlu Sağ yanın Saracık sol yanın
Reyhanlı İlin Afşar değil Cerit Binboga
Dadaloğlum der ki sen seni tanı Adam arap ata vermezdi yanı Sana derim sana dağlar sultanı
Yaman methin verdi Velî Binboga Sana eş olur mu Beril Binboga
11. DERTLİ
Asıl adı ibrahim'dir. 1772'de Bolu ile Gerede arasındaki Yeniçağa ilçe-sinin Satmalar
köyünde doğmuştur. Çocukluğunu çobanlıkla geçiren ibrahim, babasımn ölümü üzerine
topraklarım bir ağaya kaptırmış bunun üzerine memleketim terk ederek gurbete çıkmıştır. Üç
yıl istanbul'da ve Konya'da, on yıl Mısır'da kaldıktan sonra tekrar memleketine dönerek
burada evlenmiştir. Daha sonra tekrar memleketmden çıkmış. Orta Anadolu'da dolaşmış,
îstanbul'a giderek kısa süreli birkaç memurluk yapmış, en son Ankara'ya gitmiş ve 1845'te
burada ölmüştür.
Dertli'nin ilk mahlası Lütfî'dir. Genellikle kullandığı Dertli mahlasının yaşamının
güçlüklerinden geldiği söylenir. Bir başka rivayete göre, bir aşk yüzünden kendisini usturayla
öldürmeye kalkıştığı için Dertli adım aldığı yolundadır.341
Dertli hem aruz hem hece ölçülerim kullanmıştır. Divanı olmakla birlikte asıl şöhreti
heceyle yazdığı şiirlerle yakalamıştır. Eserleri 1928 yılında Ahmet Talat Onay tarafından
derlenerek basılmıştır.
Taşlama
Telli sazdır bunun adı Ne ayet dinler ne kadı Bunu çalan anlar kendi Şeytan bunun neresinde
289
V'enedikten gelir teli Ardıç ağacından kolu Be Allah 'm sersem kulu Şeytan bunun neresinde
Abdest alsan aldın demez Namaz kusan kıldın demez Kadı gibi haram yemez Şeytan bunun
neresinde
içinde mi dışında mı Vurgusunun basında mı Göğsünün nahşinda mı Şeytan bunun neresinde
Dut ağacından teknesi Kirişten bağlı perdesi Be hey insanın teresi Şeytan bunun neresinde
Dertli gibi sanksızdır Ayağı da çarıksızdır Boynuzu yok kuyruksuzdur Şeytan bunun
neresinde
Girdab-ı mihnette kapandım kaldım Vermedin bîr yandan ses kara bahtım Anladın gafilim
uykuya daldım Deli poyraz gibi es kara bahtım
Alemde bir candan korkulmaz iken Pençemden kimseler kurtulmaz iken Arslana kaplana
yırtılmaz iken Dedirdin tilkiye pes kara bahtım
Dertliye çıkar mı bu işin ucu Şimdi fark eden altunu tuncu Evvel beğenmeyim mesi pabucu
Verdirdin çarığa mes kara bahtım
Bana Olan Cefa Senden Değildir
Bana olan cefa senden değildir Benim kendi bahtım kara sevdiğim Sana meyil vermek benden
değildir Gönül düştü nedir çare sevdiğim
290
Bir gonca almışım cemal bağından Bülbül-veş yad oldum gül budağından Müjgan oklanndan
hasret dağından Ciğerciyim pare pare sevdiğim
Sen gibi canana kurban otursam Terk-i vücut terk-i cihan otursam Bir gün de çeşmimden
nihan dursam Garip Dertli diye ara sevdiğim
12. ERZURUMLU EMRAH
Yaygın bir üne ve kendi adıyla anılan bir aşık kolunun kurucusu olması-na rağmen Emrah'ın
sadece Erzurum'un Ihça ilcesine bağlı Tanbura köyünde doğduğunu ve Tokat'in Niksar
ilçesinde öldüğünü bilebiliyoruz.. Araştırmacılar doğum ve ölüm tarihleri için çok farklı
tarihler ileri sürmektedir: 1777-1784,1814-1819 arası; 1854,1864,1876.
Şiirlerine bakarak onun medrese eğitimi gördüğünü söyleyebiliriz. Anadolu'nun pek çok
ilini dolaşmış, birkaç defa evlenmiştir. Bu dolaşmaları ona Tokatlı Nuri ve Tokatlı Gedaî gibi
ünlü iki çırağı kazandırmıştır. Her iki çırağı da pek çok çırak yetiştirmiş ve bölgeyi adeta bir
"Emrah eko-lü "sevgisiyle kaplamışlardır.
Aruz vezni ile olan şiirleri, hemşehrisi Mehmet Abdülaliz Erzurumî ta-rafından Dîvan-ı
Emrah (1916) adıyla yayımlanmıştır. Şiirleri, çeşitli mecmua ve cönklerde yer almaktadır.
Emrah'ın adaşı Ercişli Emrah ile kanştınîması, son yıllarda yapılan çalışmalarla büyük
ölçüde giderilmiş ve daha genç olanı da gereksiz töhmetlerden kurtarılmıştır.
Aruz ile yazdığı şiirleri klasik şiirin kokusunu taşımakta, hece ile yazdıkları ise, bu kokudan
pek de kurtulmuşa benzememektedir.
Erzurumlu Emrah, medrese tahsili gördüğü için, hem dinî- tasavvufî temleri işler, hem de
"Aşıklık geleneğin!^ çift yönlü olarak devam ettirir. Halbuki Erişli Emrah yalnızca "Aşıklık
geleneğim" devam ettirir.
Şaimamelerde verilen bilgiler onun herhangi bir özelliğini ortaya koyacak vasıfta değildir.
Bana Senden Gayrı Dildar Gerekmez
Bana senden gayrı dildar gerekmez Bir hane bir halvet bir de sen gerek Bezm-i muhabbette
ağyar gerekmez Bir saki bir şerbet bir de sen gerek
291
Kaşların çatılmış sitemli didar, Melek-zade misin ey peri ruhsar, Bu kadar letafet çünkü sende
var Beyaz gerdanında bir de ben gerek
Emraht fedadır uğruna canlar. Bu yelda can verdi gedalar hanlar, Yar yarma kavuşacak
zamanlar, Zamane bin hoşça gönül şen gerek
Dedim Dilber Sen de Sevdakflr Mısın
Dedim dilber sen de sevdakar mısın Dedi senden evvel nare ben yandım Dedim doğru söyle
bana yar mısın Dedi sadık yarim gönülden andım Dedim gel ağyarı feramuş eyle Dedi terk
eyledim gönlüm hoş eyle Dedim cam-ı aşkı sen de nüş eyle Dedi çoktan anı nüş edip kandım
Dedim gerdanına benler dizilmiş Dedi görenlerin kalbi üzülmüş Dedim mahmur musun gözler
süzülmüş Dedi hab-ı nazdan şimdi uyandım
Dedim Emrah gibi var mı aşığın Dedi elbet benim senin layığın Dedim halinde bil bagn
yanığın Dedi bilmez idim anca inandım342
Erzurumlu Emrah
13. EVEREKLt SEYRANÎ
Kayseri'nin Develi (Everek) ilçesinde 1807 yılında doğmuştur. Asıl adı Mehmet'tir.
Medresede birkaç yıl okuduktan sonra, yedi yıl süreyle kaldığı îstanbul'a gitmiştir. Fakat
taşlamaları yüzünden burada fazla duramamıştır. Hakkında kovuşturma açılınca, bir dostunun
yardımıyla kaçıp Develi'ye dönmüştür.
Bir müddet Orta Anadolu'da da gezdiği anlaşılan Seyranî her zaman a-şık toplantılannın
aranan, kuvvetli simalanndan birisi olmuştur. Hayatinin sonuna doğru tutulduğu sinir hastalığı
sebebiyle "Deli" diye anılmaya başlanmıştır. 1866 yılında Develi'de ölmüştür.
292
Seyranî, şiirlerinde yergici, taşlamacı yanım çekinmeden kullanmıştır. Yaşadığı dönemde
ülkede görülen değişiklikleri ve yenilikleri yakından izlemiş ve bunları şiirlerine yansıtarak
kendinden önceki aşıkların işlediği konu sınırlarım genişletmiştir. Eserleri Haşim Nezihi
Okay tarafından derlenip yayınlanmıştır
Ayrıca H. Avni Yüksel tarafından da yanmuzda (A.Güzel) " Deveuli Aşık Seyrani ve
Şiirleri" adlı bir Yükseklisans tezi yapılmışür. Seyrani, dini-tasavvufi konularda da pek çok
şiirler söylemiştir. Özellikle o bu şiirlerinde gerçek müslümam ve devlet adamım korurken,
sahte ve rüşvetçi kişilere gereken mesajı da göndermekten geri kalmamıştır.343
Hak Yolunda Gidenlerin
Hak yolunda gidenlerin Asa olsam ellerine Er pir vasfin edenlerin Kurban olsam dillerine
Torunuyuz bir dedenin Tohumuyuz bir bedenin Münkir ile cenk edenin Silah olsam ellerine
Bir üstada olsam çırak Bir oturdu yakın ırak Kemiğim! yapsam tarak Yar saçının tellerine
Vücudumu kavursalar Yönüm yare çevirseler Harman edip savursalar Muhabbetin yellerine
Vakit kalmadı durmağın Kaldır Seyranî parmağın Deryaya akan ırmağın Katre olsam sellerine
Eyvah Fukaranın Beli Büküldü
Eyvah fukaranın beli büküldü Medet ticaretin gücüne kaldı Eyiler alemden göçtü çekildi
Bizler zamanenin piçine kaldık
293
Rüşvet île yazar hakim hücceti Hüccet ile alır kadı rüşveti Halk bilmiyor dini şer'i sünneti
Bozuldu sikkenin tuncuna kaldık
Sene bin iki yüz altmış beş tamam Okunur ezanlar boş bekler imam Seyranı bu nutkun sonu
vesselam înanm dünyanın ucuna kaldık
Destan
Asırda acaip işler çoğaldı Bitmem bu işleri kimler ediyor Dünyayı hep rezil köpekler aldı
Gelen ümeraya karşı gidiyor
Biraz bahsedeyim ehl-i zamandan Yansılar aşağı düştü yamandan Aralık itleri olmuş
kumandan Uyuz it kurtlara kumand ediyor
Buğday unu beğenmiyor enikler İplikten aşağı düştü ipekler Hep sedire geçti itler köpekler
Hanedan ayakta hizmet ediyor
Koltuk kılı/ark olmuyor sakaldan Tüccarlar aşağı indi bakkaldan Arslanlara çoban düşmüş
çakaldan Şimdi arslanlan çakal güdüyor
Mekteple medrese ortadan kalktı Meyhana kerhana meydana çıktı Ar namus denen şey
ortadan kalktı Şimdi kişi bildiğine gidiyor
Sarhoşlar çoğaldı kalmadı ayık Bu asır böylece hallere layık Müzevirin adı muhbir-i sadık
Şimdi kişi bildiğine gidiyor
Şahinler yurdunu tuttu yarasa Baklava yerine geçti pırasa Şimdi rağbet deyyus ile terese
Zamane bunlara rağbet ediyor
294
Bey kürkünü beğenmiyor köçekler Babasına akl 'öğretir çocuklar Yumurtadan burnu çıkan
cücükler Horoz oldum diye çık çık ediyor
Küçükler büyüğe çorap geydirir Tatlıyı insana acı yedirir Şey ram zamane böyle dedirir Şimdi
kişi bildiğine gidiyor
14. KONYALI AŞIK MEHMET YAKICI
XX. yüzyıl aşıldık geleneğinin önemli temsilcilerinden bin de Konyalı Aşık Mehmet
Yakıcı'dır. Kendisi, 1879 yılında Konya'nın Sarnıç mahalle-sinde doğmuştur.
Mehmet'in babası, Konya merkez Göçü koyunun kuruculanndan Bekir Ağa, annesi
Münevver Hanımdır. Bekir Ağayla Münevver Hanımdan üçü kız, ikisi erkek olmak üzere beş
çocukları dünyaya gelmiş, ancak Mehmet dışındaki bütün çocuktan ölmüştür.
Mehmet, ilk öğrenimine Sarnıç mahallesindeki Sadırlar Mesud Efendi mektebinde başlamış.
Kur'an okumayı burada öğrenmiş, daha sonra medre-seye devam etmiş, fakat bu eğitimi fazla
uzun sürmemiş, bir yıl sonra medreseden ayrılmıştır.
Mehmet, 1895 yılında Postalcı Latif Ustanın kızı Şerif e Hanımla evlenir. Bu evlilikten on
çocuğu olur. Dört çocuğu küçük yaşta ölür. Kızlannın adı; Münevver, Hasibe, Hatice ve
Emine'dir. Oğulları ise Kasım ve Abdullatiftir.
Babasının 1897 yılındaki ölümü Uzerine Mehmet, Göçü köyündeki işlerin basma geçer.
Bundan sonraki hayatında yazları köyünde çiftçilik yapar, kışları ise şehirde yaşar. Çiftçilik
ve hayvancılığın yanında Mehmet'in baba mesleği olan "taşımacılık" işini de bir müddet
sürdürdüğü, 50 deve çekerli kervanla Konya'dan Dinar tstasyonu'na yük götürdüğü, bu
durumun trenin Konya'ya gelişine kadar devam ettiği bilinmektedir.
Mehmet'in "aşk badesî'm. içişi, kendi ifadesine göre, 25 yaşındadır. Bu olayı kendisi şöyle
anlatmaktadır:
"Bir gün manam'da yatır iken bir aksakallı pir gelerek çağırdı. Çözümü açtığım zaman pirin
elinde iki kadehi bir tepsi üzerinde tuttuğunu gördüm. Yanında bir adam daha vardı ki o
adamın boğazında da bir saz takılı duruyordu. Pir;
"kadehin birim iç!" diyerek bana verdi. Ben de kadehi alıp içtim. Sonra yanımdaki adama:
295
"Boğazındakini ver de bir çalayım!" dedim. O adam sazı vermek için bana doğru dönünce
sazı kapıp yere çaldım. Adam bana danidı ve;
"Eğer bu sazı kırmasaydm sana bir kadeh daha verecektim, ama şimdi yarım kaldın !" dedi.
Ben de onun gönlünü almak için şu beyti söyledim:
"Şairin şi'rini bilmeyen aşık Ne bilsin aşkın kadir kıymetim"
O da bana bir kelam söyledi. Lakin onun söylediği kelamı belleyeme-dim. Sonra ben ona
karşı bir kelam daha söyledim:
"Eğer beni sever isen sen de bir can ile imtihan olmak istersen bir iki divan ile."
Bu kelamı söyleyince çıktı, gitti. Ben herifin gönlünü neden kırdım diyerek kendi kendime
çok merak ettim. Sabahleyin uyandım kalkıp camiye gittim. Camiden çıkınca rüyamı hoca
efendiye anlattım. O da bana;
"Sen aşık-şair olacaksın/", dedi. Ben de ara sıra kendi kendime söylenmeye başladım. Lakin
kimse bilmezdi. Bazen çift sürer iken tenhalarda söyler idim. Duyanlar taaccüp ederlermiş."
Aşık Mehmet şairliğe başlarken bir usta yanında yetişmediğim sadece gönlüne doğan
kelamı işlediğim de her zaman ifade etmiştir.
1914 yılında seferberlik ilan edilince askere aluur ve amele taburuna yazılır. Konya-Mersin
yolunun yapım işi ile uğraşan birlikte çalışmaya başlar. Yolun Karaslan mevkiinde çalışırken
söylediği şiirler neticesinde onun aşıldığı ortaya çıkar.
Askerliği bittikten sonra köyüne döner ve 1916 yılında muhtar olur. Ancak bu görevi
istemez. Ama bir süre muhtarlığa devam eder.
1927 yılında başlayıp, 1928'de şiddetlenen kuraklık üzerine Aşık Mehmet köyünden
aynlarak Konya'ya döner. 1928'de dönemin Konya valisi îzzet Paşanın emriyle Konya Maarif
Müdürlüğünde işe başlar. 1930'da dönemin Serbest Cumhuriyet Fırkası lideri Fethi Okyar'a
hitaben yazdığı bir şikayetname sebebiyle Maarif Müdürlüğündeki görevine son verilir.
Aşık Mehmet344 1950 yılı, 25 Ocak Çarşamba gününü 26 Ocak Perşembe gününe bağlayan
gece vefat etmiştir. Ölümü başta Konya olmak üzere bütün gazetelerde manşetten verilmiş,
radyo haberlerinde yer almıştır.
Aşık Mehmet için, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde, Aşık Mehmet'in oğlu
Kasım'in torunu Yard. Doç. Dr. Ali Yakıcı tarafından
w Açıt Mehmet hakkında daha fazla bilgi için hakiniz: Yakıcı, Ali, "Ö/ümunUn Ellinci Yılı
Münasebetiyle Konyalı Aşıt Mehmet Yakıci'nın Hayatı.Edebi Kişiliği ve flirleriadea örnekler.
Milli Folklor Derg., C,6, Sayı: 46, Ankara, 2000, s. 79; Sakaoglu, Saim, "Konyalı Aşık
Mehmet Yakıcı .1., Milli Folklor Derg., Sayı:5, Ankara 1990, s.6-7.
296
"Konyalı Aşık Mehmet'in Hayatı ve Eserleri Üzerine Bir inceleme, Ankara 1992" adlı bir
"doktora tezi" tarafımızdan (A. Güzel) yaptırılmıştır.
Şimdi onun şiirlerinden birkaç örnek vermeye çalışalım:
KOŞMA
Gonca gülsün has bahçede bitersin, Bülbül gibi gül dahnda ötersin, Garip bülbül beni mahzun
edersin, Bulunmaz emsalin eşin helalim.
Karanfilsin bahar gelir açarsın, Her tarafa güzel koku saçarsın, Bülbül gibi gül dalma uçarsın,
Ağrımasın senin başın helalim.
Koparamam böyle bahçe gülünü, Bin kıza değişmem saçın telini, Meth edeyim bülbül gibi
dilini, Hilal gibi senin kaşın helalim.
Aşık Mehmet ne yapar, bu senin methin Ne kadar meth etsem değer kıymetin, Çok beğendim
senin sözün sohbetin, İnci gibi senin dişin helalim.
SEMAÎ
Enginlere inen gönül, Bir yükseğe çıkar mısın? Yar aşkına ölen gönül, Gözün açıp bakar
mısın?
Bu aşk derdi büyük bela, Kendi beyaz gözü ela, Hayali gitmiyor hala, Karşıma bir çıkar
mısın?
Gönülde sevgili durur, Ciğerime hançer vurur, Beni görse yüzün durur, Böyle canım sıkar
mısın?
Aşk sedası bende çoktur, Aradım dermanı yoktur, Güzeller derdime doktur, Bu derde bir
bakar mısın?
297
Sen bir Mevla'nın kulusun, Hangi bahçenin gülüsün, Hep güllerin bülbülüsün, Dallannda öter
misin?
Aşkın dolusunu içti, Aşk sevdası baştan aştı, Bir kötüye yolun düştü. Bir nasihat eder misin?
Aman güzel canın güzel, Ben seni severim ezel, Yazarım ben sana gazel, Benim ile gider
misin?
Geçirdim bu yıl da yazı, Hakka ettim ben niyazı, Gel güzelim etme nazı, Bana cefa eder
misin?
İstanbul şivesi dilin, Yanakta açılmış gülün, Senin gibi bir bülbülün, Kafes olsam girer misin?
Aşık Mehmet çek cefayı Dünyada bulmam vefayı Ahirette sur sefayı, Bir gün canın verir
misin?
15. AŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU
Aşık Veysel 1894'te Sivas'a bağlı Şarkışla ilçesinin Sivrialan Köyünde doğmuş, 21 Mart
1971'de aynı köyde vefat etmiştir. Babasının adı Ahmet, annesinin adı Gülizardır. Yedi
yaşında gözlerim çiçek hastalığı ve bir kaza neticesinde kaybeder. Babasının yanma gelen
aşıklannın uyandırdığı ilgi ve sevgi neticesinde saz çalmaya başlar. 1919'da evlenir; iki yıl
sonra anne ve babasını kaybetmesi hayatinin akışı için önemli bin nokta olur.
1933'te Ahmet Kudsi Tecer'le tanışması. Köy Enstitülerinde saz hocalığı yapması, onun
karanlık dünyasmı aydınlatan güzel gelişmelerdir.
Şiirlerim sade bir dille söylemiştir. Pek çok şiiri bestelenmiş, radyolarda okunmuş, plak ve
kaset olarak geniş kitlelere ulaştırılmıştır. Bunların çoğunda, köyüne ve insamna karşı
duyduğu sevgi ve özlem dile getirilmiştir.
Kültün Bakanlığı 1993 yılında ilk kez Aşık Veysel ve Ozanlar Haftası adıyla
gelenekselleştirdiği anma toplantılarım kültürel bir ortama dönüştürmüş; 1993 yılından
bugüne aralıksız bakanlık Aşık Veysel'i sahiplenmiştir.
298
2000 yihnda Kültür Bakanlığı, Aşık Veysel'in fotoğraflanndan oluşan bir albüm
hazırlamıştır.
Veysel'in gençlik yılları Osmanlı împaratorluğunun bitim, yeni bir devletin doğum
sancılannın çekildiği yıllara denk gelmektedir. Bütün köylerden herkes askere giderken
Veysel gözlerinin görmemesi nedeniyle askere gidememiştir.
Veysel saza başlamasın! babasının Ortaköy'deki Mustafa Abdal tekke-sinden bir saz
getirmesine bağlar. Mustafa Abdal tekkesi Osmanlı döneminde diğer Bektaşi tekkeleri gibi
Türkçe eğitim veren, temeli Türk kültürüne dayanan bir eğitim kurumumuzdur.
Veysel'in yakımnda bulunan veya etkilendiği yörenin önemli halk ozanları şunlardır: Aşık
Talibi, Aşık Serdari, Aşık Agahi, Kemleri, Aşık Velî, Aşık Hüseyin, Aşık Ali îzzet Özkan,
Aşık Devrani, Kul Sabri, îzzeti. Ali Özsoy, Hıdır Dede vb.
1965'te TBMM Aşık Veysel'e, "Anadilimize ve Millî Birliğimize" yaptığı hizmeüerinden
dolayı özel bir kanunla vatanî hizmet tertibinden maaş bağlanmıştır.
Senlik Benlik Nedir Bırak
Allah birdir Peygamber hak Rabbül alemdir mutlak Senlik benlik nedir bırak Söyleyim geldi
sırası
Kürt'ü Türk'ü ne Çerkeş'i Hep Adem'in oğlu kızı Beraberce şehit gazi Yanlış var mı ve neresi
Kur'an'a bak incil'e bak Dört kitabın dördü de Hak Hakir görüp ırk ayırmak Hakikatte yüz
karası
Bin bir ismin birinden tut Senlik benlik nedir sil at Tuttuğun yola doğru git Yoldan çıkıp olma
asi
Yezit nedir, ne Kızılbaş Değil miyiz hep bir kardaş Bizi yakar bizim ataş Söndürmektir tek
çaresi
Kişi ne çeker dilinden Hem belinden hem elinden Hayır ve şer emelinden Hakikat bunun
burası
299
Bu alemi yaratan bir O'dür külli Şey'e kadir Alevi Sünnîlik nedir? Menfaattir varvarası
Cümle canlı hep topraktan Var olmuştur emir Hak 'tan Rahmet dite sen Allah 'tan Böldürür
rahmet deryası
Veysel sapma sağa sola Sen Allah'tan birlik dile İkilikten gelir bela Dava insanın davası
Aşık Veysel...
Saklarım Gözümde Güzelliğim
Saklarım görümde güzelliğim Her neye bakarsam sen varsın orda Kalbimde giderim
muhabbetim Koymam yabancıyı sen varsın orda
Aşkımın temeli sen bir alemsin Sevgi muhabbetsin dilde kelemisin Merhabasın dosttan gelen
selamsın Duyarak alırım sen varsın orda
Çeşitli çiçekler yeşil yapraklar Renkler içinde nakşım saklar Karanlık geceler aydın şafaklar
Uyanır cümi'alem sen varsın orda
Mevcuttan olan kudreti kuvvet Senden hasıl oldu sen verdin hayat Yoktur senden başka
ilanihayet înanıp kanmışım sen varsın orda
Hu çeken iniler çalınan sazlar Kükremiş dalgalar coşan denizler Güneş doğar perdelenir
yıldızlar Saçar kıvılcımlar sen varsın orda
Veysel'i söyleten sen oldun mutlak Gezer daldan dola yorulur ahmak Sen ağaç misali bir
dalga yaprak Meyva çekirdeksin sen varsın orda
Aşık Veysel
300
16. ŞEREF TAŞLIOVA
1938 yılında Kars'ta doğdu, tik ustası Aşık Kasım'dır. Tasnif ettiği bir çok halk hikayesi ve
binin üzerinde şiiri vardır. Türkiye'de katıldığı çeşitli festival ve yarışmalarda çok sayıda
birinciliği vardır. Aşıklık geleneği içindeki en önemli özelliği, iki yüzün üzerinde aşık
makamı bilmesidir.
Selamın Hoş Gönder
Hasret mektubunu yandığın zaman Sitem etme selamım hoş gönder Yanıyor yüreğim halim
pek yaman ister dolu ister isen boş gönder
Sana aşık olan sevgi duyandır Ya uğruna şirin canı koyandır Mektubunun iki uçunu yandır
Üzerinde birkaç damla yaş gönder
Gece gündüz hayal eder özlerim Kavuşmak çaresiz ağlar sızlarım İlkbaharda yollarım
gözlerim Yaz gelmezsen, sıcak sevgi kış gönder
Şeref bir gül gibi soldu deseler Sıladan uzakta kaldı deseler Gurbet ellerinde öldü deseler
Mezanma iki tane taş gönder
Kızdı Bana
Nazlı yare el salladım Geri döndü kızdı bana Yaklaşınca adım adım Kaş gözünü süzdü bana
Ayrılık zehirden acı Dedi bunun yok ilacı Sevgidir basımın tacı Dudağım büzdü bana
Dedi söz var sırasında Şurasında burasında iki dudak arasında Sanki şeker ezdi bana
Gül rengi sarardı soldu Ağladı, boşaldı doldu Göz yaşı mürekkep oldu Kirpiğiyle yazdı bana
301
Dedim senin özün güzel Konuştukça sözün güzel Hak yaratmış yüzün güzel Dedi hele azdı
bana
Şeref der yoktur kararım Yitirdim kendim ararım İçimde/a gizli sırrım Anlayarak çözdü bana
17. MURAT ÇOBANOĞLU
1940 yılında Kars'ta doğmuştur. Babası Kars'ın usta aşıklanndan Gülis-tan'dır. Aşığın kendi
ifadesi ile, bu işe başlaması şöyle gerçekleşmiştir:
"Göç mevsimi, yaylaya giderken susadım. Yol kenannda bulunan çeş-meye su içmeğe
gittim. Ben ayalanınca göçleriniz dağı astı. Akşamın alaca karanlığında uyuyakaldım. işte o
zaman aşıldık kabiliyeti ve sanatı bana nasip oldu. Sabah yaylada beni bulamayan babam
düşer yollara, beni ara-maya. Beni çeşmenin basında uyurken bulunca aşık olacağımı söyledi.
Saz aldı, sazı tutmasını öğretti. O zamandan bu yana, saz çalmaya, şiir ve türküler söylemeye
başladım. O zamandan beri aşıldık yapıyorum. "34S
Güzel sesi, mızrabındaki yetenek ve aşıklık bilgisi ile günümüz aşıkları arasında önemli bir
yere sahiptir. Ünlü aşıklarla başarılı atışmalar yapan Çobanoglu'nun üç bine yakın şiiri vardır.
Sevdiğim yar bana göndermiş name Rüzgar dokunmamış dal ister benden Bir lezzet olmasın
onun taamda Hiç an görmemiş bal ister benden
Ne bir çiçeğim var ne de bir bağım Ne bir sedirim var ne de konağım Ne biryuvam vardır ne
de otağım Al kuşam içinden şal ister benden
Kaşları kemandır kipriği oktur Feleğe karşılık oyunum yoktur Bir kuzu bulamam koyunum
yoktur Yine de bir sürü mal ister benden
Ben bu gidişilen nereye varam Derman bulabilmem yaramı saram Ne bir çölüm vardır ne de
bir sahram Yine yüce dağdan yol ister benden
»• Halıcı, Feyri, Anıklık Geleneği ve Guaumuz Halk Şairleri, s. 140.
302
Bu fani dünyada çoktur zararım Ne bir kazancım var ne de bir karım Ne bir ağacım var ne de
yaprağım Yasın kışın solmaz gül ister benden
Çobanoğluyum ben iz bulabilmem Kışın çok ararım yaz bulabilmem insanlarda doğru söz
bulabilmem Yalan söylemeyen dil ister benden
Neyine güvenem yalan dünyanın Keremi yandınp kül etmedi mi On bir ay bülbülü ettirdi
feryat Gül için bülbülü lal etmedi mi
Bülbül aşık idi gonca güllere Arzusun söylerdi esen yellere Mecnun Leyla için düştü çöllere
Ferhada dağları yol etmedi mi
Çobanoğlu yaram döndü çıbana Kurduğun bağlarım oldu virane Kardeşi Yusuf u attı zindana
Kaderi Mısır'da kul etmedi mi
18. AŞIK ÎLHAMÎ
Asıl adı Yusuf Ziya Başer olan îlhamî 1960 yılında Sivas'ın Kangal il-çesinde doğdu. 1936
yılında aşıldığa başlayan îlhamî, şiirlerinin bir kısmım değişik yayın organlannda yayımladı.
Ancak bunları bir kitapta toplamadı.
Çiftçilik, ticaretle uğraşan bu arada devlet memurluğu da yapan îlhamî, 1942-1950, 1964-
1968 dönemlerinde Kangal Belediye Başkanlığı görevim yapmıştır.
Sivas'a Methiye
Dinleyin efendim arz edem bunu Şerefle mazisi dolu Sivas 'in Noksanım otursa affeylen beni
Kokar mor menekşe gülü Sivas'ın
Ne kanun kalmıştı ne anayasa Vatan baştan başa girmişti yasa Samsun 'dan bir güneş doğdu
Sivas'a Bahri umman oldu gölü Sivas'ın
303
Atatürk bu ilde kongre yaptı Devletin temelin burada attı Yıktı saltanatı yurt dışı etti Dört
Eylüle sahip eli Sivas'ın
Bir tarafı kardeşlerin eteği Orda vardır erenlerin otağı Gaziler diyarı yiğit yatağı Çeliktir kolu
bükülmez Sivas'ın
Fabrikalar çifte çifte tütüyor Şemsi Aziz Baba hurda yatıyor Kızılırmak coşmuş nara atıyor
Akar boz bulanık seli Sivas'ın
Yukarı Tekkesi meşhur kalası Çifte Minare'si, Gökmedrese'si Eski eserlerin bir numunesi
Tarihe eklenmiş dalı Sivas'ın
Kangal halkındanım Sivas ilimiz Ayda birkaç kere uğrar yolumuz Şiir söylemekten çektik
elimiz Öter bülbül gibi dili Sivas 'in
Üç yüz yirmi beşte geldim dünyaya Sürmedim elimi tanbura neye Mahlas tlhamî'dir ismimiz
Ziya işte böyle beyler hali Sivas'ın346
Aşık îlhamî
SEKİZİNCİ BÖLÜM DİNİ-TASAVVUFÎ TÜRK EDEBİYATI
A. Genel Özellikleri
Hiçbir gelişmiş milletin edebiyatı kaynağından çıktığı gibi saf kalmamıştır. Gelişmiş
milletlerin edebiyatları ilişkide bulundukları kültürlerden etkilenerek ve etkileyerek sürekli bir
gelişim halinde olmuştur. Edebiyatlar, bu etkileme ve etkilenme sürecinde millîlik vasıflanm
da korumayı sürdürürler. Bu durum Türk Edebiyatı için de geçerlidir.
Türk Edebiyatı binlerce yıllık tarihi ve büyük bir coğrafî yaygınlığı içinde değişik
kültürlerle temaşa geçtikçe onlarla bu karşılıklı etkileşim içinde hepsi de millî çizgide olmak
üzere farklı zevklere hitap eden farklı kollarda bir gelişim içinde olmuştur.
Edebiyat tarihçileri bu gelişim çizgilerine göre edebiyatınım kronolojik olarak îsîamiyetten
Önce, îsîamiyetten Sonra, Batı tesirînde kalan Türk Edebiyatı, Cumhuriyet Dönemi Türk
Edebiyatı olmak üzere dört ana döneme ayırmak, islamiyet Sonrası Türk Edebiyatım da Divan
(Klasik) ve Halk Edebiyatı biçüninde incelemek konusunda müşterek bir anlayış
benimsemişlerdir. Ana hatlarıyla doğru olan bu tasnifte Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatımn
yeri belirsiz kalmıştır.
Rıza Teyfik Bölükbaşı bu edebiyata Tekke Edebiyatı adım vererek Halk Edebiyatından
ayınnaya çalışmış; Sadenin Nüzhet, Şükrü Elçin Halk Edebiyatı içinde değerlendirmişlerdir.
Hal böyle iken aynı konuyu farklı üsluplarla ifade eden Yunus Emre, Mevlana, Kaygusuz gibi
şahsiyetlerden ilki Halk Edebiyatı, diğerleri Klasik Edebiyat kapsamında değerlendirilmiştir.
Oysa bunlar aynı konuda birleşen üç şahsiyettir. Bu tür bir ayırım beraberinde çö-zümlenmesi
imkansız bir karmaşa ortamı doğurmaktadır. Oysa her iki edebiyat şubesiyle ortak noktası
bulunan, fakat her ikisinden de farklı bir çizgisi olan Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı
tanımlanabilseydi bu karmaşa ortadan kalkardı.
Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, Halk Edebiyatı ile Klasik Edebiyat ara-sında bir geçiş,
köprü edebiyattır. Hedef kitlesi ne Klasik Edebiyat gibi okumuş kesim ne de Halk Edebiyatı
gibi geleneksel zevke sahip halktır. O her iki kesim insana hitap etmek iddiasındadır.
306
Bu bakımdan mutasavvıfların şiirlerindeki dış yapı (dil, vezin, nazım şekli vb.) bakımından
kimi zaman millî bir çizgide, kimi zaman da yüksek zümrenin zevkine yaklaşır. Bu durum
ayrı ayrı şahsiyetler için geçerli olduğu kadar, aynı şahsiyette de görülebilecek özel bir
durumdur. Bir mutasavvıfın divanında görülen hem koşma, hem gazel; hem aruz, hem de
hece vezni, hatta gazel tarzında heceyle yazılmış bir eser ancak bu özel durumla izah
edilebilir.
Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, şekilde Halk Edebiyatı ile Klasik Edebiyat arasında köprü
olup her iki edebiyat şubesinin birbirinden uzaklaşması-na engel olan denge unsuru,
muhtevada ise tamemen orijinal bir edebiyattır.
a. Tasavvufun Tarihi Gelişimine Kısa Bir Bakış
Tasavvufun ıstılahi manası;347 "insanın eğitimi'dir. Yani insanoğlunun dünya ve ahiret
mutluluğunu temin etmesidir. Tasavvuf! eğitim, Islamın ha-yata uyarlanmasıdır. Bu eğitim
sayesinde insan; '''Allah'ın nzasını kazanır, ebedi saadete ermek için de nefsim eğiterek
temizlemeye çalışır, ahlakî for-masyonunu iyiler ve güzeller sathında düzenler, kendi iç ve dış
dünyasını aydınlatır, suret ve siretini tezkiye eder, çalışır, üretir, herkese yardımda bulunur,
vatanı-milleti ve bayrağı bölünmez bütünlüğü için örnek insan olmayı hedef edinir. Bunu
yaparken başlıca hareket noktası, Islamın ana kaynakları olan Kur'an ve Sünnet'in hükümleri
doğrultusunda hareket ederek, toplumda önder ve örnek kişi olmaya çalışır."
İslamda tasavvuf, üç ana dönem geçirmiştir: Bu dönemler ve dönem hususiyetlerim şöyle
sıralayabiliriz:
l -Hz. Muhammed veya Asr-ı Saadet Dönemi:
Bu devir Hz. Muhammed'in hayatta olduğu ve tek mürşit olarak uyul-duğu dönemdir. Hz.
Peygamber, bizzat bir Hadis-i Şeriflerin de ifade ettiği gibi
Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderidim, buyurmuştur. Güzel ahlak onunla
tamamlanmıştır. Bu sebeple Hz. Peygamber devrini yaşayanlar, güzel ahlakı bizzat
kaynağından görüp, ona uymak ve tatbik etmek suretiyle yaşıyorlardı. Adı konmasa bile bu
devir, tasavvufun tanfini yaptığı tam bir zühdî hayat devridir. Hz. Ali, Hz. Ebubekir, Hz.
Ömer, Ebü Derda, Eba Zer, Abdullah b. Amr, Bilal-ı Habeşî, Selman-ı Farisî, Suheyb-i Rumî
gibi zühd ve takva timsali kişiler sonradan kurumsallaşacak olan tasavvuf harekelinin
prototipleri olarak kabul göreceklerdir. Bunlar süfi çevrelerde örnek alınan, saygı gören
kişilerdir. Halkın eğitiminde en güçlü rolü oynayanlardır.
307
2. Tabiün Dönemi:
Tabiün, yani sahabileri görenler devri, her alanda örnek kişi olan Hz. Peygamberin ahirete
irtihal ettiği, îsîamî bir nizam olarak Kur'ön, sünnet, kıyas vb. kaynakları miras bıraktığı bir
dönemdir.
îsîamî hayatın tek örnek kişisi hayatta olmadığı için onun bıraktığı kaynaklar üzerinde
yorumlar başlamıştır. Bu muhtelif yorumlardan birisi de dinî kaynakların mistik yorumudur.
Mistik yorumculardan en ünlüsü Hasan-ı BasrTdu. Hasan-ı Basrî "sözü peygamber sözüne
benziyor" denilecek kadar övülen bir alim ve kuvvetli bir hatiptir. Bu zat kısa zamanda,
sohbetleriyle bir zümre oluşturuyordu.
Hasan-ı Basrî, Süfyan-ı Sevri, Üveys Karanî, Said b. Cübeyr, Abdullah b. el-Mübarek..
vb'lerinin çevresinde tasavvufî hayatın, tasavvuf mektebi'ma temelleri de atılmış oluyordu.
3. ilk Sofiler Dönemi:
Herkesin örnek aldığı ve sonraki yüzyıllarda teşekkül eden tarikat'lann tek ilham kaynağı ve
örnek kişisi yine Hz. Muhammed idi. Ancak bu devrin tek kurumu da camî idi. Çünkü
cami'ler, yalnız ibadet yapmaya mahsus bir yer olmayıp, aynı zamanda halkın eğitim-öğretim
yeri olarak da kullanılıyordu. Bütün meseleler burada hallediliyordu. Sahabe, ruhî terbiyeyi
burada alıyordu. Hz. Peygamberin vefatından sonra cami, bu özelliğim devam eniyordu.
Ancak birkaç dînî konunun yorumundan dolayı sonradan, bazı proplemlerin çözümü ve
yorumundan kaynaklanan birtakım zümreler ortaya çıkmaya başladı. Bu zümrelerden birisi
süfiler'dir.
îlk süfî adım kullanan zat Ebu Hasım el-Kufi (ölm. H. 150/M. 767)'dir. Bu zat Şam'da kendi
adıyla anılan tekkesini açtı. Zünnun-ı Mısrt (ölm. H. 245/M. 858), Bdyazid-i Bistamî (ölm. H.
26 l/M. 874), Cüneyd-i Bağdadî (ölm. H. 279/M. 908), Hallac-ı Mansur (ölm. H. 309/ M.
921) gibi ünlü mutasavvıflar onu takip etti. Muhyiddin-i Arabi (ölm. H. 638/M. 1240)'in
varlığın tekliği şeklinde ifade edebileceğinüz Vahdet-i Vücüd teorisiyle tasavvuf sistematik
bir hal aldı.
Tasavvuf düşüncesini esas alan zümreler, takip ettikleri yollarla birbirlerinden kerhen de
olsa aynimaya başladılar. Bu ayrılmalardan sonra her iki sofi kendi çevresinde dini ve
bilimsel konulan öğretebilmek açısından eğitim ve öğretime dayalı bir ekol oişturdular ki,
esasen kelime manası da yol demek olan "tarikat" ler oluşmaya başladı.
Türklerin bu ekolleşme hareketi, onların islamiyete girişleri, tasavvuf hareketinin İslamda
kurumlaştığı, tarikatlerin oluştuğu üçüncü döneme tekabül etmektedir, îsîamiyetle birlikte
tasavvufun da Türkler arasında yaygın-iaşması gayet tabii olduğundan Semerkand, Buhara,
Fergana gibi Türk-îsîam çevrelerinde şeyhlere tesadüf edilmeğe başladı. Yusuf Has Hacib ve
308
Ahmet YesevTtün zuhunma kadar Türkler arasında Muhammed Ma'şük Tüsi, Emir Ali Abu
Halis gibi mutasavvıflar yetişti. Ahmet Yesevî ile birlikte "tasavvuf hareketi-
tasavvufmektebi" Türkler arasında genel bir "cumhur ekolü" oluşturuyordu.
Fakat asıl tasavvuf hareketi Ahmed Yesevi ile birlikte Türkler arasında genel bir ekolleşme
ile; bir vanadan eğitim-öğretim şeklini alarak fikrî ve didaktik, diğer yandan da "zühdî ve
lirik'' yönlerim birleştirerek genel bir görünüm arzeder.
Ahmet Yesevî, Mansur Ata, Harezmli Sa'id Ata, Süleyman Hakim Ata, Lokman Perende
gibi halifeleri ve binlerce müridi yetiştirip muhtelif bölgele-re gönderdi. YesevTmn kurduğu
tarikat bunlar eliyle Türkistan'da, ve daha sonra da Anadolu ve Balkanlar'da hızla yaygınlaşır
ve ekollesin
b. Anadolu Sahasmda Tasavvufun Tarihi Gelisünine Kısa Bir Bakış
Bilindiği gibi Türkler, göçebe hayatlannın icabı olarak Müslüman olmadan önce, muhtelif
medeniyet zümrelerine sahip oldukları gibi çeşitli itikat sistemlerim de benimsemişlerdir.
Türkler, bu dönemlerinde de Tek Tann inancına, yani Allah'ın varlığı ve birliği inancına sahip
bulunuyorlardı.
Ayrıca olağanüstü halleri ve manevî üstünlüğe sahip mutasavvıf-velî kişilerin kerametlerine
de inandıkları ve onlara karşı da büyük bir saygı duydukları bilinmekteydi.
işte bu inanç çerçevesinde Türklerin islam öncesi ve Islanü dönem destanları ve kaynak
eserlerinde dinî-tasavvufî düşüncenin oluşmaya başladığı da görüunekteydi.348
M8 Bu da X. asırda ilk Türk-İglam Devkti'nin kurulmafindan sonraki yıllarda Türkler
arasında tagavvuf düsüncesnün de hemen hemen sistemleşme m klasik devrim tam«ml«m«
noktasına gelmekte olduğu-nü ifade etmektedir. Ancak ilk dönemlerde bu tasavvuf
düaünce'nin
a) Akide ve id«olo)i halinde Tuauf JUri;
b) Tekke ve Tarikatler halindeki teşkilatlanmaları da amelî ve içtimai olmak üzere iki cephede
görünüyordu: Yani bunlar îdimiyet'i:
a) Vasıta'] marifette, Kaza ve Kaderle, irade megelesind* ilbam'a müstenid bu' nokta-ı nazar
kabul eden "Israk Felsefesin Phih*ophie de I'illumination" raeluuplanmn ortaya koymaya
çalıştıkları Fikri Tasavvuf,
b) Kur'an ve sünnetten aynhnayarak, bilhassa Allah'a iman'ı gaybe iman kabul edip onda
zerrece tereddüt ve tefekküre müsaade etmeyen. Farz ve Nafile ibadetlerle meşgul olanların
da ortaya koy mvy oldukları zühdî Tasavvuf doginuf oluyordu.
Türk insaninin İslam'a girisinden sonraki bu devresi, esas itibariyle bir Tarikatler Devresi
olmuştur. Çünkü Türklerin mistik düşünce açumdan gösterdikleri yegane varlık; Türk
Devleti'nin, bilimsel ya-pisinin, fikri zeminin™ oluşmasındaki Kundua ve sistemleşme
sürecindeki yaratıcı-hamle«'ni bu ilk dönem Tazikatler DevreM'nde verilen egitia v öğretimde
görmek mümkündür. Zira bu dönemlerde kurulan Tekkelerin; eğitim, öğretim ve irsad
konularında vernu; oldukları hizmetler gelecek için güçlü bir zemin tegkil etmekteydi.
Bilindiği gibi Tarikatler; XI. asrın sonu ue XII. asrın baslarmda bizi ihtiyaçlar neticesinde
sosyal ve manevi sebeolerle ortaya çıkmış ve bu konuda büyük bir gelişme de göstermiştir.
Tasnrvuf Zemini üzerin» kurulan bu Tarikatlerin yaygınl«sm«»ıruı paralel oiarak Tasavvuf da
zamanla geni* halk kitlegine yayılmı*, Kuseyri (ol. 1072), Gazzalî tel. 1111) gibi Türk
alim]erinin eserle-
309
Ananeye göre teanel dayanaklarım Hz. Ebu Bddr veya Hz. Ali vasıtasıyla Hz. Muhammed'e
kadar götüren sufdiğin yayılması, tekkelerin devlet adamları tarafindan desteklenmesi
suretiyle tasavvufî fikirler her yerde kuvvet kazanıyordu. Türkler, Karahanlı, Selçuklu ve
Osmanlı Devletleri dönem-lerinde islam akidelerine sıkı sıkıya bağlı idiler. Ancak diğer islam
ülkelerin-de mevcut olan bazı itidali (ayrılık yaratan) durumlar, zamanla Türiderdeki bu birlik
ve beraberliği bozmak gayesiyle Türkler arasına kasıtlı olacak so-kulmuştu. işte bu bozguncu
hareketleri bertaraf etmek neticesi olarak Türk çevrelerinde millî-dinî birlik ve beraberliği
temin etmek kaydıyla tasavvufî esasların, dinî ve şer'î esasların derin ve samimî bir şekilde
uygunluğu sağlanıyordu.
Bunun ilk örneğini Ahmed Yesevî'nin Hikmetlenade görüyoruz. Onun dervişleri de, aynı
metodu takiple Türk toplumunu birlik ve beraberlik muh-tevasında tasavvufî fikiriere
alıştırnuştır. Aynca onlar Türkistan mutasavvıf -lannın menkıbe ve kerametlerim şehirlerden
çıkararak bozkıriardaki göçebe Türkmenlere kadar ulaştırmışlardır. Bu ulaşma ve birleşmede
dervişlerin rolü büyük olmuştur. Zira dervişler hem halk arasmda dolaşıyor, hem ilahiler
okuyarak onlara "Allah sevgisi" vermeye çalışıyorlardı. Bu sevgide halkın dünya ve ahiret
mutluluğuna ulaşacağı mesajları bulunuyordu. Yani insanların islam dinindeki; itikat, ibadet
ve ahlakı kurallara tam olarak uymaları neticesinde; hem "insan-ı kamu" olabilecekleri, hem
Cennet'e ulaşmamn sırlarım öğrenecekleri, hem de daimî mutluluk yollanna ulaşabilecekleri
gösteriliyordu. Bu özellikleri ile dervişler eski Türiderdeki "ozan^lara benzetilmektedir. Zira
bu eski "ozan'lar müteakip dönemlerde yerierini "ata-bab-baba.." unvanlı dervişlere
bırakıyorlardı. Bu sebeple Türkler, eski ozanlara gösterdikleri saygı, muhabbet ve inancı
fazlası ile dervişlere de gösteriyorlardı. Bu itibarla dervişlerin Türk toplumu üzerindeki tesiri
daima görülmektedir.
Menkabeye göre, Hz. Peygamberin sahabesinden olarak gösterilen;
Arslan Baba ile ozanlar Pîri Korkut Ata, Çoban Ata bunlardan kalmış bazı hatıraları
yaşatıyordu. Ahmed Yesevî zamanında, göçebe Türkler arasmda
rqpk Je İdam Düşünce Hayatı'ndald yerim almış oluyordu. (K. Şahin, Tanistlann Gördüğü
Hizmet-la: KaUtnimam. Amkum)
Bilindiği fibi Horaun. bu Taaavvuf Hareketi'nin başlıca merkezlermden biri idi. özellikle
Maveraü'n-Nehir İslamlaştıktan aoara Tasavvuf Hareketi'nde Turicutan'da tesirim göetenneye
başladı. Bu arada çeşitli aeb^derle Horasan'a gidip gelen Türkler araında da Mutaaavvıflar
yetişiyordu. Bu cümleden olarak Muhammed Maşuk Tuş! ile Emir Ali Abu Halis birer Türk
auıta«awıfı idiler. (Mev-lna» NamUm Abdurrahman ibm Ahmed-Molla Cami, Nefahatü'1-
Üos mim Hadaraü'1-Kuds Tercüme-si. İst. 1971, s. 358-360.) Bu ve benzeri sebeplerle X. ve
XI. yüzyıllarda Türkler araainda, Tasavvuf Hareketi, kuvvetleniyor, Buhara, Semerkant ve
Fergana gibi merkezlerden iç kmmiara doğru hızla yayılıyordu. Ayrıca Tasavvufla
bütünleşmiş olan İslam Akideleri, Tasavvuf ehli dervişler tarafindan böylece merkezden
muhite. yani göçebe Türklere de götürülüyordu. Siyasî Otorite'nin de; bu Mutasavvıf lara
gösterdikleri yakın alaka ve hürmet. Tasavvuf Hareketi'nin halk araMada manevî bir nüfuz
kazanmasına sebep oluyordu. Bu cümleden olarak Ahmed Ye«evî'nüı ortaya çıkışma kadar
geçen zaman zarfında Türkistan'da, bu Tasavvuf Hareketinin zemin olacak hazır hale geldiği
de görülüyordu.
310
Sır-ı Derya bozkırlanndsi anladıkları dilde, yani öz Türkçe ile halka hitap ederek İslam
akidelerim ve an'anelerini onlar arasında yaymağa çalışan dervişleri biliyoruz.349 Ama
Ahmed Yesevî, bunların çok üstünde bir derviş olarak birlik ve beraberlik ufkunda büyük
hizmetler vermiştir ki, bunda tasavvuf cereyanının rolü büyük olmuştur. Yani tasavvuf, hem
Türkler arasında İslam dininin kabulüne paralel olarak hızla yayılıyor, hem de bu dinin
Türkistan'da yayılma ve benimsenmesinde etkili oluyordu. Bu etkiyi yürüten ve kendi adına
izafetle, Yesevtye" adıyla bir tarikat kurarak hatırası;
Ortaasya, Azerbaycan, Anadolu ve Volga Türkleri arasında yüzyıllarca yaşayan ilk Türk
Söfîsi Hoca Ahmed Yesevî idi.350
Görülüyor ki Ahmed Yesevî ilk Türk sofîsidir. Bu zaün muhatabı tamamıyla "Halk-
cumhur"dw. dinî konulan anlaşılamaz olmaktan kurtarmakta, onu anlaşılır bir hale getirerek
bütün dinî konulan sofiyane esaslarla öğretmek için "Hikmetler" söylüyordu. Bu itibarla
Ahmed Yesevî "Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatımızın kurucusu ve Divan-ı Hikmeti de bu
edebiyatımızın ilk tarihî belgesidir."351
Bu edebiyatın Anadolu sahasında kuruluşunun öncüleri, başlangıçta Ortaasyadan gelen
dervişlerdir. Bunlar, Ahmed Yesevî'nin ve diğer Yesevî Türk şairlerinin Türkçe şiir ve
ilahilerim de getiriyorlardı. Aynca Farsça eserler meydana getirmiş olmalanna rağmen
çevresindeki halk az veya çok Türkçe bildiği için, Mevlana (1200-1273) ve Sultan Veled
(1226-1313) Farsça ve Türkçe sofiyane şiirler yazmışlardır.
Hacı Bektaş Velî'ma Arapça olan Makalat'ı Türkçe'ye manzum ve mensur olarak tercüme
edilmiştir.352 Aynca Ahmed Fakih353 (13-14), Şeyyad Hamza354 ve Yunus Emre355 (ol.
1320), Sultan Veled, Aşık Paşa, Gülşehrî, Kaygusuz Abdal, Sdid Emre gibi söfî Türk şairleri
bu edebiyatımızın temelini oluşturmuşlar ve Türkçe söylemek suretiyle de halk üzerinde daha
fazla etkili olmuşlardır. İslamî emirleri, halkın anlayabileceği bir şekilde hece vezniyle ve
dörtlüklerle söylemişlerdir. Daha sonraki yıllarda bunlann yolunda yürüyen bu şairlerin Türk
dilini kullanışlan, Türkçeye hizmetleri büyüktür.
XIII. yüzyılda Anadolu'da "sırr-ı hikmet" manzumesinden olmak üzere fikri, tercüme ve
tasavvufî hareketler bir hayli ilerlemiştir. Mevlana Celaleddin-i Rumî, Ahmed Fakih, Şeyyad
Hamza, Sultan Veled, Hacı Bektaş
"»Köprülü, M. F., Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflar, a. 17-20.
«" Köprülü, M. F., Türk Edebiyatı Tarihi, s. 193.
»• H. T. Hamamizade, H. A. Yücel, Türk Edebiyatı Numuneleri, İst. 1927, 8. 37.
352 Makalat tercümesinin "Vilayetname"de Molla Saadeddin veya Said Emre diye tamnan
mürid tarafın" dan Türkçe'ye çevrildiği beyan ediliyor. Bu beyanı Köprülü ve Gölpınarh
olduğu gibi kabul etmiştir. Eserin neçrini ve incelemeğim yapan Eead Coşan ise bu ifadeleri
şüpheli bulur. Bu sebeple, eserin ye* niden incelenmeği gerekir. Bkz. Eaad Coşan, Makalat,
Ank. 1986, s. XLIII-XUX.
™ Köprülü, TET, 261-2.
361 Köprülü, TET, 262-3.
a56 Köprülü, TET, 265-69.
311
Velî, Yunus Emre, Kaygusuz Abdal bu "sırr-ı hikmet"in356 Anadolu temsilcileridirler.
Bunlar bulundukları bölgelerde düşünce ve duygularıyla Anadolu halkına fıkır bakımından
büyük hizmetlere temel olmuşlardır.
îlk başlangıcım Ortaasyada "Yesevflik" tarikatında gördüğümüz bu edebiyat, daha çok,
halkın, hatta göçebe halkın malı olarak halk zevki, halk ana-nesiyle meydana gelmiş
tasavvuf? bir "Dinî Tasavvufi Türk edebiyatı" dır. Bu edebiyatı n en kuvvetli temsilcisi XIII.
yüzyıl Anadolu'sunda Yunus Em-re'dir. Yunus Emre ve Kaygusuz Abdöl Türk dili ile bu
edebiyatı daha sonraki asırlarda abideleştirmiştir.357 Zira Yunus Emre, Türk millî
mefkOresinin ve îsîam dininin umdelerim Anadolu'da Türk diliyle söylemiştir. Bu söyleyiş,
halk tarafından adeta gökten inmişçesine benimsenmiş ve tatbik edilmiştir. Daha sonra onun
takipçileri de dinî umdeleri Türkçe anlatmışlardır.
Hususiyle Yunus Emre, Anadolu sahasında halk diliyle halka îsîam di-nini bütün
kurallarıyla anlatan Dini-Tasavvufî Türk Edebiyatım^ en büyük şairidir. Ortaasyada Ahmed
Yesevt ile başlayan Türk tasavvuf şiiri, Türkistan, Horasan ve Anadolu'da en üstün seviyeye
Yunus Emre'yle ulaşmıştır.
Yunus'un, bu duygu ve düşünce alemini hazırlayan kültürün kaynağın-da "islam imanı"
vardır. Bu iman dünyanın üç kıtasında tecrübe edilmesine rağmen en güzel meyvesini
Anadolu'da vermiştir.
Yunus, insan olan herkese; fakir, zengin, Hristiyan ve Müslüman ayırımı yapmadan samimî
bir sevgiyle yaklaşır. Ondaki bu insan sevgisi, Allah'tan insana bir nur olarak gelip
bedenleşmiş, bütünleşmiş olan bir cevher'dir. Yunus, işte bu nur bütününe yanı Allah'a aşıktır.
O, gönlünde yalnız Allah'ı bilmenin heyecanıyla doludur. Onun bu heyecanı, Musa
peygamberin konuştuğu çoban kadar saf bir gönülle duyar, aynı saflıkla söyler.
Yunus; duymuş, düşünmüş, inanmış ve bütün bu duyuş, düşünüş ve inanışlarım büyük bir
sadelik ve kolaylıkla şiirleştimüştir. îsîam'a taassupçu bir zihniyetle yaklaşanların, üzerinde
durmaktan çekindiği birçok iman meseleleri ile cennet, cehennem, sırat vb. gibi kavramlar,
onun en zekî ve hür dü-şüncelerine konu olmuştur. Onun şiirleri, eskilerin "sehl-i mümtent"
dedikleri, her dilin söyleyemeyeceği bir açıklık ve kolaylıkla terennüm edilmiştir.358
XIV. yüzyılda Anadolu'da Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, XIII. yüzyıl-daki kadar bahtiyar
bir devir yaşamıştır. Bu asrın ilk yansında "Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı" Yunus Emre'nin
yolunda yürümüştür. Yunus tarzı söyleyiş, onun bu asırdaki çağdaşlannca ideal söyleyiştir. O
kadar ki, bu ve müteakip asırların Dini-Tasavvufî Türk Edebiyatı şairleri, şiiri Yunus gibi
166 Güzel, Kaygusuz Abdal, Ank. 1981; Kaygusuz Abdal'ın Mensur Eserleri, Ank, 1983,
Dilgüşa, Ank.
312
müteakip asırların Dini-Tasavvufî Türk Edebiyatı şairleri, şiiri Yunus gibi söylemeye
çalışmakla kalmamış bazen Yunus'un ya "£mre"liğini ya da "Yunus" adım unvan olarak
kullanmışlardır. Bu hadise Yunus'u takip edenlerin tam bir tasavvuf terbiyesi içinde olduğunu
gösteriyordu. Bunlar ilahîler söyleyerek asnn tekkelerinde büyük rağbet görüyorlardı.359 Bu
asırda Said Emre ve Kaygusuz Abdal, Yunus'un en önde gelen muakkiplerinden olan
şairlerdir. Aynı asır Dini-Tasavvufî Türk Edebiyatı şairlerinden Gülşehrî, Aşık Paşa, Eflakî
Dede ve Elvan Çelebi'yi de zikredebüiriz.
XV. yüzyılda Dîni-Tasavvufî Türk Edebiyatı, özellikle çeşitli coğrafyalarda bulunan Türk
topluluktan arasında fikrt-dinî ve mimarî yönden bütün canlılığı ile gelişiyor ve merkezden
muhite doğru yayılıyordu. Bu yayılma esnasında XV. yüzyıl Anadolu'şunda gittikçe
güzelleşen bir mimarî ile kurulan ve sayılan süratle çoğalan mescidler-camiler, medreseler-
tekkeler -türbeler, sebiller - çeşmeler vb. dinî hayat kadar Dini-Tasavvufî Türk Edebi-yatının
da yücelmesine vesile olan abide eserler ortaya konuluyordu. Böylece aynı çağ Anadolu'sunda
Dinî-Tasavvufi Türk edebiyatı bir çığ gibi büyüyordu. Eserler fazlasıyla veriliyordu.
Mevlana Celaleddin-ı Rumî. Hacı Beklaş Velî, Yunus Emre vb. gibi büyük mutasavvıflann
kendi dönemlerinde ortaya koyduklan zengin tasavvufî hayatın, XV. asırda bunlan örnek alan
Alaaddin Gaybî (Kaygusuz Abdal), Hacı Bayram Velî, Akşemseddin, Yaucioglu Mehmed,
Gülşehrî, Süleyman Çelebi, Eşrefoglu Rumi, Kemal ünüm. Emir Sultan, ibrahim Tennuri,
Ruşeni, Şirazî vb. pekçok şair de yetişmiştir. Bu mutasavvıf şairler, hem eski gelenek
çerçevesinde dinî hayatı, edebî sahada en güzel meyvelerim verirken, hem de İslam dininin
kurallanm en güzel bir şekilde Türk insanına, Türk dili ile, onlann anlayabileceği bir tarzda
anlatıyorlardı.360
Bu yüzyıl şairlerinden Süleyman Çelebi'ma Vesiletü'n Necat'ı, şekil i-tibanyia divan
tarzında ise de muhteva itibanyia Dini-Tasavvufî Türk Edebiyatı edebî mahsulleri arasındadır.
Bu dönemde Anadolu'da "fikrî ve whdî" hareketler bir hayli yoğunlaşmış gözükmektedir.
Tarihimize "Fatih Rönesansı" olarak geçen sosyal hayat ve nizamıyla muhteşem bir
yapıdaki Osmanlı-Türk Devleti'nin bu asn, Fatih'i yetiştiren büyük bir mutasavvıfın da
yaşadığı devirleri içine alır. Akşemseddin adıyla anılan bu büyük velîden günümüze tasavvufî
ve tıbbî bazı eserler kalmıştır/*" Akşemseddin 'in yazmış olduğu Divan bu güne kadar ortaya
çıkmamışsa da
»•Banarlı, N. B.. a. g. e, g. 397.
»o Banarlı. N. S., a. g. e., C. l, s. 479, 504.
>" Banarlı, N. S., a. g. e., C. l, a. 624-625; Yurt, A. î, Fatih'in Hetası Akşemseddin, İstanbul
1972, s.
LXXXIII vd.; Yücel, Ay«e, Akfemseddin'in Eserlerinde Din ve Tasavvuf, Doktora Tezi,
GÜ., Ankara
1994.
313
bazı 'dahileri, eski mecmua ve c&nklerde mevcuttur. Onun "sofiler"362 redîfu ilahisi söfîlerin
bütün özelliklerim ortaya koyduğu gibi, Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı mn da genel
mahiyetim belirlemiş olmaktadır. Zira, sofilerle ilgili bütün bilgi ve ıstılahlar, Dîni-Tasavvufî
Türk Edebiyatımn bünyesinde incelenmektedir.
XV. yüzyılda Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, Yunus Emre'den beri, o-nun yolunda bir şair
yetiştinnemekle beraber, (Akşemseddin misalinde olduğu gibi) aynı yolda eserler vermeye
devam ediyordu. Tekkelerde ve tekke mensuptan arasında bestelenerek okunmak için yine
ilahiler söyleniyordu. Mutasavvıf halk şairleri bu ilahîleri, yine Yunus Emre tarzmda ve onun
yolunda söylüyorlardı. Dini-Tasavvufi Türk Edebiyatı şairleri içinde medreseden yetişenler ve
divan tarzı şiirler söyleyenler de eksik değildi. Bunlar, şür-lerini umumiyetle aruz vezniyle ve
gazel tarzıyla yazıyorlardı.
Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatım^, bu çeşit şiirlerinde Mevlana ve Yunus tesiri mevcuttu.
Fakat Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatının en bol ve en güzel şiirleri yine bu dervişler arasında.
Yunus tarzının bir devamı halinde idi. Halk söyleyişinin ve hece ile ilahî tarzının bu kuvvetli
terennümleri ardı arası eksilmeyen bir takım ses ve heyecan dalgaları halinde, memleketin her
taratma yayılıyordu. Bu asnn mutasavvıfları arasında, Gülşenî tarikatinm kurucusu Şeyh
ibrahim Gülfenî'ain; Melamiyye-i Bayramiyye tarikatine mensup Ahmed-i Şarbon ve
Halvetiyye tarikati mensuplanndan Vahib Ümmî (ölm. 1595) Ümmî Sinan'ın müstesna
mevkileri vardır. Bu isimlere Şeyh Azız Mahmud Hudaî'nin üstadı ve Hacı Bayram Velî'mn
müridlerinden, Bursalı Muhyiddin Üftade (ölm. 1580), Seyyid Seyfullah Halveti (ölm.
1601)'yi, îdris Muhteft (ölm. 1615)'yi de katmak yerinde olur.
ibrahim Gülşenî (14267 - 1533), Halvetîliğin bir kolu halinde gelişen Gülsen! tarikatinin
kurucusudur. Hem divan tarzmda, hem de Yunus tarzı şiirleriyle tanınmış bir sofi şairdir.
Gülşenî, Mevlana'nın tesiri altında, hatta Mevlana'ya nazire olarak "Manevî" adlı kırk bin
beyitlik bir mesnevî yazmıştır. Gülşenî "Manevî" adlı eseri dolayısıyla Dîni-Tasavvufî Türk
Edebiyatındu haklı olarak büyük bir üne sahip olmuştur.
Gülşenî dervişidür gül goncalardur Mesnevi Bülbül ü şey da okur geh Mesnevi geh Ma 'nevî
gibi beyitler ona aittir.
Bu sofi şairin divan tarzı gazellerinde kuvvetli bir Mevlana hayranlığı görülür. Yunus tarzı
ilahîlerinde ise Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatının Hacı
314
Bayram Velî'de gördüğümüz, deniz ve sema için hazırlanmış, ahenkli ve raksan üslubu vardır.
Ahmed-i Şarbon, aruz ve hece ile ayrıca aşıkane şiirler söylemiştir.
Ümmî Sinan (? - 1551) aruz ve hece ile söylediği ilahîleriyle büyük şöhret kazanan ve
Halvetîliğin Sinaniyye kolunu kurmuştur. Hece ile şiirleri Yunus tarzının devamıdır.
Bu asırda Bektaşî şairlerinden; Şah ismail Hatayı, Pir Sultan Abdal, Kalender Abdal,
Muhiddin Abdal, Yetim Ali Çelebi, Askerî vb. anabiliriz.
XVII. yüzyılda Dinî-Tasavvufi Türk Edebiyatı, gittikçe çoğalan tekkelerden Türk
musikîsiyle ahenkli, coşkun ve raksan ilahîlerin yayıldığı bir hava içinde gelişmiştir. Bu
ilahîler, geçen asırda ilahî söylemiş Dint-Tasavvufî Türk Edebiyatı şairlerinin kendi
besteleriyle tekrarlanmak suretiyle söylenir. Bunlar Yunus Emre'den beri devam edegelen
Dinî-Tasavvufi Türk Edebiyatım daha geniş sahalara yayan ve sevdiren hareketlerdir. Yunus
tarzı söyleyiş yalnız Mevlevî tekkelerinde Mesnevî'nin, Divan-ı Kebir'in velhasıl ya Farisî ile
yahut divan tarzı söyleyişin yarattığı gelenek içinde bu asra kadar fazla rağbet görmemiştir.
Fakat XVII. yüzyıldan başlayarak hece ile söylenen ilahîlerin Mevlevî şairleri tarafından da
itibar kazandığı bilinir. Mesela bir Mevlevî olan Adem Dede, asrın Yunus tarzı söyleyişinden
zevk alan simalar arasındadır.
Bu asnn meşhur Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı şairleri; Adem Dede, A-ziz Mahmud Hüdaî,
Niyazî-i Mısii, Zelili. Adlî, Zakirt, Lamekanî Hüseyin Derviş Osman, Sultan Ahmed, Ahizade
Hüseyin, Şeyhî, Fakir Edna, Kul Budala, Kul Mustafa, Abdulahad Nuri, Akkirmanlı Nakşî,
Oğlanlar Şeyhi ibrahim, Zakirzdde Abdullah Biçare, Cahidî, Sarı Abdullah-Abdî, Elmalılı
Sinan Ümmî, Geda Muslî, Yeşil Abdal, Dedemoğlu, Kul Hasan, Derviş Mehmed, Caferoğlu,
Kul Nesimî, Ümmî Sinanwde-Hasan, Divitçizade Mehmet Talih, Derviş Himmet, Sunu 'ilah
Gaybî, Abdülkerim Fethî, Şeyh Mehmed Nazmî, Abdulhay, Himmetzade, Abdullah Abdi,
Hasan-Kenzi, Abdurrahman Vali, İbrahim Nakşî vb. dir.
XVIII. yüzyılda Dinî-Tasavvufi Türk Edebiyatı, umumî bir duraklama ve gerileme hayatı
içindedir. Bu dönemde kendi sahasında (Şeyh Galip hariç) eskisi kadar güzel eserler verilmez
olmuştur. Daha çok halk kitlelerine seslenen bazı tarikat şeyhlerinin çok tanınmış eserleri bile
bu dönemde ancak eski bilgi ve akideleri tekrarlayan, popüler hamle durumundadır. Dinî-
Tasavvufî Türk Edebiyatı şairleri istanbul'da, Bursa'da, izmir'de vb.. tarikat çevrelerin-de
Yunus geleneğini devam ettirmektedirler. Buna başka bir deyişle "ilahî" geleneği de
diyebiliriz. Tekrarlanan ilahîler, zaman zaman, güzel, ahenkli ve samimi olmakla beraber,
ekseriye her tür söyleyiş sanatından uzak, vezin ve kafiye aksaklıktan içinde ve umumiyetle
kültürsüz söyleşilerdir. Halk dilinde
315
mevcut olan ilahî cönklerini dolduran manzumeler arasında Yunus'un ve onun eski asırlardaki
talebelerinin şiirleri vardır. Bu gibi halk cönklerinde, Şah-ı Merdan Hz. Ali aşkıyla
Hazmedilmiş Bektaşî-Alevî nefesleri'mn zenginli^, dikkati çekecek ölçüdedir. Bu tarz
nefeslerde de Pir Sultan Abdal'in tesiri aşikardır. Bu cönklerde bizzat Pir Sultan'm
manzumeleri veya ona isnad edilen manzumeler mühim yer tutar. Bu sırada Bursalı Şeyh
ismail Hakkı, Edirne'de Gülsen! dergahı şeyhi Sezaî Keşanlı Şeyh Zad, Üsküdarlı Şeyh Zekaî
vb. gibi mutasavvıf şairler arasında en tanınmış olan hayadan ve eserleri etrafında menkabeler
teşekkül etmiş iki mühim isim: Diyarbekirli Ahmed Mürşidi ile Erzurumlu İbrahim
Hakkı'dır.363
Bu yüzyılın Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı şairleri; Mahvî, Mehmed Nasuhî, Mehdi, Hasan
Senaî, Bursalı ismail Hakkı, Mustafa Azbî, Üçüncü Sultan Ahmed Necib, Hasan Sezaî,
Süleyman Zatî, Mustafa Nuzülî, Neccarzade Şeyh Rıza, Celaleddin-ı Uşşakî, Mehmed Salih
Sahvî, Kul Şükrü, Şııi, Şaht, Derun Abdal, Derviş Ahmed, Gurbî, Kasım Dede, Ahmed
Mürşidi, Erzurumlu ibrahim Hakkı, Üsküdarlı Haşim, Tekirdağlı Mehmed Fahreddin Fahrî,
Mustafa Zekat, Selamı, Şeyh Halil Kaygulu vb. dir.
XIX. yüzyılda; Kuddust, Turabî, Mihrabt, Vasf-ı Melamî, Aynî Baba gibi birçok Dinî-
Tasavvufî Türk Edebiyatı şairini tanıyoruz. Zaten Dertli, Seyranı gibi Dini-Tasavvufî Türk
Edebiyatı şairleri de "nefes" ler yazarak Dini-Tasavvufî Türk Edebiyatı, mensupları arasına
giriyorlardı.364 Bu sebeple fazla bir gelişme bu asırda görülmemiştir. Bu şairler, ancak
eskileri tekrarlamakla yetinmişlerdir.
XX. yüzyılda. Cumhuriyetin ilanı ile tekke ve zaviyeler kapatılmıştır. Mevcut Dini-
Tasavvufî Türk Edebiyatı şairleri de yeni gelişme göstermeden eskiyi tekrarlamakla
yetinmişlerdir. Hatta Yunus tarzım bile tarikat ayinle-rinde aynen okumuşlardır. Günümüzde
Yunus, Hacı Bayram Velî ve Kaygusuz tarzında şiirler söyleyen şairlerimiz az da olsa
bulunmaktadır. Bunlardan birkaçı; Mihrabî, Mehmet Nuri, Yozgatlı Hüznî, Aşık Molla
Rahim, Deruni, Sıtkı, Zeynel Baba, Şeref Taşlıova... vb. dir.
Son zamanlarda, aşık tarzında şiirler söyleyen aşıkların da Tekke şiirine özendikleri
görülmüştür. Konya'da her yıl "Aşıklar Bayramı" nda aşıkların eserierinin pek çoğunda dinî
ve fikrî muhteva 'yi bulmaktayız. Bu sebeple, arada kısa bir zaman kesitinin boş ve durgun
olmasına rağmen, 20. yüzyıl ikinci yansında Yunus-Kaygusuz heyecanınm tekrar canlandığı
görülmektedir. Bu da dünle bugün arasında kültür bütünlüğünün devamıdır.
Netice olarak ifade etmek isteriz ki, Dini-Tasavvufî Türk Edebiyatı şairleri; kendi
dileklerim, arzularım, ilahi heyecanlarım, fikrî ve zühdî norm içinde hep tasavvufî vecd ile
söylemişlerdir. Bu şairler, millî, dinî ve beşerî
M» Banarh, N. S., a. g. e C. I 8. 796 su Habib Sevük, a. g. e, s. 225.
316
sahada yazdıkları eserlerim Türk toplumunun daha kolay anladığı; tahkiye, tasvir, mükaleme,
nasihat ve hitap, doğrudan doğruya anlatma, tekrir, secî, mecaz vb. anlatım şekilleriyle de
mesajlar vermişlerdir.
Dinî-Tasavvuf! Türk Edebiyatı şairierinin şiirierinde "fikri unsur" ile "din! vecd"'m ön
planda olduğu ve bunların yalnız bir grubu değil, bütün halk-cumhurvL hedef aup Türk
taptumunda birlestirici-bütünleştirici bir rol aldıkları her zaman görülmektedir. Halbuki Divan
ve Halk Şairleri'nde bu halk-cumhur'u değil, belirli aristokrat grupları hedef kitle olarak
seçtikleri için kitlelerin birleştirilmesinde gerekli bir fonksiyon gösterememişlerdir.
Bu bakımdan Dini-Tasavvufî Türk Edebiyatı şairleri; birlestirici-bütünleştirici olgusunu
vurgulamışlardır. Yanı bunlar, dağdaki çoban'a da, Saraydaki devlet başkamna da aynı dil,
aynı muhteva, aynı kültür ile hitap ederek onlar arasında da birlestirici-bütünleştirici rollerim
ve hoşgörü fonksiyonlarım icra etmişlerdir.
Bu itibarla Dini-Tasavvufi Türk Edebiyatı; tarihin başlangıcından günü-müze kadar ve
geleceğe de olmak üzere bu birleştirici-hosgöriüü yaklaşımlarım, mensubu bulunduğu Türk
milletim atalannın vasiyetlerim de dikkate ahp, çağın üstüne taşıyarak, fikrî ve zühdî
normlarım da venneye devam edecektir.
B. Nazım Şekilleri
a. Vezin
Dinî-Tasavvuf! Türk Edebiyatının hedef kitlesi belirti bir zümre değil, bütündür.
Dolayısıyla geniş bir yelpazeye hitap ettikleri için de birbirlerinden oldukça farklı zevklere
sahip kesimleri kucaklamak zorundadırlar. Bu durum her konuda olduğu gibi vezin
konusunda da geçerlidir. Bu sebeple Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatmda millî nazım ölçüşü
hece ile Klasik Edebiyat ölçüşü aruz. birlikte kullanılmıştır. Hangisinin ağırlıklı olduğu veya
hangisi-nin daha çok tercih edildiği konusunda kesin bir yargıya varmak imkansızdır. Bu
mutasavvıfın aldığı eğitime veya hitap ettiği kesime göre değişmektedir. Bunları kısaca
belirtmeye çalışalım:
l. Aruz
Dinî-Tasavvuft Türk Eaebiyatmda pek başarılı olmasa da aruz vezni kullanılmıştır.
Vezinlerde sık sık imale ve zihaflara başvurulduğu görülür. Aruzun en çok kullanılan bahirleri
ise şunlardır:
1.1. Bahr-i Hezec: Çok kullanılan bir bahirdir. Daha çok mesnevi, ter-ci-i bend, terkib-i
bendlerde görülür. Bu bahrin de en sık kullanılanları şunlardır:
317
Mefaîlön/ Melanün/ Feülün
Giruben ışk denizin boylayanlar Ma 'ant ideyüp soy soylay'anlar
Mefülü/ Mefauün/ Feülün
İnsan île geldüm insan oldum insan libasında pinhan oldum
Merülü/ MefaîliV MefaîliV Feülün
Ol Şah-ı Kadîm senün ile olduğun anla Gönlüne senün gelübeni dolduğun anla
l. 2. Bahr-i Remel
Failatün/ Failatün/ Failatün/ Failün ile Failatün/ Failatün/ Failün
kahplan sık kullanılır:
Ben senün yüzünden özge kıble-i can bilmezem Sol zfba hüsni severem gayn îman bilmezem
l. 3. Bahr-ı Recez
Bilhassa gazellerde sık kullanılan bir bahirdir.
MiLstefilün/ Müsterilün/ Müsterilün/ Müstefilün
Mülk-i bekadan gelmişemfanî cihanı neylerem Ben dost cemalin görmişem hür-ı cinanı
neylerem
1. 4. Bahr-ı Muzari
Aruzun en ahenkli, ağır ve ihtişamlı vezni olan bu bahir sık olmasa da gazellerde görülür.
MeFüliV Failatün/ Mefailü/ Failün
Pür oldı ma 'nîde canun sefînesi Dürr ü cevahir daldı bu gönlüm hazînesi365
2. Hece
Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı ürünlerinden önemli bir kısmında da hece ölçüşü
kullanılmıştır. Hece ölçüsünün bilhassa 7, 8 ve 11'li olanları tercih edilmiştir. Bu ölçülerde
kimi zaman halk şiirinde önemli bir ahenk unsuru olan duraklara riayet edilmekle birlikte
kimi zaman da duraklar ihmal edilmiştir.
4+3:7
îçüm dişum nur idi
Nur ile ma 'mür idi
Durduğum yır Tür idi
Müsa-yı ümran idüm
'a Bu konuda daha fazla bilgi için bkî. Abdrrahman Güzel, Dim-TasavvuS Türk Edebiyatı, s.
489-491.
318
4+4:8
Güneyi kuz, eylemegil Bu söziyüz eylemegil Sohbeti toz, eylemegil Ariflere dil-pezîr ol
6+5:11/4+4+3:11
Bir niyazum vardur Gani keremden Münkir bilmez evliy&nun sımndan Kul Kaygusuz ayru
düşmiş pîrinden Ağlar gelür Sultan Abdal Musa 'ya366
b. Kafiye
Dinî-Tasavufî Türk Edebiyatında kafiye konusunda söz söylemek oldukça güçtür. Klasik
Edebiyatın mukayyed kafiyesmden halk edebiyatının yarım kafiyesine kadar her çeşit
kafiyeyi görmek mümkündür. Yer yer güzel düşen kafiyelerin yamsıra kaf-kef, kaf-gayın, te-
dal gibi göz kafiyesine ters düşen kafiyelerle çıkış noktası bakımından birbirine benzeyen
farklı sesler üzerine kurulu kafiyelere de rastlanabilir. Kafiye konuşu tamamen tesadüfe
bağlıdır diyebiliriz:
Yine vakt-i hazan oldı durugel yatma iy sal/a Bu gafletde ne yatursun bu ömr kalmaz bize
fcakî
Münkirlere zulmet ola mahbüblara kuvvet ola Taliblerün ta'atini Hazret'de makbul eyleye
Işkun dahi bir nişanı her kime irişdiyise İkrar ile kulluk idüp gönülllere yol eyleye
Bu ışk mevci yine başumdan aşdi Sırumfaş eyledi razumi afylı367
c. Nazım Şekilleri
"Manzumelerin, mısra, bend sayışı, bunların sıralanış düzeni, kafiye örgüsü, kompozisyonu
gibi şiirin dış yapışı ile ilgili kuruluş özelliklerine göre aldıkları isme nazım şekli" diyoruz.
Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatım bu açıdan degerlendirdiğimizde Klasik Edebiyatla Halk
Edebiyatı arasında bir geçiş/köprü edebiyat özelliği gösterdiğim görüyoruz. Bu edebiyatta, her
iki edebiyata ait nazım şekilleri de kullanılmaktadır. Klasik kültüre aşina olanlar daha çok
Klasik Edebiyata ait nazım biçimlerim benimserken, halk kültürün-den gelenler veya bu
kesimi hedef kitle olarak görenler Halk Edebiyatına ait nazım biçimlerim kullanmaktadırlar.
Bu düşünceyi genellemek de yanlış olur
319
kanaatindeyiz. Zira pek çok mutasavvıf divanlannda her iki zevki de yansıtacak bir yolla
eserler vermişlerdir. O kadar ki, bir ilahi, gazel biçiminde beyit usulüyle fakat hece vezniyle
söylenebilmiş/yazılabilmiştir. Bu, onların aruzu becerememesiyle ilgili bir durum olmayıp,
tam anlamıyla bir geçiş edebiya-tına ait özellikleri izah edilebilecek bir durumdur.
Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatında kullanılan, Divan ve Halk edebiyatı-na ait nazım
şekillerim şu şekilde sıralayabiliriz:
c. a. Divan Edebiyatına Ait Nazım Şekilleri
Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı mensupları muhteva sabit kalmak şartıyla hem Divan
Edebiyatı hem de Halk Edebiyatı nazım şekillerim kullanmışlardır. Bu konuda hususi bir
tercihlerinden bahsetmek zordur.
Divan Edebiyatı nazım şekillerinden gazel, kaside, kıt'a, musammat, murabba, terkîb-i bend,
tercî-i bend, rubai, tuyuğ, mesnevi kullandıkları başlıca nazım şekilleridir.368
c. a. l. Gazel
Kelime anlamı kadınlar için söylenen güzel ve aşk dolu sözdür. Beyit sayışı 5-12 arasında
değişir. 12 beyitten fazla olan gazellere müzeyyel veya mutavvel (uzatılmış) gazel denir, ilk
beyit kendi arasında daha sonraki beyitlerde de ilk mısra serbest ikinciler birinci beyitle
kafiyeli olur: a-a, b-a, c-a, d-a...
Bazı gazeller mısra ortalannda da kafiyeli olur. Bunlara musammat gazel adı verilir.
Genellikle halis şiir söylemeye uygun, küçük bir nazım biçimi olan gazelin başlıca iki çeşidi
vardır:
Beytileri tek bir tema üzerinde birleşmeyen ve hemen her beytinde başka temalar söylenen
ve her beyti aynı kudrette söylenen gazel. Buna yek avaz adı verilir.
Beyitleri tek bir tema üzerinde birleşerek her bakımdan bütün bir şiir anlayışı ile söylenen
gazel. Bu tür gazele yek ahenk adı verilir.
Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatında en çok kullanılan bir nazım biçimidir. Yalnız şu farkla ki
bu nazım biçiminde hemen daima ilahî aşk konuşu işlenir. Zaman zaman da hece vezniyle de
yazılır/söylenir. Bu yönüyle Klasik Edebiyattaki gazelden aynlır.
Dilberö derdüme derman senden özge kimse yoh Hem dahi gönlümde îman senden özge
kimse yoh
Hicr ivünde men kimünlen hem-dem olam iy sanem Gönlümün şehrinde mihman senden özge
kimse yoh
320
Hızr teg zulmetde kaldum bir meded hl Tenri çün Teşne içün ab-ı hayvan senden özge kimse
yoh Her ne hükm eylersen eyle sen mana iy ışk-ı yar GönlümSn tahtında sultan senden özge
kimse yoh
Bu Hatayı hastanun virgil muradın ya îlah Kim mana lutf u ihsan senden özge kimse yoh369
Şah ismail
Neylerem cenneti içinde dildör olmasa Koy anı virane kolsun bağçada bar olmasa
Gaflet ehli kaldı Hak'dan şöyle bil kim bî-nasîb Kanda didan görür ol bunda bîdar olmasa
Dünyada aşık olan giydi melamet doninı Her yiten aşık mı olur dert ana kar olmasa
Aşıkun meydanda başı top yirine çalinur Başım meydana koymaz kim ki serdar olmasa
Doğruluk dost kapusidur doğn gel gir bu yola Eğri meydanda utanur onda ikrar olmasa
İy Hatayî bu sim hare eyleme nadana sen Gevherün kadrini bilmez ger haridar olmasa370
Şah İsmail
Yak çerağ-ı hüsnüni gönlümde şahı-ı enbiy& Zulmeti refeyle dilden zatım kıl aşina
Lîk mürşidsüz bulinmaz aldadur şeytan seni Mürşid-i kdmil gerekdür önde ancak reh-nüma
Z&t-ı efal sıfatın oldı mecburi bu dil Koyma hicran illerinde ya Habîb-i Kibriya
Sensün envar-ı derunum senden aldı cünbişi Zevk-i ta'at fikrin oldı canda cananum saha
Birpula virdüm cihanın zevkim z&hidlere Leblerün meyhanesinden içeli cam-ı safa
*fk u şevkün dilde hubbun isterem daim senün uel münacatun kabul it Talib'ün ey pür-
vefa'71
AhmedTalibîrşadî
321
c. a. 2. Kaside
Kaside, belli bir amaçla yazılmış Divan edebiyatı nazım biçimlerinden olup, daha çok devlet
ve din büyüklerim övmek amacıyla kaleme alınır. Kaside yazan şaire kasidegü (kaside
söyleyen), kasidesera (kaside yazan) veya kasidegerdaz denilir.
Türk şiirinde kaside geleneği XV. yüzyıldan itibaren kendini gösterir XVI. yüzyılda Hayalî,
Fuzulî, Nev'î, Bakî ve Ruhî gibi şahsiyetlerle gelişme gösteren kasidecilik geleneği XVII.
yüzyılda Nefî gibi en büyük ustasını yetiştirir.
Kaside beyitler halinde yazdır. Beyit sayışı 31 ila 99 arasında değişir. îlk beyit kendi
arasında, sonraki beyitler ilk beytin ikinci mısraı ile kafiyeli (a-a, b-a, c-a...) olur. Klasik bir
kasidede 6 bölüm bulunur: Nesib veya Teşbih, Tegazzül, Girizgah, Medhiye, Fahriye, Du'a.
Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatında bu klasik sıralamaya uyulmaz. En önemlisi de devlet
büyükleri için yazılmaz. Daha çok tevhid ve na'atlarda bu nazım biçimi tercih edilir.
Kasîde-i fî Sırr-ı însan-ı Kamil
Mefaîlün Mefaîlün Mefaîlün Mefaîlün
Dua insan-ı kamilden işit tertîb ü tekmîlat Miirettebdür miirekkebdür odur fi 'l-asl-ı mevcudat
Eğer esfel eğer edna anun uzvı hurüfatdur Teşekküller ibaretdür me 'anî cümle te 'sırat
Mücelled cümle eczası anun terkîb-i tab'idur Libas-ı cismi şîraze vemal-i hüsn-ı tertibat
Vücüd ma'na-yı ümmü'l-kitab oldı budur mefhum Kitabu'llah havîdür kuvvası cümle-i
terkîbat
Nısf-ı a 'lası eflakdur kuvvdsidur melekler hep Fehm-i akl-ı me 'ad içün makam sidre-i
tevkifat
Müheymun durur kalb-i kuvvası dinilür olun Bulardur cümleye hakim bu sırdur akl-ı külliyat
Şeb-i Mi'rac-ı Hazret'de teşehhüd eylemek Cibril Makam-ı akl-ı külidendür tahiyyat ile
neşriyat
Netice söz velîler hep nübüvvetden olur zahir Gelenler sırren ve neslen bulur irşad-ı tekrîmat
322
Be külli nazm u nesrile iyon itdüm nice esrar Kana miras ceddümdür ulum ba'd-ı tahribat
Hakikat sırr-ı çar-dehle bu dem mesrur olup Haşim Şarab-ı nab-ı vahdet hem sunar kaseyle
tesnîmal372 Haşim Baba
c. a. 3. Mesnevî
Her beyti kendi arasında ayn ayn (a-a, b-b, c-c...) kafiyeli olup aruzun kısa kalıplarıyla
yazılır. Uzun manzume veya kitap halindeki mesnevîler kendi adlarıyla anılır.
Türk edebiyatında ilk büyük mesnevî Yusuf Has Hacib'in Kutadgu Bilig adlı eseridir. Sonra
Mevlana'nın Mesnevtsi gelir. Mesnevîler Türk edebiyatı-nin manzum romanları sayılabilir.
Mesnevî dibace, tevhid, münacaat, na't, mirdciye, medhiye, sebeb-i te 'lif, agaz-ı dastan,
hatime bölümlerinden oluşur.
Dinî-tasavvufî Türk edebiyatında mesnevî'lerde; dinî ve tasavvuf! konulan işleyen tevhid,
nat, münacat, miraciye, mehdiye.. vb temalar işlenmektedir.
Mesnevî-i Mi'raciye
Failatün/ Failatün/Failün/
Sırr-ı vaslı bilmek istersen eğer Kabe kavseyn ayetinden al haber
Mazhar-ı feyz-i cemalullahtır işbu sırra aşıkdn agahtır
Oldu şevk-i vuslat ile gark-ı aşk Hakk'a tahmîdi bu güne kıldı meşk
Şöyle takdis ü tahiyyat eyledi Ve 's-selavdtu ve 't-tayyibat didi
Ya 'ni ey Vahid olan zat-ı Huda Hep bana mahsus ibadat u sena
Hadd ü teşbih ü du 'a vü tayyibat Zikr ile tevhid ey akdes-sıfat
Ben rıza-yı pakine dildayem Vaslına can virmege amadeyem
323
Mahz-ı lütfü rahmetiyle ol Huda Didi Mahbübum Resulüm Mustafa
Esselamü aleyke eyyühe 'n-nebiyyü V'ey sa'adet burcunun meh ü kevkebi
Sana da olsun selam u rahmetim Mağfiretle berekat u ni'metim Adile Sultan
Bir aca 'ib derdi var aşıklarun hiç sormanuz Dil île takrir alınmaz anları siz yormanuz
Derd-i firkat dediler bu derdin ismin aşıkan Düşmesün bu çah-ı derde kimseler ya Müste'an
Böyle bir müşkil aca 'ib derd imiş bu derd aceb Bil ki bu derdim devası da 'ima erkan u edeb
Çıkma erkan u edebden pür-edeb ol pür edeb istikamet yolların sen eyle Allah 'dan taleb
Talib ol bin derd ile sen derd-i aşka talib ol
Derd-i aşk matlubum vasıl ider elbet sana
Ahmed Talib irşadî
c. a. 4. Murabba
Murabba dört köşeli, dörtlü demektir. Edebiyatımızda ilk yüzyıllardan başlayarak son
zamanlara kadar çok kullanılan bir nazım biçimidir.
Murabba aynı vezinde dörder mısralık bendlerden oluşan bir nazım biçimidir. tik bendin
dört mısraı kendi arasında, diğer dörtlüklerin son mısraı ilk dörtlükle diğer üç mısra da kendi
arasında kafiyeli olmak üzere bir dizili-şe sahiptir: a-a-a-a, b-b-b-a, c-c-c-a... Son mısra her
bendin sonunda tekrar-lanıyorsa mütekerrir murabba, tekarlanmıyorsa müzdevic murabba
adım alır.
Genellikle dört ila sekiz bendden oluşmakla birlikte bu sayıyı aşan mu-rabbalar da vardır.
Hemen hemen her konu işlenebilir. Dinî ve didaktik konularla övgü, yergi, manzum mektup
gibi konular daha çok bu nazım biçiminde işlenmiştir.
Murabba
Mefa 'îlün/ Mefa 'îlün/Mefa 'îlün/Mefa 'îlün/
Cemalin sem 'ine pervane-veş yanmak diler gönlüm Visalün zevkine cana irüp yanmak diler
gönlüm Görüp her yüzde nürinı seni sanmak diler gönlüm Cemalin sem 'ine pervane-veş
yanmak diler gönlüm
324
Duyaldan vasf-ı pSJüni seni benden cüda kıldı Visalünsüz sqfQ bulmaz anıınçün çok cefa
kıldı inlup zat-ı pakini gidüp kendin hafa kıldı Cemalin sem 'ine pervane- veş yanmak diler
gönlüm37* Haşim Baba
Mefa 'îlün/Mefa 'îlün
Hakikat genc-i pinhanem Velî süretde insdnem Se dü tefsîr-i Kur'önem Cehar heşt bahr-ı
ummanem
Zuhurum mereci'-i eşya Müsemmayam dahi esma Bana sacid kamu tersa Ki her fan ile bir
sanem
Cinan-ı tab'umi gezdüm Me 'arifgencini sezdüm Bu eşkal-ı hafi düzdüm Meratib üzre niranem
375
Haşim Baba
Didaruna yüz sürmeğe Şeyhüm sana geldüm bugün Aslum dileyüp görmeğe Şeyhüm sana
geldüm bugün
Dergahına şayeste kıl Kullık ile der-beste kıl Gitmem kapundan böyle bil Şeyhüm sana
geldüm bugün
Bir derdliyem derman arar Yokdur deva derdüm yarar Ey derd-i yar derman-ı yar Şeyhüm
sana geldüm bugün376 Ahmed Talibî îrşadî
c. a. 5. Kıt'a
Sözlük anlamı parça, bölük, cüz'dür. En az iki beyitten oluşan nazım biçimidir. Beyit sayışı
ikiden fazla olanlara kıt'a-i kebîre adı verilmiştir.
325
Klasik edebiyatta kıt'alar, mahlassız şiirlerdir. Mısralar arasında anlam bütünlüğü bulunur.
Konulan önemli bir düşünce, hikmet, nükte, yergi hayat görüşü olabilir.
Bir ve dördüncü mısraları birbiriyle kafiyeli olan kıt'alara nazmı denir. Beyit sayışı ikiden
fazla olan tat'a-i kebîreler matla'l olmayan gazele benzer.
Kıt'alar müstakil şiirler olarak divanların sonunda mukattat başlığı altında yer alırlar.
Kalem olsun eli ol katib-i bed-tahnrin Kifesad-ı rakamı sürümüm sur eyler Gah bir harf
sükütuyla eder nadiri nar Gah bir nokta kusuriyle gözü kür eyler
Fuzulî
Dest-i kutahımızı etmemiş Allah resa Menba-ı lutfunu yoksa elimizle kaparız Bize yersin mi
Huda ab-ı hayat-ı tevfik Hızr'ı bulsak reh-i zulmette külahın kaparız177 îzzet Molla
c. a. 6. Tuyuğ
Yalnız Türk edebiyatında görülen ve aruzun failatün/failatün/failatün/ failün kalıbıyla
yazılan dört mısralık millî bir nazım biçimidir. Halk edebiyatındaki maninin karşılığıdır.
Tuyuğ, eski millî nazım biçimi olan dörtlüğün divan şiirine yansımasıyla ortaya çıkmıştır.
Buna maninin aruzla söylenmiş biçimi de denilebilir.
Tuyuğ'un kafiye düzeni genellikle mani ve rubaide olduğu gibi a-a-x-a biçimindedir. Ancak
x-a-x-a biçiminde olanlar da vardır. Dört mısraı da birbiriyle kafiyeli olan tuyuğlara musarra
tuyuğ denir.
Mani ve ruba'îde olduğu gibi tuyuğda da önemli bir düşünce dile geti-rilmeye çalışılır. Bu
sebeple zor söylenen şiirlerden olup mahlas kullamimaz. Daha çok Azerî ve Çağatay
edebiyatlannda XIV ve XV. yüzyıllarda kullanılmıştır:
Kadı Burhaneddin ve Nesîmî bu nazım biçimüün önemli ustalanndan-dır.
Musarra Tuyuğ
Alemi yüzün gülistan eylemiş Bülbülü sermest ü hayran eylemiş Anbertn zülfün perişan
eylemiş Mahını ebrinde pinhan eylemiş
326
Dalmışım, sol bahre kim payanı yok Batmışam sol gence kim hüsranı yok Bulmuşam sol
bedri kim noksanı yok Girmişem ol şehre kim viranı yok378
Nesîmî Hakk'a şükür koçlarun devranidur Cümle alem bu demim dayranidur
Gün batandan gün doğan yire değin Aşk erinün bir nefes seyranidur
Kadı Burhaneddin
Neva'î
La'lidin canımga odlar yakilur Kaşı kaddimni cefadan ya kilur Min cefdsı va 'desidin şad min
Ol vefa bilmen ki ya kilur379
c. a. 7. Terci'-i Bend
Terci'-i bend, hane adı verilen gazel biçiminde kafiyelendirilmiş beş on beyitlik şiir
parçalannın vasıta adı verilen ve sürekli tekrarlanan bir beyit ile birbirine bağlanmasından
oluşan nazım biçimidir. Terci'-i bendin her şiir öbeğine hane veya terci'hane denir. Terci'hane
vasıta beytiyle birlikte bend adım alır. Şair mahlasım son terci'hanede söyler.
Bu nazım biçiminin kafiye düzeni a-a, x-a, x-a... W; b-b, x-b, x-b... W vd. Ancak
terci'hanesinin her mısraı birbiriyle kafiyeli bendlerden kurulu terci-i bendler de vardır.
Terci-i bendlerin konuşu felek, Allah'ın kudreti, evrenin sonsuzluğu, hayatın zorlukları gibi
konulardan oluşur. Bu türün en önemli ismi Kaygusuz Abdal, Ziya Paşa ve Şeyh Galibedir.
Cennet mekan Şehzade Mahmüd Celaleddin Efendi hakkında Mersiye
Müstefilün/Müstefilün/Müstefilün/Müstefilün/
Şahenşeh-i devran iken Abdulaziz huld-ı can Elvirmedi zalim felek yar olmadı baht-ı siyah
Kalmışdi bir şehzadesi manende-i hurşîd ü mah îtdi ecelde akibet ol goncayı mahv ü tebah
Pek genç iken itdi vefat Mahmüd Celaleddin ah Matem tutarsa ka'inat şayestedir bî-iştibah
Hulkı güzel hüsni güzel bir mah idi ol nev-cihan Güller gibi açılmadan soldurdı ruhsann
hazan
327
Hicranı yakdı c&numı yandum aman el-aman Gitdi elümden eylerim bülbül gibi ah ü figan
Pek genç iken itdi vefat Mahmüd Celaleddin ah Matem tutarsa ka'inat şayestedir bî-iştibah
Ey daderim Abdulaziz cennet sana olsun mekan Sen görmedin evladına kıydı nasıl zalim
cihan
Aciz kalup dermandan aldı haldman-ı natüvan Buldı y erini akibet Alllah 'in emri bî-güman
Pek genç iken itdi vefat Mahmüd Celaleddin ah Matem tutarsa ka'inat şayestedir bî-iştibah
Ey Adile agah ol dünya vü mafiha nedir Lazım olan ehl-i dile meyhanedir peymanedir TSra
bu dünyanın sonu bir şey değil viranedir Feryad idendir andelîb süzan olan pervanedir Pek
genç iken itdi vefat Mahmüd Celaleddin ah Matem tutarsa ka'inat şayestedir bî-iştibah380
Adile Sultan c. a. 8. Terkib-i Bend
Terkib-i bend, hane adı verilen gazel biçüninde kafıyelendirilmiş beş on beyidik şiir
parçalannın vasıta adı verilen sürekli değişen bir beyit ile birbirine bağlanmasından oluşan
nazım biçimidir. Terkib-i bendin şiir öbeğine hane veya terkibhdne denir. Terkibhane vasıta
beytiyle birlikte bend adım alır. Şair mahlasım son terkibanede söyler.
Bu nazım biçiminin kafiye düzeni a-a, x-a, x-a... W; b-b, x-b, x-b... YY vd. Ancak
terkibhaneye uyan bendlerden kurulu (a-a, x-a, x-a.. AA; b-b, x-b, x-b.. BB) terkib-i bendler
de vardır.
Özellikle sosyal konular, din, tasavvuf ve felsefe konuları bu nazım bi-çiminde kaleme
alınır. Burada Kaygusuz Abdal'ın tasavvufi temleri işleyen terkib-i bend'ini de zikredebiüriz.
Bu nazım biçiminin en önemli ustası Bağdatlı ROhî'dir. Buna pek çok nazire yazılmıştır.
Bunlardan en ünlüsü ise Ziya Paşa'mnkidir.
Der Şan-ı E'imme-i tsna Aşer Radıyallahu anhüm
Faildtün/ Failatün/ Failün/
Hamd ü minnetle ubüdiyyet ü sena Da'im ü bakî olah Hakk'a seza
Sani ü Halik u Kebîr ü Müste 'an Hafız u Nasır'dır ol zat-ı Huda
328
Kulların her vechie şddan ider Lutfina ihsdnına yok intiha
Hem ol Fahr-ı ka'inat bin saldı Bd'is-i icad-ı eşya mutlaka
Sevgili mahbübudur matlubudur Alenüne rahmet oldur bî-riya
Alinin ashabının yüz bin selam Ola ervahına ihdd da 'ima
Halet-i isna-aşer evlad-ı hem Aşk-ı ta'dadı dile gördi ehem
Hem ikincisi İmam ba-safa Ol Hasan ibni Aliyyü'l-Murtaza
Menba '-ı irfan ü ihsan ü kerem Kurre-i ayn habîb-i KibriyĞ
Hulk-ı hüsnü-veş hüsn kendi Hasen Gelmedi alemde hiç emsal ana
Bağ-ı cennet goncası iken lebi Hokka-i zehr itdi erbab-ı şeka
Bahriar olsa midad-ı eşcar-ı kalem Medh ü vasf-ı şanı bulmaz intiha
îttila-yı şanım eyle kıyas Cdygah-ı düş-ı Fahr-ı Enbiya
Kırk yedi yaşında ol zat-ı sa'îd Rahmet-i Hakk'ı bulup oldu şehîd
•••
Ya îlahî ism-i A 'zam aşkına Nasır u Rahman u Erham aşkına
Zat-ı Mahmüd u Muhammed Mustafa Sevdiğin ol Fahr-ı Alem aşkına
Nuh ü ibrahim ü Musö aşkına Yusuf ü Ya 'kub u Adem aşkına
Ebubekir Faruk Ömer Osman içiln Haydar-ı Kerrar ü Efham aşkına
Ol imam&n-ı sa 'adet menzile! Cümle ashab-ı ekrem aşkına
329
Adile 'yi rahmetinle şad kıl Al ü evlad-ı mükerrem aşkına
Şevk buldukça anlarla erem Aşık u sadıkları göre kerem^'
Adile Sultan
c. a. 9. Rubai
Dörtlü, dörtlük. Klasik edebiyatta ve dinî-tasavvufî Türk edebiyatmda tam bir anlam ifade
eden kendine has bir ölçüşü olan dört mısralık bir nazım biçimidir. Halk edebiyatındaki
maniye benzer.
Bu nazım biçiminde l, 2,4. mısralar kafiyeli 3. mısra serbesttir: a-a-x-a. Ancak ikibeyitlik
kıt'a biçiminde (x-a-x -a) yazılan ruba'îler de vardır.
Ruba'î'nin kıt'a ve nazmdan farkı özel bir ölçüyle yazılmış olmasındadır. Ruba'înin bir başka
özelliği yoğun bir fikir örgüsüne sahip oluşudur.
Ruba'iyyat-ı Hazret-i pîr Haşim Baba
Sen seni bilsen eğer alem-i kübrasın sen Menşe'-i feyz-i ezel nüsha-i kübrasın sen Ma.hz.en-i
sırr-ı Huda hdne-i kübrasın sen Mazhar-ı emn ü eman mahmel-i kübrasın sen382 Haşim Baba
Hak-i pa-yı Hanedanı eyleyen tütiya. göze Alem-i lahütı bil ki gaybu 'l-ummanı göre Nazar-ı
vahidde vahdet közgüsinden alemi An-ı da'imde ezel ahir temaşasın göre383
Haşim Baba
Bu Hatayt bendenün gör halim Kim yalında kaydı baş ü malini Pür-gündhem ta 'na kılma
z&hida Bendesinün Hak bilür a 'malini384
Şah ismail Hatayi
Ey gönül gel kendüni sen zevk ararsan bî-niha Çıkma cismün kal'asından anda bul hoş bir
sofa Kıl teveccüh hakk'a sırrında görürsün bî-mekan Çün iyondur gün gibi dilde o yar-ı
pürvefa385
Ahmed Talibî îrşadî
»1 Aynur Koçak, a. g. e, s. 189-196 (Şiirin tamamı 105 beyit olup 12 İmam hakkındadır.)
3M Asuman ergün, a. g. tez, s. 413.
3" a. g,. tez, s. 414.
384 Adile Yılmaz, a. g. tez, s. 343
"ı" Neslihan Dönmez Aipdoğan, a. g. tez, s. 217.
330
Yine handan olayım bağ-ı fenada gül olup Öteyim hüsnüne karşu o şehün bülbül olup Takilup
zülfine Mansür gibi ber-dar olayım Dahi cismüm yakayım savurayım hem kül olup387
Ahmed Talibî îrşadî
Ya İlahî aşk-ı zatun derdüme derman olur Çeşm-i dil görse sıfatın hün île giryan olur Pak olur
mir'dt-ı kalbim lutfile kılsan nazar Kurtulup gamdan kudur&tdan gönül şadan olur'88
Ahmed Talibî îrşadî-
Ey mürg feryadına ba'is nedür leyi ü nehar Şimdi sitd eyyamidur sandun mı sen geldi bahar
Sabr it hele ey can kuşi küf ad olsun da ot Yokdur sana layık bizüm a 'malimüz ta serteser389
Ahmed Talibî îrşadî
c. a. 10. Muhammes
Muhammes sözlükte beşli, beşlik demektir. Edebiyatta aynı vezinde beşer mısrahk
bendlerden oluşan nazım biçimi, îlk bendin 5 mısraı kendi ara-sında kafiyeli sonraki bendlerin
son veya son iki mısraı ilk bend ile kafiyeli olur: a-a-a-a-a, b-b-b-b-a... veya a-a-a-a-a, b-b-b-
a-a...
Muhammes'ler 4 ila 8 bend arasın değişik uzunluklarda ve hemen hemen her konuda
yazılırlar.
Gönül ayinesi olsa mücella îder elbetde Hak andan tecelid Tecelladan hasıl olur tesella Olur
çirk&b-ı kesretden müberra Muhakkak beyt-i Hak mir'at-ı ma 'na
Hezarpare olursa ger bu mir'at Görinür her birinde ayn-ı bi'z-zat Müşahiddür mezahirde bu
halat Görür aynın iden bu sözi isbat Muhakkak beyt-i Hak mir'at-ı ma'na
Gönül ayinesi olferd ü yekta Zamanun sahibi bî-misl-i hem-ta Zuhür-ı kabe kavseyn ev edna
Kuvvası sırndur bu hayfarihi Muhakkak beyt-i Hak mir'at-ı ma'na
387 Neslihan Dönmez Aipdoğan, a. g. tez, s. 217.
388 Neslihan Dönmez Aipdoğan, a. g. tez, s. 218.
389 Neslihan Dönmez Aipdoğan, a. g. tez, s. 218.
331
KemOli Haşimün nutk-ı demidür Dem ile her nefs her ten diridür Kelam-ı her demi sırr-ı
Ali'dür Kulüb-ı kalib ider Haydarî'dür Muhakkak beyt-i Hak mir'at-ı ma 'no390 Haşim Baba
Mefa 'üün/Mefa 'tlün/
Bu sözüm eylegil idrak Kesret camesini it çok Gide vahdetle işrak Bir ola cevher ile hak Bir
ola yar ü ağyarun
Eğer sen adem olsaydun Yahud insanı bulsaydun Sücüd sırrım bilseydin Me'asiden
olurdunpak Giderdi şirk ü inkarun
îrişdi ödeme devrün Niçün zevk olmaya cevriin Hemtn derman ola derdim Cendbetden
olagörpak Sal&t ola kamu karım
Gel imdi Haşima her dem Olagör ödeme hem-dem Olursun sırnna mahrem Dinilür sırnna
levlak Açar zulmanî env&run391
Haşim Baba
c. a. 11. Müseddes
Sözlükte altılı, altılık demektir. Edebiyatta aynı vezinde altışar mısralık bentlerden oluşan
nazım biçimi, îlk bendin altı mısraı birbiriyle kafiyeli, sonraki bendlerin son bir veya iki
mısraı ilk bend ile kafiyeli olur: a-a-a-a-a-a, b-b-b-b-b-a... veya: a-a-a-a-a-a, b-b-b-b-a-a...
Müseddesler de 5 ila 8 bend arasında değişir ve her konuda yazılabilirler. Ancak felsefe ve
tasavvuf konulan daha sık işlenir.
39» Neslihan Dönmez Aipdoğan, a. g. tez, 201-204. 391 Asuman Ergün, a. g. tez, a. 289, 290.
332
Mefa'îliin/Mefa'îlün/Mefa'îlün/Mefa'îlün/
Hakikat talib-i Mevla olan canı ider kurban Eğer hubb-ı siva dilde kalursa bulamaz ihsan
Katur çah-ı cehaletde ilişmez ilm île irfan Eğer bu beyt-i ulyanun iderse nakşım seyran
Hakikat üzre eşyayı bana bildir eya Fettah Seni görem seni bilem bu hdl ile olam ıslah
Rıza-yı Hak'da ol da'im hilafından hazer eyle Ümidim lutf-ı Hak olsun kamu şeyden güzer
eyle Sona dek halka hor bakma kamuyu hoş nazar eyle Bu nutkum can ile ders it muradun
mahazar eyle Hakikat üzre eşyayı bana bildir eya Fettah Seni görem seni bilem bu hal ile
olam ıslah392
Haşim Baba
c. a. 12. Müfred
Müfred tek, yalnız, ayn. Edebiyatta başka beyitlerle ilgisi olmayan ve bir şiir içinde yer
almayan beyte denir. Bunlar genellikle divanların sonunda yer alırlar ve iki mısranın da
birbiriyle kafiyeli olması şart değildir.
Mefatlün/ MefailünMefaîlimMefailün/
Sana senden yakındur Hak zahirde Hak batında Hak
Her mekana eyle secde evvelde Hak ahirde Hak Haşim Baba
Fa 'Hatun/ Fa 'ilatün/Fa 'ilatün/Fa 'Hatun/
Arife efal-i tevhid zikr-i Hu 'dür her nefes
Seyre gelmiş işbu mülki cism ü ten ana kafes
Haşim Baba
Mefülü/Mefa'ilün/Mefulü/Mefa'ilün/ Bir dilde di ışk olmaz hiç anda sofa olmaz Bilmez
demim adem ol demde vefa olmaz
Haşim Baba
Mefa 'ilün/Mefa •ilün/Mefa'ilün/Mefa 'ilün/ Acebdür herkese arif kamu varın nisar eyler
Adavetle bakup münkir münafıkdur firar eyler193
Haşim Baba c. a. 13. Tahmis
Tahmis beşleme demektir. Edebiyatta bir gazelin her beytinin basma başka bir şair
tarafmdan aynı vezinde üç mısra eklemek suretiyle meydana getirilen nazım biçimi.
333
Beyit düzeninin bend düzenine dönüştürülmesiyle ortaya çıkan tahmiste, başa eklenen
mısralar kafiye yönünden her beytin ilk mısraına uymak zorundadır: a-a-a (a-a), b-b-b (b-a).
c-c-c (c-a)...
Tahmiste asıl beyit ile eklenen mısralar arasında bir anlam bütünlüğü oişması zorunludur.
Nutk-ı Hazret-i Nakşî Tahmis-i Hazret-i Pîr Kuddisesirrahu
Hakikat cümle eşyada Huda her dem iyon söyler Kulağun tut kamu Hakk'a işit sanma nihan
söyler Ana el'an olan diller ene'l-Hakk'ı heman söyler Eya sen sanma kim senden hu güftan
dehan söyler Veya terkîb olan unsur yahüd lahm-i zeban söyler
Seni ol tatma mir'at idüp zarfün-durur eşya Senün nürunla mücella-durur eya esfel a 'la
Zuhurun mazhar-ı tamdur vücudun nüsha-ı kübra Seni ol sana bildirmek muradın kasd idüp
Mevla Anasırdan giyüp bir ton yüzünden terceman söyler
Mahabbet kenzini ışkı idüp i'lan dil ü canda Biterdi bir seçer güya ola seyran bu meydanda
Mefahir cami'-i esma düyip insan bu elvanda Yaratdı cümle eşyayı özin pinhan idüp anda
Görinür nice bir yüzden velî kendin nihan söyler
Vesahdan pak idüp cümle me 'adım dilün zerger Neb&tun feyz-i hayevanun hayatidur demün
ey er Senün emrünle saridür hüviyyet her işi işler Kimündür bunca cünbüşler kimündür nutk
iden gevher özünden olmadın arif ki senden özüne kan söyler
Kelam-ı Haşimî zevkin tuyan aşıklar ey Nakşı Cemal-i hüsnünün seyrin iden aşıklar ey nakşı
Hakikat beyninün kasesin tutan açıklar ey Nakşı Sakahüm rabbehüm hamnn içen aşıklar ey
Nakşî iren ma'şukına anlar mekandan la-mekan söyler394 Haşim Baba
Tahmis-i Derviş ismet
Alemi yakdı seraser ateş-i bala-yı aşk Şu'le-i nür-ı sofa oldı ziya bahşa-yı aşk Mucîb-ifeyz ü
sa 'adetdür bütün ima-yı aşk Oldu zahir şerh-i hubb-ı yar ile ma'na-yı aşk
334
Mihr-i Mevland tağınca evc-i sînemde temam Süznakem şöyle kanün-ı muhabbetde müdam
Nalemi tuysa döner Zühre ila yevmü'l-kıyam Ah ü zarım perde perde tutdı Uşşakı makam Dil
sema itdi bu demlerde neva-yı nay-ı aşk
Arz-ı ruhsar eyleseydi bir sdbOh ol afîtab Ta'atıyla meclis-i rindan bulurdı ab ü tab Dest-i
sakiden idenlerAdile nüş-ı şarab Bende olsam îsmeta ol feyzie mest ü harab Ta kıyamet olur
oy müstağrak-ı derya-yı aşk395
Adile Sultan
c. b Halk Edebiyatına Ait Nazım Şekilleri
Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı mensupları Divan Edebiyatında olduğu gibi muhteva sabit
kalmak üzere Halk Edebiyatında da koşma ve mani tipim tercih etmişlerdir.
a. Koşma 'ya örnek:
Niyazî-i Mısrî'nin şu şiiri bir koşma örneğidir:
Hakk'ı seven aşıkların Halkın arasından çıkar Eğlencesi tevhid olur Tevhidi görse
can atar Aşk odina yanıkların Bülbül gibi daim öter Eğlencesi tevhid olur
Eğlencesi tevhid olur
Durmaz isim sürer dili Mal u menalin terk eder Sorar müdam doğru yolu Ehl ü iyalin
terk eder Gerçek ere diyen belt Hal ile kalin terk eder Eğlencesi tevhid olur
Eğlencesi tevhid olur
izinden ayırmaz gözünü Dünya ve ukba perdesin Can ile tutar sözünü Ardına atar
cümlesin Görmeğe iver yüzünü Kor masiva eğlencesin Eğlencesi tevhid olur
Eğlencesi tevhid olur
Mısrîye uyan kişinin Gider çürüğü işinin içindeki can kuşunun Eğlencesi tevhid olur196
335
b. Mani'ye örnek:
Bir örnek olmak üzere Erzurumlu İbrahim Hakkı Divanındaki manilerden birkaç tanesin!
sunuyoruz;
Oldum sema hem-saye Dondandır inci denden Sal üstüme hem saye Park olmaz
inci tenden Mihrin versin banafer incitme can gönül yap Her nice ki şems aya
incinme incitenden
Dil sende ya bendedir Mahluk ile bil Hakk 'ı Azade ya bendedir Masdar bul ol
müştakı Yabanda değil bendedir Evvel O 'dür ahir hem Gümgeşte ya bendedir.
Pinhan ayan ey Hakkı397
î-. Dint-Tasavvufî Türk Edebiyatına Ait Nazım Şekilleri:
Aslında tasavvuf düşüncesinde şekilciliğin önem taşımadığı hususunu da göz önüne alacak
olursak mutasavvıfların, şiirin dış yapışma pek önem vermediklerim, şiirin bu yönünü ihmal
ettiklerim rahatlıkla söyleyebiliriz. Dinî-tasavvufî Türk Edebiyatım^ kendi disiplinine mahsus
özel bir nazım şekli yoktur. O, bir yandan Divan edebiyatı nazım şekillerim, diğer yandan da
Halk edebiyatı nazım şekillerim hitap edeceği kitlenin durumuna göre rahatlıkla
kullanmaktadır.
C. Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatına Ait Türler
Bilindiği gibi bugüne kadar Türk Dili ve Edebiyatının; Türk halk edebiyatı, divan edebiyatı
ve dinî-tasavvufî Türk edebiyatı bilim dalları üzerinde yapılan araştırmalarda, genel anlamda
nazım şekli, özel anlamda da tür konuşu tatmin edici bir sonuca ulaşmamıştır. Öyle ki
özellikle halk edebiyatın-da şekil ile türler, adeta birbirine karıştırılmış, zaman zaman bunlar
birbirinin yerine geçer duruma getirilmiştir. Öyle olmuş ki şekil yerine tür, tür yerine şekil
temünolojisinin de bazen aynı olarak kullanıldığı görülmüştür.
Özellikle divan edebiyat ile dinî-tasavvufî Türk edebiyatı bilim dalların-da bu nazım şekli
ve türlerindeki karışıklığın hala yaşadığı da görülmektedir.
Bu konuya tarihi süreç içinde baktığımız zaman, Türk toplumunun IX. asırdan itibaren geniş
bir coğrafyaya yayılışında onların; dil, edebiyat, sanat ve kültürel yapılannda da birçok
yenileşme, etkileşme ve gelişme hareketle-rinin olduğu görülmektedir. Bu noktadan hareketle
Türk edebiyatında nazım şekil ve tür konulannda da hareketli bir dönemin başlamış olduğu
görülecektir.
336
Günümüze kadar, Türk Edebiyaünda nazım şekli ve türlerim ele alan eserler bu konuda;
"tarz, şekil, eşkal, nev, teganni.. .vb." gibi terimlerin kul-lanılması teklifinde bulunmuşlardır.
Ancak bunlar üzerinde de ittifak sağlanamamıştır. Bu sebeple, bu konudaki karmaşa hala
devam etmektedir. Şimdi bu hususdaki görüşleri sırasıyla görelim:
Tür ve şekil meselesi üzerinde duran araştırmacılardan A. Talat 0-nay'ın398 basını çektiği
Hikmet îlaydın399 ve Cem Dilçin'in400 de iştirak ettiği görüşlere göre; şekil, şiirin vezni,
kafiyesi, mısra ve dörtlük sayışı, duraklar, hece sayışı gibi dış yapı özelliklerim oluşturur.
Tür ise; muhteva itibariyle şiirin üzerinde durduğu, işlediği konuya göre belirlenir. Buradan
hareketle bir şiirin şekil olarak aldığı isimle, tür olarak aldığı ismin farklı olabileceğim
söylemek mümkündür.
Fuat Köprülü,401 Pertev Naili Boratav,402 Hikmet Dizdaroğlu 'nün403 o-luşturduğu bu
ikinci gruba göre ise halk şiirinde şekiller değil, türler vardır. Türler de birbirinden ezgileriyle
ayrılmaktadırlar.
Dizdaroğlu, cönklerdeki nazım şekillerinde belirtilen parçaların her zaman aynılık
göstermediğim söyleyerek, bir koşmanın bazen 7'li bazen 8'li olarak karşımıza çıktığım
belirtmektedir.
Fakat bu görüşün de eleştirilen yanları vardır. Örneğin makamın şekilden ziyade türün
belirlenmesinde bir ölçü olabileceği akla daha yatkındır.
Konuya dinî-tasavvufî Türk edebiyatı açısından baktığımızda benzer durumları
görmekteyiz. Dinî-tasavvufî Türk edebiyatı, dağdaki çobandan, sa-raydaki devlet başkanına
kadar bütün kesimlere hitap edebilen bir karaktere sahiptir. Bazen sanatlı ve allegorik
ifadelerle dolu sanat gücü yüksek eserler, bazen de duyguların en yalın bir biçimde ortaya
konulduğu eserler de vardır.
Bu edebiyat; şekil ve tür olarak bir yandan klasik edebiyatla diğer yandan aşık edebiyatıyla
iç içe girmektedir. Kesin ve net bir sınırlama yapmak mümkün değildir. Fakat, yine de ilnü
mülahazalar sebebiyle tasnif yapmamız icap ettiğinde tutulacak en sağlıklı yol Türk
edebiyatının bütünlüğüne bir zarar gelmemek kaydıyla- muhtevalardan hareket etmek
olacaktır.
Eserin, bu edebiyatın bünyesi içinde kabullenilebilmesi için evvela muh-tevaya
bakılmalıdır. Muhteva; dinî, tasavvufî, ahlakî, millî konulan işlemelidir. Bu işleyiş, üslüb ve
tarz olarak klasik edebiyatla farklıklar gösterir. Örneğin tevhit, münacat, nazım türleri klasik
edebiyatta da vardır. Fakat klasik
337
edebiyatın yaklaşımı ile dinî-tasavvufî Türk edebiyatının yaklaşımı belirgin çizgilerle bazen
birbirinden ayrılırlar.
Bilindiği gibi, "manzumelerin konulanna göre aldıkları adlara nazım türü denir. Nazım
türünde, belli bir nazım şekline bağlı kalma şartı aranmaz. Ancak, bazı konuların yine bazı
nazım şekilleriyle çokça anlatıldığı görülür.404
Nazım türlerinde muhteva önemlidir. Bu bakımdan muhtevası farklı o-lan pek çok konu
sebebiyle pek çok tür ortaya çıkmıştır. Bazen aynı türün, manzum ve mensur şekilleri
oluşturulmuş, bazen de hiç örneği olmayan orjinal türler ortaya konulmuştur. Dinî, ahlakî,
tasavvuf? ve millî özellikler taşıyan manzum ve mensur hikayeler, risaleler, (budalaname,
miglatname, pendname elifname, sohbetname, tesbihname besmelename, vb.) Hep dinî-
tasavvufî Türk Edebiyatının türleri arasında yer alan mahsuller olarak sayılabilirler.405
Tür ve şekil konusunda; A. T. Onay, H. îlaydın'ın tasniflerinin kanaatimizce daha uygun
olduğunu ifade etmek isteriz.
Sonuç olarak diyebiliriz ki; bugün önümüzde duran bu görüşler tam manasıyla oturmuş
değildir. Bunlar sadece birer varsayımlar, yaklaşımlardır. Oturmuş bir tanımlama yapmak,
ancak yurt içi ve yurt dışı kütüphanelerin-deki binlerce mecmua ve cönkün, dinî-tasavvufî
mahiyetteki eserierinin ince-lenmesi ve bunların mümkünse yüzyıllara göre akraba Türk boy
ve topluluk-lanndaki eserlerle de mukayesesinin yapılması suretiyle daha gerçek neticelerin
çıkması mümkündür.
îşte biz bu noktalardan hareketle bugüne kadar ciddiyetle ele alınmayan bir konuya el
atmayı düşündük. O da, bu konunun bazen divan edebiyatı içinde, bazen da Aşık edebiyatı
içinde yüzeysel olarak veya sadece adından bir iki kelime ve birkaç türden ibaretmiş gibi
bahsedilen, fakat asıl konuya nedense değinilmeyen, ama gerçek anlamda edebiyatımızın da
önemli bir bölümünü teşkil eden dinî-tasavvufî Türk Edebiyatında türleri ele almaya,
incelemeye başladık.
Başlangıç mahiyetindeki bu çalışmanuzda elbette ki bazı noksanlanmız olacaktır. Bu
noksanlanmızı, ilerde yapacağımız çalışmalanmızla bizzat veya diğer araştırmacıların
çalışmaları ve onların değerli katkıları, yapıcı ve şevk-lendirici yardımıyla düzelteceğiz ve
tamamlayacağız.
Bilindiği gibi dinî-tasavvufî Türk edebiyatı, türler konusunda406 zengin bir malzemeye
sahiptir. Eğer bizler bu malzemeleri hakkıyla değerlendirebi-lirsek, cidden önemli neticelere
ulaşabiliriz. Bu cümleden olarak dinî-
4" Kocatürk, V. M., a. g. e., 8. 3-6.
v» Pala, î., a. g. e., a. 107.
338
tasavvuf? Türk Edebiyatındaki türlerin ihtiva ettikleri konulan itibariyle; ana başlıklar altında
bir tasnife tabi tutabiliriz. Bunlar da:
7. İtikat: Allah, melekler, kitaplar, peygamberler, ahiret günü, hayır ve şer, kaza ve kader.
2. ibadet: a. Kelime-i şehadet b. Namaz c. Oruç d. Zekat e. Hac
3. Ahlak
4. Dinî inanç ve tasavvufî düşünceler,
5. Din ve tasavvufyolunun büyükleri,
6. Dinî ve tarihî şahsiyetler etrafında teşekkül eden normlar,
7. Millî-manevî şahsiyetler etrafında teşekkül eden normlar,
8. Türk-îslam kültürü etrafında teşekkül eden normlar,
9. Tasavvufî remiz, ve rumuzlar,
10. Dinî-ahlakS eserler ve şerhleri,
11. Dinî-tasavvufî-folklorik eserler,
12. Tabiat bilimleri..... .vb.leridir.
Demek oluyor ki, dinî-tasavvufî Türk edebiyatı alanında binlerce eser-deki türler, genel
anlamda konulanna göre değerlendirilecektir. Ancak bu eserler; dînî-tasavvufî-millî normları,
millî-manevî-birlik ve beraberlik ülküsünün aslî temalannda belirtildiği konular çerçevesinde
işleyeceklerdir.
Ancak biz; çalışmamızın kapsamı itibariyle tür konusunu, şimdilik genel olarak dört ana
bölümde toplamayı uygun bulduk. Zira bu, yılların verdiği birikimin bir başlangıcıdır, îşte bu
sebeple başlangıçta bu türleri; yalnız başı-na vermekten çok, onlann ihtiva ettiği konulan
kendi bünyesinde değerlen-dirmeye çalışırken, dün verilen 3-5 türü değil; bugünkü
araştırmalar ve tespitlerle ortaya çıkan pek çok türleri, işledikleri konulan itibariyle aşağıda
belli başlı beş ana başlık altında muhtevalanna göre ele almayı uygun bulduk. Onlar da:
a. Allah hakkında yazılan türler,
b. Peygamberler hakkında yazılan türler,
c. Din ve tasavvuf yolunun büyükleri hakkında yazılan türler,
d. Dinî inanç ve tasavvufî düşüncelerle ilgili yazılan türler.
Şimdi bu beş ana başlık altında teşekkül eden tür'leri kendi bünyesinde birkaç örnekle
venneye çalışalım:
a. Allah Hakkında Yazılan Türler l. Tevhid
Tevhid'in sözlük anlamı birlemek demektir. Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı ıstılahı olarak da
"Allah'ın varlığı ve birligine dair yazılan manzum veya mensur eserlere" verilen addır.
Yalnızca dinî-tasavvufî mahiyetteki
339
eserler değil her konudaki eserin tevhidle başlaması gelenekselleşmiştir. Yalnız Dinî-
Tasavvufî Türk Edebiyatı alanında yazılan tevhidlerde feraset, tefekkür ve tevil kendini
gösterir. Bu yönüyle diğer tevhidlerden aynlır. Tevhidler gazel, kaside, mesnevî tarzındadır.
Niyazî-i Mısrî'den bir tevhid örneği görelim:
Zihî kenz-i hafi k'andan gelür her var olur peyda Kimi zulmet zuhur ider kimi envar olur
peyda
Zihî derya-yı vahdet kim kesilmez her-giz emvacı Bu kesret alemi andan doğup na-çar olur
peyda
Ne sihr-i bil 'l-acebdür kim bu yüzden görinür ağyar O yüzden gayrı yok tenha gelür dildar
olur peyda
O yüzden görüben ağyar döner sem '-i cemalinden Felekler de görüp anı döner edvar olur
peyda
Taşinur günde yüz bin can adem iklîmine her dem Gelür yüz bin dahi andan bulur imar olur
peyda
Dişun içe hayalatı içün dışa zuhuratı Birinden ol birine tuhfeler her bar olur peyda
O devr ile gelüpdür enbiya mürsel meratibce Gehî mü 'min zuhur eder gehi küffar olur peyda
Görür ol kenz-i mahfîden nice zahir olur eşya Bilür her nakş-ı süretden ince esrar olur peyda
2. İlahî
Mutasavvıfların, "Allah'ın birliğim azamet ve kudretim anlatan veya telkin eden
manzumeler ilahî adıyla anılır. Hem aruz, hem de hece ile yazılırlar. Tarikatlere göre değişik
adlarla anılırlar. Mevlevîler ayin, Gülşenîler tapuğ, Alevi-Bektaşiler nefes, Halvetîler durak,
diğer tekke mensupları cumhur adım verirler.
Hemen hemen bütün mutasavvıflar ilahi türünde eser vermişlerdir. Hatta şair olmadıkları
halde bütün pîrler ilahi söylemişlerdir. Eşrefoğlu Rumî'nin bir HĞhîsmi görelim:
Cana cefa kıl ya vefa Ya bağ u ya bostan ola Senden hem ol hoş bu hoş Ya bend ü
ya zindan ola Ya derdin gönder ya deva Ya vasi u ya hicran ola Senden hem ol hoş bu
hoş Senden hem ol hoş bu hoş
340
Hoşdur bana senden gelen Gelse celalinden cefa Ya hil 'attır ya kefen Yahud
cemalinden vefa Ya taze gül yahut diken îkisi de cana sofa Senden hem ol hoş bu hoş
Senden hem ol hoş bu hoş
Halim bir dem soragel Gerek ağlat gerek güldür Diler isen bağnmı del Gerek
dirgür gerek oldur Ey lütfü hem kahrı güzel Eşref oğlu sana kuldur Senden hem ol hoş
bu hoş Senden hem ol hoş bu hoş
Gahi nüşdur gahi nîşdir Gahi merhem gahî rîşdir Eşrefzade hem dervîşdir Senden hem ol hoş
bu hoş407
3. Münacaat
Münacaat,408 sözlükte "fısıldama, kulağa söyleme"; ıstılah olarak ise;
"Allah'a dua etme, yalvarma, Allah'a dua konulu manzume" anlamına gelir.
Divanlarda tevhidlerden sonra gelirler. Manzum veya mensur olabilirler. Manzum olanlar
genellikle kaside, gazel, kıt'a, mesnevivb. tarzda yazılabilirler.
Münacaaflar genellikle Allah için yazıldıkları gibi Peygamber için yazılanları da vardır.
Elmaülı Hamdi Yazır'ın güzel bir mensur münacaatı bulunmaktadır:
ilahî hamdini sözlerime sertac ettim. Zikrini kalbime miraç ettim. Kitabın kendime minh&c
ettim. Ben yoktum var ettin. Varlığından cümleyi haberdar ettin. Aşkınla gönlümü bî-karar
ettin, înayetine sığındam, kapma geldim;
hidayetine sığındım, lutfuna geldim; kulluk edemedim amma affına geldim.
Manzum bir münacaat örneği de Niyazî-i Mısrî'den, verelim:
Ya ilam sana senden el 'ıyaz Sensin ahir cümlemize müsteaz
Derd senin derman senindir şüphe yok Derdli kullara yine sensin melaz
Cem' ü farkı eylegil meşhudunuz Cem'-i cem'inden bize ver iltizaz
Zevk-i külli padişahım ol durur Bize tevhidin ola daim me'az
Bu Niyazı bendeni etme garîb Eylegil tevhid-i sırfda anı şaz409
341
b. Peygamberler Hakkında Yazılan Türler
4. Na't
Na't,410 "bir şeyi methederek anlatma, vasıflandırma." Edebiyatmuzda ise daha çok Hz.
Muhammed'i övmek maksadıyla yazılan şiirier anlaşılmaktadır. Bu bakımdan gerek Klasik
Edebiyat, gerekse Dinî-Tasavvufi Türk Edebiyatı na't bakımından pek zengindir. Manzum
veya mensur olabilmektedir. Bu tür, yalnız Hz. Muhammed'le sınırlı kalmayıp halifeler, din
büyükleri, velîler, mürşidler hakkında da yazılmıştır. Edebiyatmuzda en meşhur na't örneği
Fuzulî'nin Su Kasidesi'du. Aşık Yunus'tan bir na't örneği:
Canım kurban olsun senün yoluna Adı güzel kendü güzel Muhammed Gel şefaat eyle kemler
kuluna Adı güzel kendü güzel Muhammed
Yidi kat gökleri seyran eyleyen Kürsinün üstine cevlan eyleyen Mi'racmda ümmetim dileyen
Adı güzel kendü güzel Muhammed
Mü'min olanların çokdur cefası Ahırette olur zevk ü safası On sekiz bin alemün Mustafa'sı
Adı güzel kendü güzel Muhammed
Dört çaryar onun gökçek •yöndür Anı seven günahlardan beridür On sekiz bin alemün
sultanıdır Adı güzel kendü güzel Muhammed
Sen hak peygambersin şeksüz gümansuz Sana uymayanlar gider imansuz Aşık Yunus n'eyler
dünyayı sensüz Adı güzel kendü güzel Muhammed
5. Elifname
Elifname kelime manası itibariyle; Arap alfabesinin ilk harfi olan elif ile yazılı, yazılmış;
küçük kitap, risale, varak anlamlanna gelen name sözünün birleşmesinden meydana gelmiş
birleşik isim olup; divan, aşık ve dinî-tasavvufî Türk edebiyatlannda kullanılan bir türdür.
Istılahı manası itibariyle de; Osmanlı Türkçesi'ndeki otuz üç harfin değişik konularda, değişik
şekil-
"• Niyani-ı'Mssri'Divanı, (Hazırlayan: Sağlam Kitabevi), istanbul 1976, s. 48. «"> Günümüz
Dıli'nde Hz. Muhammed'e Na't'lar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Nü. 68, Ankara 1991.
342
lerle, genellikle mısra başlarındaki harflerin alt aha alfabetik sıra ile beyitler halinda yazılarak
devam etmesi neticesinde oluşan manzum eserlerdir.
Elifnameler; divan edebiyatında, mesnevî, kaside, gazellerde; aşık ede-biyatında koşma,
destan ve divanlarda; dinî-tasavvufî Türk edebiyatında da tevhit, münacat, na't ve
methiyelerde ekseriyetle dinî, tasavvuf! mahiyette olmak üzere, yani Allah'ın varlığı ve
birliği, AUah'a yalvarma, peygamber ve devrin büyükleri olan mutasavvıflar hakkında yapılan
övgü gibi konulan işlemektedir.
Burada Kıbrıslı bir mutasavvıf şairimizden elifnamelere örnek vermek istiyoruz:
Elifname
Elif Allah'ın habibidir Muhammed Mustafa Be beni dür etmesin aşkından ol şahin huda
Te teşerrüf eylerim ism-i şerifin yad ile Se sevab olur anı yad edene bi-had şeha
Cim cemali nürunun bir zerresidir afitab Ha hayat-i cavidan bulur olan aşık ana
Hı halil'dir Huda'nın hem resul'ü bi-güman Dal dedi peygamberimdir ol habib-i ba-safa
6. Gevhername
Gevher, kelime manası itibariyle elmas, cevher, inci, değerli taş, bir şe yin aslı, esası vb.
anlamlara gelir. Istılahî manada ise yaratılışın başlangıç;
olarak ilahı nur'dan ayrılan ilk parça, bütün varlıkların esası, özü demektir. Bu özü anlatan
eserlere de gevhemome adı verilir. Gevhemamelerde Allah'ın birliği, Hz. Muhammed'in
yüceliği varlıkların tedrici yaratılışı anlatılır. Kaygusuz Abdal'm bu türde bir eseri vardır.411
7. Dolabname
Dolab, kelime manasıyla içine eşya konulan raflı veya rafsız göz; kuyudan su çıkarmaya
yarayan ağaçtan veya demirden yapılmış çark; devreden, dönen; bedesten içindeki dükkanlar
anlamlanna gelir. Istılahî manada ise Allah aşkı, Allah'a teslimiyet, Hak'dan aldığım halka
vermek gibi anlamlara gelir. Allah aşkını terennüm eden, sorulu-cevaph yazılan manzum
eserler de dalabname adım alır. Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatında pekçok dolabname örneği
bulunmakla birlikte Yunus'la Kaygusuz'un dolabnameleri ün kazanmıştır. Kaygusuz'un
Dolabnamesinin bazı bölümleri şu biçimdedir:
343
Sual itdüm bugün ben bir dolaba Didüm niçün sürersin yüz bu aba
Neden bağrun delükdür götlerim yaş Sebeb nedür sataşdun bu itaba
Ka.ra.run yok gice gündüz dönersin Dökersin dertlü gözlerden hun-ab
Elifkaddün bükilmiş cenge dönmiş înüdüni düzeltmişsin rebaba
Tolab eydür eya çeşmüm çerağı işitmeğe cevabum aç kulağı
Benüm budur sorarsan sergüzeştüm Ki ben yaylandum bir yüce tağı
îrişmezdi boyuma altmış arşun Belüme dahi on adem kucağı
Tokuz ay demeşüp bin dürlü kuşlar Budağumda tutarlardı otağı
Öterdi tütî vü kumrî vü dürrac Geçürdüm bir zaman bu nice çağı
Kaza irdi meğer dest-i kaderden Ki bir şahs irişüp çaldı bıçağı
Yıkilup yatdum ol dem yüzüm üzre Kırıldı kalmadı budum budağı
Delüp boynuma takdılar kemendi Süridiler tolandum her sokağı
Tolab oldum gice gündüz dönerem Su üstinde tutar oldum otağı
înilerem dün ü gün dost diyüben Gözüm yaşı sular büstün u bağı
344
8. Esma-i Nebî
Esma-i Nebî, H. Muhammed'in güzel isimleri demektir. Tür olarak da Esma-i
ffîwu3(Allah'ın 99 güzel ismi)ya teşbihen peygamberin de 99 ve daha fazla isimlerim konu
alan şiirler demektir.
9. SîretiTn-Nebî
Sîret, kelime manası itibariyle; " yönelmek, seyahat etmek, tavır ve hareket; hayat tarzı;
gidiş, tutum; ahlak, hal tercemesi, biyografi" demektir. Bir tür olarak da "sîret veya sîretü'n-
nebî Hz. Muhammed'in doğumundan ölümüne kadar ahlakım, faziletlerim, mucizelerim,
gazalanna ait hayatım bütünüyle veya bir kısmıyla ele alan " eserlerdir. "?
Manzum sîretü'n-nebüeT ekseriyetle mevlid olarak adlandırılmakta ve mesnevi nazım
biçimiyle yazılmaktadır.
Erzurumlu Kadı Darîrî'nin Terceme-i Sîretü'n-Nebt'si, Süleyman Çelebinin Vesiletü'n-
Necat'ı, Adem Dede'nin Siyer-i Nebî'si ...vb. eserler bu türün ünlü eserleridir.
10. Mu'dzat-ı Nebî
Mu'cize, Peygamberlerin dinlerim halka kabul ettirmek amacıyla, Allah'ın emriyle
gösterdikleri olağanüstü hallerdir, örneğin Hz. isa'nın ölüleri diriltmesi, Hz. Muhammed'in
ay'ı ikiye bölmesi gibi.
Çeşitli eserlerde bu mu'cizeler bir bölüm olarak yer alabildiği gibi müstakil eserler olarak da
ele alınabilir. Bu tür eserlere Mu'cizat-ı Nebî diyoruz. Yahya Bostanzade Tirevî'nin Gül-i Sad-
berk, Nayî Osman Dedenin Ravzatü'l- /'caz fi'l-Mümtdz, ibrahim Nazire'nin Mu'cizatü'n-Nebî,
Kadı îyaz'ın Şifa adlı eserleri bu türe örnektir.
11. Hicretname
Hicret, "memleketten memlekete göç" demektir. Hususî manası itibariyle de; " Hz.
Muhammed'in Mekke'den Medine'ye göç etmesidir." Bu olay, aynı zamanda Hicrî tarihin de
başlangıcıdır. Hz. Muhammed'in bu göç olayım anlatan eserler de Hicretname adıyla anılır.
Bu tür, Hz. Muhammed'in hicretiyle olabileceği gibi değişik kişilerin göçleriyle de ilgili
olabilir. Zağra Müftüsü Hüseyin Raci Efendinin Zağra Müftüsünün Hatıraları adlı eserinin
ikinci cildinde yer alan 400 beyitlik Balkanlardaki göçü konu alan bölüm bir hicretndmedit.
Süleyman Nahifi'nin mesnevî tarzında yazdığı 800 Seyitlik Hicretnamesi ile Aşık Molla
Rahim'in 73 beyitlik Hicretname'si bu türün örneklerindendir.
345
Hicretname
Resülullah için bir ah çekelim înleyip gözümüzden yaş dökelim
Anın hicretim söyleyim size Okuyup bildirin birbirinize
Bunu yazar iken akından yandım Bir ateş düşmüş yüreğime sandım
Hicretin nasıl etmiş edelim arz Bunu bilmek her mü'mine vacip farz
Ebü Cehil ana çok etti cefa Soğur Mekke 'den Muhammed Mustafa
Hicretim arzuladı ol Resul Hak ta 'aladan emir beklerdi ol
Cebra 'il 'i Resülulllah 'a gönderdi Hicret eylesin Medine'ye dedi.
Resulullah Ebübekir'e koşar Ana haber vermeğe yola düşer
Der "Ya Ebubekir hazır olun siz Bunu gece hakkın emrile yolcuyuz!" Aşık Molla Rahim
12. Miracname
Miraç, "göğe çıkma" demektir. Miraç olayınm kaynağı Kur'an'daki tsra süresidir.
Miracnamelerde Hz. Muhammed'in Recep ayının 27. Gecesi Mescid-i Haram'dan Mescid-i
Aksa'ya götüriilüşü, Burak ile göğe çıkması, Cenab-ı Hak ile bizzat görüşmesi, diğer
peygamberleri. Cennet ve Cehennemi ziyaret etmesi konu edilir. Gerek müstakil bir tür olarak
ve gerekse diğer türlerde bir alt bölüm olarak bu olay ele alınmış, ana hatlarını kaydettiğimiz
gelişmeler tasvirî mahiyette işlenmiştir. Bu tür eserler Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatında
Miracname adım almaktadır.
13. Mevlid
Mevlid, kelime olarak "doğma, doğum yeri, doğum zamanı" anlamına gelen bir kavramdır.
Hususî manada ise; "Hz. Muhammed'in doğum zamanı
346
veya doğum yeri" anlaşılmaktadır. Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatında bir tür olarak da bu
doğum olayım anlatan eserler demektir, islam dünyasmda bu türde pek çok eser yazılmıştır.
Türklerde bu tür denilince ilk akla gelen eser Süleyman Çelebi'nin Mevlid adıyla ün kazanan
Vesiletü 'n-Necat adlı eseridir.413
Mevlid, zamanla yalnızca Hz. Muhammed için yazılmakla kalmamış diğer şahsiyetler için
de yazılmaya başlanmıştır. Süleyman Celaleddin'in Hz. Ali için " Mevlid-i CenOb-ı Ali
Kerrema'l-lahü Vechehü" adlı Mevlidi de bunlardan biridir.
14. Bilye
Hilye, kelime manası itibariyle "süs, ziynet, cevher; güzel sıfatlar; güzel yüz" demektir.
Istılahî manada ise "Hz. Muhammed'in mübarek vasıflarım ve güzelliklerim yazı ile tarif ve
tavsif etmek" demektir. Bu türde yazılan manzum veya mensur eserler de hilye adım alır.
Aynca dört halife, bazı velîler ve bazı makbul kişiler için de bilyeler yazılmıştır
Hilyeler müstakil olabileceği gibi miracname, mevlid gibi türlerin içinde de yer alabilir.
Hilye türünün en mükemmel örneği Hakanî'nin Hilye1 si kabul edilmektedir. Bundan başka
Şeyhü'l-islam Sadeddin Efendinin Kitdb-i Şema'il-i Şerif, Bekayî Abdulbakî b. Dursun'un
Hilyetü'l-Enbiya ve Cihar-Yar-ı Güzin, Nahifi'nin Ravzatü's-Safa fî Sîretü'l-Mustafa, Seyyid
Lokman Dedenin Kıyafetü'l-însaniyye fî Şema'Ui'l- Osmaniyye bu türün diğer örnekleri
olarak sayılabilir. Bu türle ilgili olarak bir fikir vermek açısından bir bilyenin küçük bir
bölümünü aşağıya alıyoruz:
ittifak itdi bu ma 'nada ümem Ezeherü 'l-levn idi Fahr-ı alem
Yüzinün halis idi ağı katı Ruhları saf idi safi sıfatı
Reng-i rüyı gül ile yek-dil idi Gül gibi kırmızıya ma'il idi
Kaplamışdi yüzini nür-ı sürür Sure-i Nur idi ya matla'-ı nur
Gün yüzünden utanıp ab-ı hayat Meskenün itdi vera-yı zulumat
411 Bu eser ve Mevlid örneği için; Güzel, A., Dini-Tasavvufî Türk Edebiyattan Belli Başlı
Şahsiyetleri, Süleyman Çelebi bölümüne bakınız.
347
15. Kırk Hadis
Hadis, "Hz. Muhammed'in olaylar karşısında söz söylemesi. davranış sergilemesi veya
hiçbir şey söylemeyip susmasına " denir.
Bu konuyla ilgili olarak Hz. Muhammed'in söylediği "Her kim benim hadislerimden 40
tanesin! belleyip başkalanna da öğretirse Kıyamet günün-de Allah ta'ala onu bilginler
vefakihler arasında diriltsin." dua'sı bu tür'ün ortaya çıkmasmda etken olmuştur. Pek tabiî
olarak pek çok Müslüman 40 hadis toplamış, tercüme ve şerh etmiştir. Bu konu üzerinde A.
Karahan tara-findan bir "doçentlik tezi" de yapılmıştır.
16. Medhiye
Birini övmek için yazılan manzum veya mensur eserlerdir, îki türlü medhiye vardır:
a. Padişah, vezir, Şeyhü'l-îslam'lar.. vb.'leri" gibi devrin büyüklerim övmek için yazılanlar,
b. Dört halife, ashab-ı kiram, ariflerin kutbu sayılan velîleri övmek için yazılanlar.
Halk ikinci türdeki eserlere ilahî. Klasik Edebiyat mensupları istigase, mutasavvıflar ise
istimdat adım verirler. Her iki medhiye arasındaki en ö-nemli fark samimiyet noktasındadır,
îkinci türde şair, ölen bir kişiden maddî bir beklenti içinde olmadığından alabildiğine
samimidir. Halbuki birinciler, methettiği kimsenin medhe hak kazanan liyakatinden ve
eserinden ziyade medh hakkında mefhumlar ve mazmunlar avlamaya önem verir.
Dinî-Tasavvufî Türk edebiyatında mehdiye daha çok Hz. Muhammed'in evladlan ile dört
halife ve velîler den oluşan ikinci grup için yazılmıştır.
Medhiyelerde çok defa kaside nazım biçimi tercih edilmekle birlikte diğer nazım biçimleri
de kullanılmaktadır.
Cem olmuş dervişleri pirim Abduikadir'in Yolunda sadıkları pîrim Abduikddir'in
Elim verdim eline kurban olam diline Canlar feda yoluna pirim Abduikadir'in
Ansının balıyım bahçesinin gülüyüm Bağının bülbülüyüm pîrim Abduikadir'in
İnkar eden ol eri mürşit eder Şeytan 'ı Aslı durur Geylanî pîrim Abduikadir'in
348
Berna direni ey kişi kaibden çıkar teşvişi Od'a yanmaz dervişi ptrim Abduikadir'in
Evliyalar rehberi Hakk 'in sırra mazhan Basında kdret gülü pirim Abduikadir'in
Hak kalında uludur iki cihan doludur Eşrefoğlu kuludur pîrim Abduikadir'in
Eşrefoglu Rumî
17. Mersiye
Mersiye, "bir kişinin ölümü üzerine duyulan üzüntüyü ortaya koymak amacıyla yazılan"
manzumelerdir.
Klasik Edebiyatta görülen ve zamanın ileri gelen devlet adamları için yazılan mersiyeler,
ifade ve üslup bakımından Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatındaki mersiyelerden ayrılır. Klasik
Edebiyattaki mersiyelerde ilk dikkati çeken resmî bir üsluptur. Adeta kurallı bir ağlayıştır.
Medhiyelerde olduğu gibi bir mefhum ve mazmun arayışı bunlarda dikkati çeker. Dinî-
Tasavufî Türk Edebiyatında görülen mersiyelerde ise büyük ölçüde samimiyet ve içtenlik
vardır.
Halk Edebiyatında bu türün karşılığı ise ağıttu. İslam öncesi Türk ede-biyatında ağıt için
sagu kavramı kllanılmaktaydı. Ağıtların mersiyelerden ayrılan en önemli yanı, her insan için
söylenebilmesi, duyguların alabildiğine serbest kalmasıdır.
Kemal Ümmî'nin Şeyh Hamid-i Velî için yazdığı mersiyenin bazı kısımlarım aşağıya
alıyoruz:
Kanı ol arifiin şevki tağıldı meclis ü cevki O cümle lezzet u zevki ecel zır ü zeber kıldı
Kanı ol alim ü amil delil ü mürşid-i kamil Cihan mülkinde ol akil ne hoşfeth ü zafer kıldı
Bu virandan çün ol şahbaz bekaya eyledi pervaz Salat u savmı ol dem-saz özine bal ü per kıldı
Vefatın diriken bildi Hakk'un hükmine ram oldı Kişi gelür didi geldi velayetden haber kıldı
Yir ü gökler kamu alem anunçün tutdılar matem Melayik cinn ü hem adem figan ü nevhalar
kıldı
Hiç öldi sanman ol Pir'i bilün kim diridür diri Zehî merhum yol şîri ki meydanda hüner kıldı.
349
18. Maktel-i Hüseyn
Maktel, kelime manası itibariyle; "katledilen, öldürülen yer" demektir. Istilahî manada îse;
"Hz. Muhammed'in torunlanndan Hz. Hüseyin'in Kerbel&'da şehid edilmesiyle ilgili olmak
yazılan manzum veya mensur eserler" anlaşılmaktadır.
10 Muharrem 680'de Emevi halifesi Muaviye'nin oğlu Yezid, Kerbela'da Hz. Hüseyin ve
beraberindekileri elim bir şekilde şehid eder. Bu acı olay bütün islam dünyasında asırlarca
sürecek olan derin bir üzüntü yaratır. Haliyle bu acı olay edebiyatta da akislerim bulur.
Maktel konuşu ilk olarak Arap edebiy alında görülür. Ebu Minhefin Kitab-i Maktel-i
Hüseyn Makaliti't-Talibîn... bu türden bir eserdir.
îran sahasında sîne-zen denilen bu tür pek yaygındır. En önermişi Kaşifi'nin eseridir. Bu
eser Türkçeye Gelibolulu Cami tarafı ndan tercüme edilmiştir.
Türk Edebiyatında da Fuzulî'nin Hadîkatü's-Sü'eda adlı eseri ünlüdür.
Makteller manzum veya mensur olabilir. Kaside, gazel, , mesnevi, terlab-i bend, terci'-i
bend gibi nazım şekillerinde de olabilir.
Genellikle mersiye ile karıştırılan makteller, yalnızca Hz. Hüseyin'in şehadetini konu aldığı
için özel bir türdür. Bu sebeple her mersiye maktel olamaz, ancak her maktel mersiyedir. Bu
sebeple, maktel'\en de Dini-Tasavvufî Türk edebiyatı için kabullenmekteyiz.
c. Din ve Tasavvuf Yolunun Büyükleri Hakkında Yazılan Türler 19. Menakibname
Menakıb, kelime manası itibariyle; " övülecek iş, hareket ve meziyetlerdir." Isülahî manada
ise; "din büyüklerinin ortaya koydukları kerametleri anlatan küçük hiköylerdir."
Menakibname ise; "tarikat kuruculannın, mezhep imamlannın, diğer mühim dinî
şahsiyetlerin biyografilerim, mücadelelerim, kerametlerim anlama, bilme isteği; nakletme
endişesî ile yazılan manzum veya mensur eserlerdir. "
Tarikatlerin kurulma döneminde bilhassa tarikat propagandasi amacıyla bu tür eserlerin
yazımı yaygınlaşmış zengin bir menakibname edebiyatı o-luşmuştur. Bu cümleden olarak,
Menakibname'leri, tarihi ve biyografik olarak da ele almaktayız. Tezkire-i Satuk Buğra Han,
Menakıb-ı Melamiyye-i Bayramiyye, Menakıb-ı Evliyd-yı Bağdad, Vilayet-i Hacı Bektaş,
Menakıb-ı Sadreddin Konevî, Menakıb-ı Ahi Evran... bu tür eserlerden birkaçıdır.
350
20. Velayetname
Velayetname; "tarikat şeyhlerinin, tanınmış velîlerin sağlığında olduğu gibi, ölümünden
sonra da müritleri veya sevenleri tarafından aile getirilen, şeyhin başta hayatı olmak üzere,
kerametleri, olmuş ve olağan üstü hadiseleri anlatan eserlerdir."
Velî, tasarruf sahibi ve emir manalanna gelir. Allah'ın 99 isminden biridir. Tasavvufa göre
velayet makamı peygamberlik için de vardır. Velîlik iki çeşittir;
1. Velayet-i amme: her mümin ve Müslüman velîdir.
2. Velayet-i hassa: gerçek velî olup tasavvufî anlamda, Allah tarafından korunup sevilen
salih insanlardır.
Velîlerin de bir çok dereceleri vardır. Bunların en üstünü kutbtur ki, Ha-kikat-i
Muhammediyye'nin varisidir.
Dinî-tasavvufî Türk edebiyatında önemli bir tür olan ve hareket noktası da bu olan velayet-
nameler, manzum ve mensur olarak tertip edilebilirler. Bunlara örnek olmak üzere Hacı
Bektaş Velî ve Abdal Musa velayetnamelerini gösterebiliriz, örnek olarak da Hacı Bektaş Velî
Velayetnamesi'nden; buğdayın, mercimeğin taş olması ile ilgili bölümünü verebiliriz:
Hacı Bektaş, bir gün Suluca Kara Höyük'ün doğu tarafına çıkmıştı. Köylüler, ekini
biçerlerdi, Kırşehir'den şahne gelir, ölçerdi, ondan sonra onlan çeçe ederler, üstünü sapla
örterlerdi. Gene, adet olduğu gibi buğday, arpa ve çavdan döğüp savurmuşlar, çeçe etmişler,
yağmur bozmasın diye üstünü sapla örtmüşlerdi.
Hacı Bektaş, eteğini açıp harman sahiplerinden bir şey istedi, bir şeyi-miz yok dediler.
Hünkar;
Bir şey olmasın dedi, geri döndü. Çeç sahipleri, çeçlerini açtılar gördüler ki ne kadar arpa,
buğday, mercimek, nohut varsa hepsi taş olmuş.
Bu büyü dediler, onlar taş olduysa ne çıkar, altınımız akçemiz çok. Hünkar, giderken bu
sözleri duydu,
Güvendiğiniz altınınız, akçeniz de öyle olsun dedi. Hepsi de koşup evle-rine vardılar,
erenler şahı dediler, insana nasip olacak tanelerin hepsi taş olmuş, hiçbir işe yaramaz. Hacı
Bektaş,
îşe yarar dedi, bizi sevenlere armağanımız olsun, oğlu kızı olmayan kadınlar, üç gün oruç
tutsunlar, cuma gecesi, dişlerine değirmenden bu tanelerden birisini yutsunlar, o gece
helalleriyle beraber olsunlar, ola ki ulu Tann onlara bir er- oğlan nasip eder. Mercimek
yutarsa kızı olur. Kesesinde taşırsa altını, akçesi eksiz olmaz.
351
Erenlerin kerametiyle bu ana kadar taş olan taneler, yerin dibinden taş içinden kaynayıp
çıkar.414 Hacı Bektaş'ın şöhreti her yana yayıldı, her taraftan mürit, muhip gelmeye başladı.
Semalar, safalar sürülüyordu, meclisler kuruluyordu. Yoksullar geliyorlar, zengin oluyorlar,
murat almak dileyenler, baş vuruyorlar, muratlanna eriyorlardı.
Sivrihisar'ın güneyinde Sangök derler, bir köy vardı. O köyde doğmuş Yunus Emre adlı biri
vardı. Bu erin mezarı da gene doğduğu yere yakındır. Yunus, ekincilikle geçinir. Yoksul bir
adamdı. Bir yıl kıdık olmuştu, ekin bitmemişti. Hacı Bektaş'ın vasfım o da duymuştu.
Gideyim, biraz bir şey isteyeyim dedi. Bir öküze alıç yükledi, vara vara Karahöyük'e geldi.
Hünkar'a
Yoksul bir adamım, ekinimden bir şey atamadım, yemişimi alın, karşılığm lütfen ehlimle,
ayalimle aşkınıza yiyeyim dedi. Hünkar, emretti, alıcı yediler. Bir iki gün sonra Yunus,
memleketine dönmeyi kararlaştırdı. Hünkar, bir derviş gönderdi, sorun dedi, buğday mı
verelim nefes mi? Yunus'a sordular,
Ben nefesi ne yapayım, bana buğday gerek dedi. Hünkar'a bildirdiler. Buyurdu ki
Her alıcın çekirdeği basma on nefes verelim. Yunus'a bunu söylediler,
Ehlim var, ayalim var, bana buğday gerek dedi. Bunun üzerine öküzüne buğday yüklediler,
yola düştü. Fakat köyün aşağısına gelince hamamın öte yanındaki yokuşa çıkar çıkmaz
Ne olmayacak iş ettim ben vilayet erine vardım, bana nasip sundu, her alıcın çekirdeği
basma on nefes verdi, kabul etmedim. Verilen buğday bir kaç gün yenir, biter. Bu yüzden o
nasiplerden mahrum kaldım. Döneyim tekrar varayım, belki himmet eder dedi. Bu fikirle
dönüp tekrar tekkeye geldi. Buğdayı indirdi, erenler dedi,
Bana himmet ettiği nasibi versin, buğday gerekmez bana.
Halifeler, gidip Hünkar'a bildirdiler. Hünkar, o iş böyle olmaz, o kilidin anahtarım Tapduk
Emre'ye sunduk. Ona gitsin, nasibim ondan alsın dedi. Halifeler, Hünkar'ın sözünü Yunus
Emre'ye söylediler. O da Tapduk Emre'ye gitü, Hünkar'ın selamım söyledi, olanı biteni anlatı.
Tapduk; selamı aldı,
Safa geldin, kademler getirdin, halin bize malum oldu, hizmet et, ekmek ver nasibini al
dedi.
Yunus, Tapduk Emre'nin tekkesine odun çeker, arkasıyla getirirdi. Yaş ağaç kesmez, eğri
odun getirmezdi. Kırk yıl hizmet etti. Günün birinde Tapduk Emre'ye bir neşe geldi, hallendi.
Meclisinde Yunus-ı Guyende adlı bir şair vardı, ona, söyle dedi. O, mınn kınn etti, söylemedi.
Tapduk, Yunus dedi,
414 Gölpınarlı, Abdülbaki, Hacı BektaşVelî Velayet-ıiame'si, İstanbul 1958, s. 34
352
Sohbet et, şevkinuz var, işitelim. Yunus gene söylemedi. Bu sefer Tapduk, Yunus Emre'ye
döndü,
Hünkar'ın nefesi yerine geldi, vakti tamam oldu, o hazinenin kilidim açtık, nasibim verdik,
haydi söyle dedi. Hemen Yunus Emre'nin gözünden perde kalktı, söylemeye başladı.
Söylediği nefesler, büyük bir divan oldu.415
d. Dinî-Tasavvufi Düşüncelerle İlgili Yazılan Türler 21. Vücüdname
Vücud, kelime olarak bulunma, var olma, varlık; insan veya hayvan gövdesi, ten
anlamlanna gelir. Isülahî manada insanın Allah tarafından yaratılışı, Tann'nın bütün
güzelliklerim insanda toplamasadır.
Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatında manzum ve mensur olarak kaleme a-lınan vücudname\
etüe levh-i mahfuzdan başlayarak ana rahmi de dahil olmak üzere gelişim evreleri bütün
safahatı ile anlatılmaktadır. Azerî sahasında da vucüdname örnekleri verilmekle birlikte
Kaygusuz Abdal'ın mensur Vücüdnamesi bu türün en önemli örneklerindendir.
Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatındaki bu vücüd-name geleneği Aşık Tarzı Türk Edebiyatında
yaşname olarak adlandırılır. Aşık Tarzı Türk Edebiyatı, bu türün güzel örnekleriyle doludur.
Yaşnamelerde ele alınan insan hayatım belirli bir insanın tarihi hayatı olarak görmemek
gerekir. Burada bahsedilen hayat, hizanın genel hayatıdır. Bu konuda Aşık Vartan'ın tamamı
26 dörtlük olan yaşnamesinden küçük bir bölüm verelim:
Ezel benim şu cihana geldiğim Huda 'mdan emroldu, düştüm erkana Anamm rahmine düştüm,
kaynadım Bir katre iken döndüm insana
Üç ayımda uyumuştum uyandım Dört ayımda silkindim de deprendim Allı ay olunca çözüldü
bendim Ol dem her yenme düştü nişane
Bir y aşımda çiçek ile büründüm Yaşım aldım dört ayaklı süründüm Toprakta taşta yüs üstü
yürüdüm Ne yalvarabildim ne hal bilene
<16 Gölpınarlı, A., Hacı Bektaş Velayetnamesi, İnkılap Kitabeyi, İstanbul 1958, 8.48,49.
353
Yirmi yaşımdaydım serimden geçtim Aşkım havalandı, oynadım, coştum Bulanık çay gibi
kaynadım, taştım Gürleyince benzer idim arslana
Altmışımda bulamadım tadımı Çok çalıştım, atamadım dadımı Naçarlıktan gene sevdim
yadımı Bu felek getirdi beni amana416
22. Nasihatname
însanlara yol göstermek ve öğüt vermek amacıyla manzum veya mensur olarak kaleme
alınan eserlere nasihatname demekteyiz. Didaktik mahiyetteki bu eserlerin manzum olanları
mesnevi tarzındadır.
Aynı zamanda pen-dname adı da verilen bu eserler ferdi "dinî, sosyal ve ahlaki yönden
yetkin bir insan olarak topluma hazırlamak amacındadır. Ferde telkin edilen temel değerleri
kuvvetlendirmek için ayet, hadis, hikmet, kelam-ı kibar, ve ata sözlerinden yararlanılır.
Bu türün en ünlü eseri Feridüddin Attar'ın Pendname' sidir. Türk Edebi-yatında ise Nabî'nin
Hayriyye'si, Sünbülzade Vehbî'nin Lutfiyye'si, Güvahî'nin Pendname'sidir. Güvahî
Pendname'sinden birkaç örnek verelim:
Bitir bir işi gayre sonra tut yüz Ki bir koltukda sığmaz iki karpuz
Nasihat idicek dinle uluyu Kalırsın dinlemez isen uluyu
Yolun üzre eğer köprü ala yol Basuban geçme uluyu budur yol
Duruş hare it nitekim düğün için Ki ağ akçe olur kara gün için
Ayak bas olmağıl kendüyü bilmez Veren alır veren el bil kesilmez
Ne çare çok sınanmıştır bu merrat Ki tutulmaz kuru torba ile at
416 Köprülü, Fuat, Türk Saz Şairleri, Güven Basımevi, Ankara 1962, s. 446-448.
354
23. ibretname
İbret, sözlük anlamıyla uyan olmak üzere "kötü bir olaydan ders alma veya böyle bir ders
almaya sebep olacak olay "demektir. Dinî literatürde her olumsuzluk bir ibret olarak telakki
edilir. Mesela delilik akim, hastalık sağlığın, ölüm ölümsüzlüğün... bilinmesi için birer
ibrettir. Bu tür konulan ele alan müstakil şiirlere de ibretname adım veriyoruz. Bu konuda
mezarlıkları konu alan Yunus'un şu şiiri güzel bir ibretname örneğidir:
Sema ibret gerek ise Gel göresin bu sinleri Cer taş isan eriyesin Bakup göricek bunları
Şunlar ki çokdur malları Gör nice oldu halleri Sonucu bir gömlek giymiş Anın da yokdur
yenleri
Kanı mülke benim diyen Köşk ü saray beğenmeyen Şimdi bir evde yatarlar Taşlar olmuş
üstünleri
Bunlar eve girmeyenler Zühd ü taat kılmayanlar Bu begliği bulmayalar Zira geçdi devranları
24. Faziletname
Kanı ol şirin sözlüler Kanı ol güneş yüzlüler Şöyle gaib olmuş bunlar Hiç belirmez nişanları
Bunlar vakt begler idi Kapıcılar korlar idi Gel şimdi gör bilmeyesin Beg hangidir ya kulları
Ne kapu vardır giresi Ne yemek vardır yiyesi Ne ışık vardır göresi Dün olmuşdur gündüzleri
Bir gün senin dahi Yunus
Benim dedikleri kala
Seni dahi böyle lala
Nitekim kaldı bunları Yunus Emre
Fazilet kelime olarak "insanda iyilik etmeye ve kötülükten kaçınmaya yönelik devamlı ve
değişmez bir yöneliş; güzel vasıf; insanın yaratılışındaki iyilik, iyi huy, erdem, üstünlük,
güzel ahlak" demektir.
Faziletname bir "erdem kitabı "dır. Manzum veya mensur olarak kaleme alınırlar. Din ve
tarikat çevrelerinde fazilet timsali olarak Hz. Muhammed ve Hz. Ali kabul edilirler. Bununla
birlikte dört halifenin faziletim anlatan eserler de vardır.
Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyaünda, Hafızoglu Derviş Muhammed Yemini'mn 1519'da
kaleme aldığı ve Hz. Muhammed'le Hz. Ali'nin faziletlerim anlattığı 7364 beyitlik
Faziletname-i Yemini adlı eser ünlüdür.
355
25. Fütüvvetname
Fütüvet, "soy temizliği, mertlik, yiğitlik, gençlik, delikanlılık; cömertlik, el açıklığı" gibi
anlamlara gelir. Istlahî olarak da "îsîamiyetin tarif ve tavsif ettiği bir insan tipi"ma adıdır. Bu
insan üpinin tarif edildiği eserlere de fiitüvvet-name adı verilir.
Fütüvvetnameler manzum veya mensur olabilirler. Şeyh Eşref b. Ahmed, Esrar Dede ve
Eşrefoğlu Rumî'nin birer manzum fötüvvetnamelen bulunmaktadır. Burgazî, Şeyh Seyyid
Hüseyin, Radavî, Hace Can Ali gibi pek çok şahsiyetin de kendi adlarıyla anılan mensur
fötüvvetnamelen vardır.
26. Gazavatname
Gaza, "din uğrvna yapılan savaş demektir. Gazavat ise bunun çokluk halidir. Gazavatname
ise büyük bir kumandanın kahramanlıklarım ve savaşlarım anlatan manzum veya mensur
eserlerdir."
Genelde mesnevi biçiminde kaleme alınan bu eserler zafemüme, fetihname gibi türlerle
benzerlik gösterir. Ancak onlar gibi belirli bir zafer sonu-cunda yazılmaz, tarihin belirli bir
kesitini konu edinirler. Bu bakımdan bu eserler birer tarihî delil olarak da kabul edilirler.
Türk Edebiyaünda gazavatname örneklerim Selçkiular dönenüne kadar götürenler
bulunmakla birlikte gazavatname özelliği taşıyan eserler XV. yüzyıldan itibaren yazılmaya
başlamıştır. XVI. yüzyıldan itibaren de büyük bir gelişme göstermiştir. Manzum veya mensur
olabilirler.
27. Mansumame
Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatında önemli bir yere sahip olan Hallac-ı Mansur'un hayatı ve
kerametlerim konu alan mesnevî nazım biçimiyle yazılan tahkiyevî eserlere mansumame adı
verilir. Bunlar bir noktada Menakibnamelere benzerler. Bugün için Niyazî, Ahmed Daî,
Mürîd-i Aydınî ve Niyazî-i Mısrî'ye ait dört tane mansumame bilinmektedir.
28. Minbername
Minber, "camilerde hatiplerin Cuma ve bayram günleri üzerine çıkıp hutbe okudklan 3-11
basamaklı, merdivenli kürsüdür." Minbername, "bu kürsü veya kürsülerde bulunan hatiplerin
ağımdan söylenen sözlerden oluşan edebî eserdir." Sanatçı, eserini bu hatibin ifadesiyle
oluşturur. Edebiya-tımızda pek fazla örneği bulunmamakla birlikte Kaygusuz Abdal'ın bir
Cuma namazı esnasında namazdan sonra hatibin kendisine bakarak söylediği sözler ve
Kaygusuz'an da ona verdiği cevaplardan oluşan manzum bir minbernamesi vardır.
356
29. tstihracname
istihraç, "çıkarma, çıkarılma; netice çıkarma, mana çıkarma, anlama;
ileriyi görme; bazı hususlara göre mana çıkarma" demektir, îstihracname ise; "harfleri
gideyerek veya dolaylı işaretlerle belirli bir olayın olacağım ifade eden manzum eserlerdir."
Klasik Edebiyat, Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı ve Halk Edebiyatında pek çok istihracname
örneği bulunmaktadır. Esrar Dede, Fuzulî, Konyalı Şem'î, Biüisli Müştak Baba bunlardan
birkaçıdır. Müştak Baba'nın 1847 yılında yazdığı Divan'ında bir istihracnamede Ankara'nın
1923 yılında başkent olacağma işaret ediyor. Bu şiiri aynen alıyoruz:
Me 'va-i nazenîne kim eif otursa efser Labüd olur o me 'va îsîambol ile hemser
Nün ve 'l-kalem basından alınsa Nün-ı Yunus Aldıkda harf-i diğer olur bu remz izhar
Miftah-ı Süre-i Kafserhadd-i harf ta Kaf Munzam olunmak ister Ra-yı Rasül Peygamber
Hay u huy ile ahir maksüd oldu zahir Beyt-i velîyyü'l-Ekrem lyd-ı ekber
Eypadişah-ıfehham Sultan Hacı Bayram
Rühane ister ikram Müştak-i abd-i çöker
Günümüz Türkçesiyle:
Nadide bir şehrin (kelimenin) basma Elif taç olursa, o şehir istanbul ile eşit olur ve
ebedileşir.
Nün ve'l-Kalem(suresi)in başındaki ve Yunus kelimesindeki "n" harfi alınsa, her halde diğer
harfleri de aldıkça bu başka bir remz olur.
-' Sure-ı Kaf in başındaki ve sonundaki "kaf" ile Peygamber Resuldeki "r"yı da ilave edince,
Hay ve huy kelimesinin "h" (Bu ses Osmanlı alfabesinde ünlü olarak a ve e yerine de
kullanılır.)si ile netice maksüd olur. Kamil velînin yurdu el-Hac ıyd-1 mübarek(ekber)dir.
Ey anlayışı yüce, büyük padişah Hacı Bayram Velî, abd-i çaker Müştak'in ruhu senden
ikram ister.
Açıklama
Şiirdeki ilk mısra anahtardır. Burada Elif yani "a" sesi başa gelince o şehir İstanbul ile eşit
(başkent) olacaktır. Bundan sonraki beyitlerde birbirle-
357
riyle ilgisiz ifadelerde Nün, Kaf, Ra, be sesleri zikredilmektedir. Bu sesler birleştirildiğinde
eski harflerle A-N-K-A-R-A kelimesi ortaya çıkmaktadır. Ankara daki harfler ebced hesabı
ile 1341/1923 yılım gösterir. 4. Beyitteki lyd-ı ekber (Kurban Bayramı) ile de bu olayın
Kurban Bayrami'nın cuma gününe rastlayacağına işaret etmektedir. Müştak Baba, 1847
yılında yazdığı istihr&cname ile 76 yıl öncesinden cumhuriyetin ilan edileceği tarihi ve günü,
Ankara' mn başkent olacağım haber veriyor.
30. Tacname
Taç, "hükümdarların başlanma giydikleri mücevherlerle süslü şey ki hükümdarlık alameti
olarak değerlendirilir." Tarikatlerde de "bilhassa şeyhler başlanna yün ve dülbentten dolama
bir serpuş giyerler, bu da taç olarak adlandırılır." Bu serpuşun dilim sayışı tarikatlere göre
değişir. Mesela Bektaşi, Rıfa'î, Kadirî, Sa'dî tadan on iki dilimlidir. Bu taclara tarikaüer
değişik anlamlar yüklemişlerdir. Bu anlamları izah eden eserler ortaya koymuşlardır. Bu
eserlere de tacname adı verilmiştir.
Tacun üstüvası, süfliden ulvî calibine tebdil eylemekdür. Tacun kub-besi, nokta-i
hakikatdür. Tacun kenarı, ifa' aleme hükmetmekdür. Tacun lengeri, şali/der üstüvasidur.
Tacun kilidi, müşkil halletmekdür...
31. Nevrüzname
Nevruz, Farsça "yeni gün" demek olup Güneşin Koç burcuna girdiği zaman olup Rumî
takvimde 9 Marta /Miladi 21 Marta rastlar, iranlılar islam öncesinde bu günü dinî bayram
olarak kutlamışlardır.
Ebulgazi Bahadır Hanın naklettiğine göre Türkler de 21 Mart tarihinde Ergenekon'dan çıkış
günü olarak her yıl bayram yapmaktadır. Bu bayramlar her iki millette de îsîamiyetten sonra
îsîamî bir olaya dayandmiarak kutlan-maya devam edilmiştir. Hz. Adem'in dünyaya ayak
bastığı gün, Hz. Ali'nin doğduğu gün gibi... îşte bu nevruz gününün neş'esini, insanların o
günkü ruh hallerim ve yapılan eğlenceleri anlatan eserlere de nevrüziyye denilmiştir.
32. Tahassürname
Tahassür, hasret çekme, çok arzu edilip ele geçirilemeyen şeye yanıp yakılma demektir.
Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatta tasavvuftan ve ibadetten habersiz boşa geçen bir ömre karşı
büyük üzüntü duyulur. Bu üzüntü şiirle ifade edilir ki buna tahassümame diyoruz. Ayrıca
kaybedilen bir yakın veya şeyh için de hasret ifade eden manzumelere de tahassümame adım
veriyoruz. Adile Sultan'in bu türde güzel şiirleri bulunmaktadır.
358
33. Tarikatname
Tarikat, Allah'a ulaşmak arzusuyla tutulan yol, tasavvufî meslektir. Tarikat yolunu,
şartlarım anlatan eserler de tarikatndme adım alır. Bilinen ilk tarikatname Eşrefoğlu Rumî'ye
aittir. Bundan başka Duacı Oğlu ile Himmet Dedenin de tarikatnamelen bilinmektedir.
34. Nutuk
Nutuk "söz, lakırdı, konuşma; söylev, bir kalabalığa karşı söylenen söz;
ikna edici, inandırıcı mahiyette söyleme kuvvet ve hassası; eski devirlerce bilinen kimselerin
manzum sözleri anlamlarım taşır."
Isülahî olarak da "tarikate yeni girecek olan saliklere tarikatin adab ve erkanım öğretmek,
kısacası irşad etmek amacıyla mürşidlerin söyledikleri manzum sözlere nutuk" denir. Konuyla
ilgili olarak iki dörtlüğü örnek olarak alıyoruz:
Evvel tevhid sürer mürşid dilinden Erişir canına fazlı Huda 'nin Kurtulursun emmarenin
elinden Erişir canına fazlı Huda 'nin
İkincide verir lafzatullahı Anda keşfederler sıfatullahı Hasenat yeter der eder günahı Erişir
canına fazlı Huda 'mn
35. Hikmet
Hikmet, "felsefe, gizli bilinmeyen nokta, sebep, gerçeğe ve ahlaka ait kısa söz" anlamlanna
gelir.
Isülahî manada da "Tann gerçeklerim, Kur'an'in derin anlamım kavrama, islam dininin
genel kurallarım uygun olarak davranma; derin felsefe ve bilgi" demektir.
Türkistan halkı Ahmet Yesevî'nin sözlerinde bu anlamları buldukları i-çin onun şiirlerine
hikmet demişlerdir. Daha sonra bu yolda söylenen şiirler de aynı adla anılmışlardır.
36. Devriye
Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatının en karmaşık ve izah edilmesi en güç türlerinden biri
devriyedir.
Devir, "genel anlamda dolanmak, dairevî bir hareketle dönmek demektir. Devriye ise
yaratılışın başlangıcı ve sonu, varlığın nereden gelip nereye gittiği, bu ikisi arasında varlığın
safahatının anlatıldığı eserlerdir."
359
Devir hadisesi 180'er derecelik ild yaydan oluşan bir daireye teşbih e-dilmiştir Bu iki
yaydan ilki kavs-i nüzul (iniş yayı), ikincisi kavs-i urüc (çıkış yayı)dur.
Kavs-i nüzul: Bu yukandan aşağıya doğru inen yay üzerinde gösterilen merhalelerdir. Bu
merhaleler sırasıyla şöyledir îlk önce; Levh-i mahjüz'daa ayrılan IlĞhî nur sırasıyla ald-ı
küliden dokuz, akla, onlardan dokuz nefse, onlardan dokuz felehe, onlardan tebayi'-i erbaa
(kuru-yaş-soğuk-sıcak)ya, onlardan anasır-ı erbaa (hava-toprak-su-ateş)ya geçer. Sonunda
Madenler-nebatlar-hayvanlar aleminin milyonlarca parçası haline gelir. Vahdet alemin-den
kesret alemi oluşur.
Kavs-i urüc
Kavs-i nüzul yoluyla alem-i gaybdan olem-i şuhüda inen varlık önce maden, sonra nebat,
sonra hayvan en sonra da insan suretinde tecelli eder. îahî nur, insandan insan-ı kamile oradan
da tekrar ilk ayrıldığı nokta olan Vahdet alemiae Hak taalaya ulaşır ki bu son harekede Bakara
suresinin 156. Ayetinde işaret edilen:
"Biz O'ndan geldik, elbette O'na döneceğiz" cümlesinin hükmü gerçekleşir, devir
tamamlanır.
Kavs-i nüzulü anlatan şiirlere Ferşiyye, kavs-i urücu anlatan şiirlere de Arşiyye denilir.
Devir nazariyesinin kaynağı Arap dünyasıdır. Araplara da eski Yu-nan'dan geçmiş bir
panteizm anlayışı olabilir. Vahdet-i Vücüd anlayışından daha uç noktada olan bu anlayış
îsîamîleştirilmiştir. Panteizm anlayışında Tamı tabiatın içinde içkin bir konumdadır. Vahdet-i
Vücüd felsefesinde de şifadan itibariyle içkin, zaü itibariyle de aşkın (tabiatın dışında) bir
konumdadır. Eski Yunan felsefesinden başka Hint felsefelerinin de tesiri görülebilir. Hint'te
görülen sudur ve tenasüh inancına göre ruh ölmez, beden değiştirir. Şekil olarak bedenden
bedene bir geçiş hali söz konusudur. Vahdet-i Vücüd'da Tanrı sıfatlannın farklı biçim,
renklerde tecellîsi yani telvin söz konusudur. Bu yönüyle de Hint felsefelerinden aynlır.
Sonuç olarak devir nazariyesi, antik felsefelerden etkilenmekle birlikte tamamen
îsîamîleşmiş orijinal bir karakter kazanmıştır.
Devriyeler manzum ürünler olmakla birlikte çok az da olsa mensur ör-neklerine taslanır.
Mevlana'dan başlayarak. Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Vahib Ünunî, Niyazî-i Mısrî gibi
pek çok mutasavvvıf bu türde eserler vermişlerdir. Yunus Emre'nin bir devriyyesinm bazı
bölümlerim görelim:
360
Ey kardeşler ey yaranlar sorun bana kanda idim Dinlersenüz eydivirem ezelî vatanda idim
Evvel dilimdeki budur Tanrı bir Rasül hak durur Anı böyle bilmez iken bir aceb gümanda
idüm
Kaalü bela dinilmeden tertib düzen eylenmeden Hak'dan ayru değil idim ol ulu divanda idim
Eyyub ile derde esir inledim ben çekdim ceza Belkıs ile hem taht üzre mühr-i Süleyman'da
idim
îsma'il'e çaldım bıçak bıçak bana kar etmedi417 Hak beni azad eyledi koç ile kurbanda idim
Yusuf ile bir kuyuda yatdım bile çekdim ceza Ya'küb ile çok ağladım bulunca efganda idim
Yunus senin asık canın ezelî aşıklannia O Allah 'in dergahında seyran ü ceylanda idim
Celvetiye tarikatuun Haşimiye kolunun kumcusu Üsküdarlı Haşim Baba (Ölm.
1782/1783)nm da 70 beyti kaside tarzında Arşiyye; 117 beyti de mes-nevî tarzında Ferşiyye
olmak üzere toplam 187 beyitlik bir Devriyesi bulunmaktadır. Bu devriyenin Arşiyye
kısminin tamamı Abdullah Uçman tarafın-dan yayımlanmıştır.418 Arşiyye kısmından bir
bölümü de biz burada görelim:
Kasidetü'l Aliyyetü el-Devrü'1-Arşiyyetüli'l-Fakîrü Haşimiyyü'l-Üsküdarî
Mefa 'îlün/Mefa 'îlün/ Mefa 'îlün/ Mefa 'îlün/
Gel ey talib felekler ile behisler ider peyda Acebdür bir devrde bir meleklerden ider peyda
Bakarsan her bir eflaka nice yüz bin melaik var Nüzul itse biri arza birine bir ider peyda
417 Mutasavvıfın, İslam tarihinde meşhur olan Hz. Eyyüb, Hz. Süleyman, Hz. ismail, Hz.
Yusuf vd. Peygamberlerle ilgili hadiseleri şahsıyla özdeşleştirmegini bir ruhun beden
degiştirmesi olarak yorumlamamak gerekir. Tasavvuf inancında bir mürid önce efali (işler,
oluşlar) Allah'tan bilir. Sonra bu fiillerin Allah'ın sıfatlanmn tecellisinden başka bir şey
olmadığım anlar. Nihayet sıfatların da Allah'ın zatinin tecellileri ve varlığın da tek olduğunu
idrak eder. Bu üç mertebeye Tevhîd-i efal (Bütün islerin Allah'tan geldiğine inanma), Tevhîd-
i sıfat (Her sıfatın Zat'ın bir tecellîsi olduğuna inanma), Tevhîd-i Zat (Bütün varlıklarda
Allah'ın tecelli ettiğine inanma) denir. Bu düşünceye göre di/ve Su tektir. Hz. İsmail ve
kurban hadisesin! ele alacak olursak: Hz. İsmail kurban edilen, Hz. İbrahim kurban eden, koç
ise kurban unsurudur. Ayrı ayn unsurlar gibi görünen bunlar bir şahıs (YunusHa
toplanmaktadır. Bu şahıs da kendini Vahdet aleminin bir parçası olarak telakki etmektedir. Bu
durumda fail ve Bil birleşmektedir.
<ı« Abdullah Uçman, "Hasım Baba Devriyeleri', Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi 5,
İstanbul 2001, s. 137-156.
361
Sana bir sır dahi izhar idem ilm-i ledünnîden Anı derk idemez Hızr'un meğer benden ider
peyda
Dehr-i efrad terkîb eyleyüp terkibi efraddur Senin tecdîdü'l-basdur yevm-i ahlak ider pey da
Ebed nur eylemek nar-ı şu'ünatı idüp bir şan Akl-ı idrak ilm-i sırrumdan teceddüd zevk ider
peyda
Aceb terkîb-i ma 'nadan feleklerden haber oldun Tebayı' terkîbün anla neden edvar ider peyda
Tebayı' evvela terkîb alımca ma zuhur eyler Sudan ma 'den zuhur eyler necef cevher ider
peyda
Züra'-ı silsile heftad berzah ma'denun devri Sehur-ı eyyam seng ancak ana etvar ider peyda
Yedi nev' üzredür ma'den ki her nev'inde tavrı on Geçer heftad ile tevr-ı nebat nev'in ider
peyda
Nebatun şekli enva-ı yedi üzredür amma Kalemle içtima 'inda ki her bir şan ider peyda
Nebatun cismidür rüh-ı me'aden lübb-nüma sim Me'adenden biter cümle nebatat hiss ider
peyda
Arş tavr üzredür amma nebatun nev'i- eşkali Acebdür nev'-i tavr ile nice efrad ider peyda
Nebatun haşr ü edvarı olur heftad ile itmam Netice tîn ü hurmadan tezevvüc hiss ider pey da
Nebatun ruh-nümünundan mürekkeb cism-i hayvani Nebat ü ma'denun ruhi aceb terkîb ider
peyda
Nüma sim nebatundur ma'den sımdur cevher Biri erkek biri ünsa peder ü mader ider pey da
Aceb devr-i arşîden iyon itdüm nedür afak Nedür enfüs beyan idem nefsin devrin imla
Aceb sır bunca edvardan nefs bil zahir olmışdur Nefsden cümle halk oldı eğer Adem gerek
Havva
Nefs nür-ı Muhammed'den nefsdür nefha-ı Hak'dan Biri rakib biri merküb ikisi gevher-i yekta
362
Sıfat mevsüfkabilinden ilm ma'luma tabi'dür Abd ma 'büd üeka'imki sübhaene 'ileti esra
Şeri'atle nübüvvet hatm ü zahirdür meratibde Verasetle velî geldi kelamım Hak ider icra.
Şeçerdür her taraf mezheb velîler meyvesi onun Nübüvvet hatemi tohm muhiblerdür
budak/arza
Çiçeklerdür beşer nev'i kamunun sureti adem Nice yüzbin çiçek zayi ide her bir budak nev '&
Gelür her bir budakdan bin kemali meyve-i adem Aceb ekser olur zayi gelür bir meyvesi duha
MezJahir meyvenün tatma seçer misille batındur Zuhur ile olur zahir nemasidur onun eşya
Nice bin gerçek erlerden feda, olmak gerek ta kim Gerekdür mürşid-i yekta ola misi ile
müstesna
Hakikat devr-i eşyayı bilenler al-i ta 'dür Bilenler sırr-ı ta'yı iderler hüccetüm imza4'9
37. Şathiyye
Şathiyye, sözlüklerde, "dudaklarda bir tebessüm uyandırmak maksadıyla söylenen
manzume "olarak tarif edilir. Dinî-Tasavvufî Türk edebiyaünda ise "Allah ile tekellüfsüz,
sakalı bir eda ile konuşur gibi yazılan tür"e verilen addır.
Şathiyyede Mutasavvıfın tasavvufî aşk ile vecd ve istiğrak halinde söylediği ilk bakışta
halkın anlayamayacağı veya hoşuna gitmeyeceği biçimde birtakım sözler bulunur. Bu
sözlerde şaka, alay, istihza, çocuk eğlencelerine benzemekle birlikte batınen bunlarda Allah'a
ait hakikat gizlidir.
Bu türdeki üslup iki sevgilinin başbaşa kaldıklannda takındıkları samimî üsluptan başka bir
şey değildir, ifadeler şeriat ölçüleri içindedir. Ancak zamanla bazı şairler bu üslubu şeriat
ölçülerinden uzaklaştımuşlardır. Bu tür şiirler ise küfriyattan sayılmıştır.
YOnus Emre ve Kaygusuz Abdal gibi ünlü mutasavvıfların şathiyyelen bulunmaktadır. Bu
türe örnek olarak XVI. yüzyıl Bektaşi şairierinden Az-mî'nin şathıyyesmi alıyoruz:
Yeri göğü ins ü cinni yaratdun Sen ey mi 'm&r başı eyvancı misun Ayı güni çarhı burcı var
etdün Ey mekan sahibi rahşancı misun
4ta Asuman Ergün, a. g. tez, s. 391-393.
363
Denizleri yaratdun sen kapaksuz Suları yürütdün elsüz ayaksuz Yerleri temelsüz göği
direksüz Durdurursun aceb iskancı nüsün
Kullanursun kanadsuzca rüzgarı Kürekle mi yapdun sen bu dağları Ne yapup da öldürürsün
sağları Can verip alırsın sen cancı mısın
Sekiz cennet yapdun sen adem içün Adun büyük bağışla onun suçun Adem'i cennettenden
çıkardun niçün Buğday nene lazım harmancı misun
Bir iken bin etdün kendü adım Görmedüm sen gibi iş üstadım Yeşerdürsün kurudursun odinı
Sen bahçıvan mısın ormancı misun
înüp Beytullah'dan kendün dinlersün Cibrîî'e perde altında söylersün Bu ateş-i cehennemi
neylersün Hamamın mı var ya külhancı nüsün
Hafaya çekülüp seyrana durdun Aklı yetmezlerün aklım vurdun Kıldan ince köprü yapdun da
kurdun Akar suyun mı var bostancı misun
Bu kışlara bedel bu yazı yapdun Evvel bahara karşu güzi yapdun Mizanı iki göz teravi,
yapdun Bakköl mısın yoksa dükkancı misun
Kazanlarda katranlarun kaynamış Yer altında balıkların oynarmış On bu dünya kadar ejderhan
varmış Şerbet mi satarsun yılancı misun
Esirci misun koydun tamuya Arab Hoca misun okur yazarsun kit&b Aslun k&tib midür
görürsün his&b îhtisabun mı var yoksa hancı mısın
364
Yüz bin tonum olsa korkmam birinden Rahman ismi nasıl değil mi senden Gaffaru zünübum
demedün mi sen Affet günahumi yalancı misun
Bilürsün ben kulum sen sultanumsun Kolbde zikrüm dilde tercemanumsun Sen benüm
canumda can mihmanumsun Gönlünün yansı yabancı misun
Beni affeylesen düşen mi şanından Şahlar bile geçer böyle isyandan Ne dökülür ne eksülür
haznenden Affetsen günahumi yalancı misun
Beni delil eyler kendün söylersün içerden Asmî'yi pazar eylersün Yücelerden yüce seyran
edersün îşün seyran kendün seyrancı misun
38. Vasiyetname
Vasiyet, "kişinin ölümünden sonra yerine getirilmesini yazılı veya sözlü olarak istediği
şeyler" demektir. Vasiyetname, " bu isteklerin yazılı olarak ifadesidir. Dinî-Tasavvufî yönden
ise devlet ve din büyüklerinin geride kalan-lara buyurdukları manzum veya mensur sözlerden
oluşan eserlere verilen od"dır.
Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatında bu türde pek çok eser bulunmaktadır. Bu cümleden
olarak, Hz. Muhammed'm Veda Hutbesi de bu tür'ün en en önemli örneğidir. Ayrıca Lokman
Hekim'in, Şeyh Edebali'nin, îmam-ı A'zam'ın, Hacı Bektaş'ın... vasiyetleri ünlüdür. Lokman
Hekim VasiyetnĞ-mesinden birkaç paragraf görelim:
Ey oğul! Gökte, yerde veya bir kaya içinde gizlenip hayrdan-şerden hardal danesi kadar bir
şey işlesen, hesap günü karşına çıkarılır.
Kibr edip insanlardan yüz çevirme. Yeryüzünde azametle yürüme. Allah taala kendini
beğenip övünenleri sevmez.
Küçük şeylere küçük nazarıyla bakma, ileride büyük olur.
39. Kıyametname
îsîam tenninolojisinde "İsrafil adlı meleğin sur'u üflemesiyle dünya hayatinin son bulacağı,
ölenlerin tekrar dirilip ebedî hayata kavuşacağı büyük güne kıyamet adı" verilir. Dinî-
Tasavvufî Türk Edebiyatında bu günü ve olacakları anlatan eserlere de kıyametname adı
verilir. Muhammediye adlı eserden bu hususla ilgili birkaç bölümü aşağıya alıyoruz:
365
Dinlegil Allah imdi geri nice dirgürür Çürümüş sürtükleri nice yaratır fi'l-me'ad
Hak taala bir hazine feth ede Arştan bu kez. Çıka andan bir deniz Bahru'l-hayattır ona ad
Bu denizden yeryüzüne bir aceb yağmur yağa Kim erenler suyuna benzer ala ey şah zad
Emr ede Allah kim ecsad kabr içinde biteler Ger nebî ve ger velî ve ger Süleyman ger Kubad
Bir kemicek var durur insanda asla çürümez Kim segirdende olur cism ona etmiştir imad
Hak taala geri ondan yaradısar cismini Nitekim evvel ona kanında etmişti nihad
40. Mahşemame
Bu kavram da kıyamete bağlı ve onu takip eden bir başka olay için kullanılır. Ölenlerin
dirildikten sonra toplanacakları yer, hesap verecekleri zaman anlamındadır. Dinî-Tasavvufî
Türk Edebiyatında bu yer ve zamanı tafsilatıyla anlatan manzumeler mahşemame adım alır.
Bu hususta da Muhammediye adlı eserden birkaç bölüm sunalım:
Evvel İsrafil'i ihya eyleye emr eyleye Beyt-i Makdis sahrasından sur'un ede ihtida
Sur'unun dört şu 'besi ola dura dört kuşede Biri şarkda biri garbda olısar edip eda
Biri yer altında biri gökler üstünde ola Altı delikle ola çıkısar onlardan soda
Ol deliğin her birinde olısar bir türlü can Evvelînde olısar ervah-ı cümle enbiya
Olısar ikincisinde cümle ervah-ı melek Birisinde cinnîler ervahı ede iltikaa
Birisinde ademîler canı ola has ü am Birisinde ola ervah-ı şeyatin imtila
Pes hitab erişe israfil'e kim ur sürunu Bir ayağın ileri basuban eyleye nida:
"Ey kara yerlerde çürümüş sünükler dirilin Ey turab olmuş bedenler n 'oldunuz idi heba!"
366
41. Şefaatname
Şefaat, "bir suçun bagişlanması için aracı olma" demektir, islam inan-cında "Hz.
Muhammed kendine inanların suçlarım bağışlatmak için tek şefaatçidir. " Bu bakımdan Dinî-
Tasavvufi Türk Edebiyaünda Peygamberden şefaat dileyen eserler ortaya çıkmıştır. Bu
eserlere şefaatname adım veriyoruz ki bunların da kaynağı yine Hz. Muhammed'e ait olan bir
"Şefeat Hadi-si"dir. Aziz Mahmut Hüdayî'nin şefaatnamesinden bir bölümü örnek olmak
üzere buraya alıyoruz:
Tevfik eyle bizi vuslat yoluna Efendim meded hey Sultan 'im meded Kereminden irgür vahdet
iline Efendim meded hey Sultan 'im meded
Yardım eyle bize işbu yollarda Ta ki kalmayavuz yüce bellerde Ayrılık güç imiş garib illerde
Efendim meded hey Sultan 'im meded
Kimin kapışma yüz uruban Kimin divanma el kavşuruban Efendimi kayup kanda varuban
Efendim meded hey Sultan 'im meded
D. XIII-XX. Yüzyıllar Anadolusunda Yaşayan
Mutasavvıflardan Örnekler a. Xm-XIV. Yüzyıl Dinî-Tasavvufi Türk Edebiyatının
Genel ÖzelUklerine Kısa Bir Bakış
XIII. asır, Türk edebiyatında büyük akisler uyandıran tasavvuf asrıdır. Türklerin îsîamiyete
girişleri. İslam ülkelerinde tasavvuf hareketlerinin başladığı asırdır.
îs,lam ülkelerinde Hicretin II. asnndan itibaren şeyh denilen tasavvuf büyüklerinin etrafında
toplanmalar başladı. Bu asırda Şam'da, daha sonraki asnn ikinci yansında Irak ve Horasan'da
böyle topluluklar görülmeye başlandı.
ilk zaviye M. 779'da KOfeli Ebü Haşim tarafından Şam'da kuruldu. Sonra Mısırlı Zü'n-NOn
(? - 860), Horasanlı Bayezid-i Bistamî (? -874), Iraklı Cüneyd-î Bağdadî, Horasanlı Hallac-ı
Mansur (857-922) gibi şahsiyetler yetişti. Bunların çevrelerinde büyük halk toplulukları
oluştu.
Türklerin îsîanüyeti kabulleri bu asırlara rastlar ki din yoluyla tasavvuru da kabul etmeleri
kaçınılmazdır.
367
Bu ilk mutasavvıflardan sonra Razî (ölm. 932), Farabî (870-950), îbni Sina. (980-1037) gibi
eski felsefeyi bilen filozoflarca îsîamda felsefe oldukça büyük mesafe aldı. Kuşeyrî, meşhur
risalesiyle tasavvufun Kur'an ve Sünne-te uygunluğunu isbat ederek tasavvufa büyük bir itibar
kazandırdı. Bu itibarı, Gazalî (1058-1111) tamamladı. Gazalî, tasavvufa îsîamî bir hüviyet
kazandı-rarak adeta îsîamî bir tasavvuf kelamı ortaya koydu.
XII. asır tarikatlann ortaya çıktığı asırdır. Türkistan'da Yesevîlik, Bağdat çevresinde
Kaadirîlik ve Rufaîlik gibi tarikatlar oluşmaya başladı. Bunlar tasa sürede çoğalıp, şubelenip
yayılarak Horasan, Türkistan, Anadolu, Balkanlar'da hayat bulmuşlardır.
XIII. asırda iki büyük mutasavvıf, tasavvufa yeni bir hamle, yeni bir heyacan kazandırdı.
Bunlardan birisi Muhyiddin-i Arabî (1165-1240)'dir. Bunun elinde Vahdet-i Vücüd (Varlığın
Birliği) nazariyesi en sistemli ifade-sini buldu. Bu asrın bir diğer mutasavvıfı ise Mevlana
Celaleddin-i Rumî'dir.
îran ve Türk edebiyaünda derin akisler uyandıran bu Vahdet-i Vücüd inanışına göre varlık
tektir ve tek varlık Allah'tır. Diğer varlıklar olarak görülen her şey Allah'ın türlü türlü
hayelleri olup, Allah'ın bilinmesi içindir. Ezelde bu varlıklar yoklu. Tek Allah vardı ve
Mutlak güzeldi. Bu güzelliği çevreleyen sonsuz yoklukta güzelliği görecek göz, sevecek
gönül yoklu. Halbuki güzellik; beğenilmek, sevilmek ister. Güzelliğin bu eğiliminden dolayı
Allah aynada hayalim gören bir insan gibi adem denilen yokluk ve hiçlik deryasına yaratıcı
ruhuyla baktı, orada kendi aksini gördü... Geçici birer hayalden başka bir şey olmayan bütün
yaratılmışlar işte bu şekilde var oldu. Bu yaratılmışlar içinde bedenine ilahî ruh üflenen tek
mahluk insan olduğu için Yaratıci'nın vasıfları insanda toplanmıştır. Varlığı, iyiliği, güzelliği
görüp sezebilecek üstün varlık insandı.
Varlık, iyilik, güzellik bunlar Allah'ın vasıflarıdır. Bu vasıflar aynı zamanda insana da
verilmiştir; ancak bunların zıddı olan hiçlik, çirkinlik ve kötülük gibi Allah'ta bulunmayan
vasıflar da birincilerin bilinebilmesi için verilmiştir. Zira her şey ancak zıddıyla bilinebilir.
Aydınlığın kıymeti karanlıkla; sıcak, soğukla bilinebilir.
Vahdet-i Vücüd inancına göre insan, Allah'tan olan vasıftan saklar, olmayanları kendinden
giderirse o zaman yalnız güzel, iyi ve var olacaktır ki bu Allah'ın vasıflarıyla var olmak,
O'nun varlığına katılmak, O'nda O'nunla ebedî olmak demektir. Bunun gerçekleşmesi
esnasında îlahî rüh'un Allah'a kavuşması yolunda tek engel nefs denilen şeydir. Nefs,
maddedir, maddeye olan tutkudur. Onu yenmek kolay değildir. Nefsi yenecek olan tek şey
aşk'tır.
Ruhu Allah'a vardıran kudret yine Allah aşkı'dır. Allah'a ait sırlar ancak bu aşkla çözülür.
Bu halde kişi aşk ve tecellî ateşinde erir, insan artık
368
kendini görmez olur; hem kendi içinde (gönülde) hem de baktığı her yerde Allah'ı görme
derecesine ulaşır. Ondan başka hiçbir şey görmez ohır.
Her türlü fikir ve heyecanı kendine konu edinen edebiyat, tasavvuf için de bir ifade vasıtası
olmuştur. Bir hayli mutasavvıf, tasavvufla alakalı duygularım, aşklarım, hasretlerim,
ıztıraplanni şiirle ifade etmişler, bunlar bestelenmiş asırlarca dillerde dolaşmıştır. Bu şekilde
îran ve Türk edebiyaüannda zengin bir Tasavvuf Edebiyatı ortaya çıkmıştır.
Selçuklular, Harzemşah ve Çorluların devlet kurdukları ülkeleri XIII. a-sırda Moğollar istila
etmiştir, imparatorluğun güçlü isimlerinden Cengiz Han, yerini oğullanna bırakmış kısa
sürede bu imparatorluk topraklanndan Çin Moğollan, Türkistan Moğollan, Kıpçak Moğollan
ve îran Moğollan adıyla dört imparatorluk ortaya çıktı.
Çağatay oğullannın Buhara ve Semerkand'a kadar uzanan devlednde gelişen lehçe Çağatay
lehçesi adım aldı. Bu devirde tarih ilmi önem kazandı. Tarih-i Cihan-guşd'nm yazan Cüveynî
ile C&mi'ü't-Tevarih yazan Reşidü'ddin bu devrin önemli tarihçilerinden ikisidir... Moğollann
Türk ül-kelerine yayılması ve Türkleşmeleri bu bölgelerde Türkçe ve Türk edebiyatı-mn
gelişmesine sebep oldu. N
XIII. yüzyılda meydana getirilmiş en eski eser Ali'nin Kıssa-i Yusuf ad-lı eseridir. Dînî
hikaye edebiyatının ilki kabul edilen bu eser on ikili hece vezni ve dörtlüklerle yazılmıştır.
Dili doğu ve batı Türkçesinin kanşımıdır. Bu eseri Anadolu'da başlayıp gelişecek olan dinî
edebiyat çığınnın müjdecisi olarak kabul etmek gerekir.
Türk Edebiyatı altın devrini Anadolu ve balkanlarda Osmanlı asnnda yaşamıştır. Bu
topraklarda yaratılan yeni destanlara ilave olarak eski yurttan getirilen destanlar da yeni
coğrafyaya uyarak yeni ve zengin çizgilerle zenginleşerek yaşamaya devam etti.
Destanî edebiyattan Battal-name, Danişmend-name bu çağdan itibaren yazıya geçirilmiş,
Türk nükte ve mizahinin büyük temsilcisi Nasrettin Hoca bu asırda yaşamıştır. Bu asırda, ilim
dili olarak Arapça, edebiyat dili olarak da Farsçanm Türkçeye hakimiyeti başladı. Mevlana
Celaleddin-i Rumî (1207-1273) bu anlayışla eserlerim Farsça olarak ifade etti. Başlıca
eserleri:
Dîvan-ı Kebîr, Mesnevi, Fîhi Mafîh, Mektubat, Mecalis-i Seb'a' dır.
Ahmet Fakih (ölm. 1221) Çarh-name adlı 100 beyitlik manzumesini Türkçe olarak yazdı.
Şeyyad Hamza, Yusuf ü Züleyha adlı 1549 beyitlik mesnevîsini; Mevla-na'nın büyük oğlu
Sultan Veled, Divan, îbtidaname, Rebab-name. întiha-name, Maarif-name adlı eserlerim bu
asırda verdi.
369
Anadolu'da Yesevî geleneğinin yemsilcisi, Tasavvufî edebiyatın kuru-cusu ve en büyük
ismi Yunus Emre ise Divan ve Risöletü'n- Nushiyye adh eserlerim bu asırda verdi.
Din dışı edebiyat da îran yoluyla gelerek bu asırda ilk eserlerim Anadolu'da Klasik Türk
edebiyaümn temellerim attı.
XTV. asır doğu ve baü Türklerinde edebî dilin tamamiyle teşekkül ettiği, çok sayıda eserin
meydana geldiği bir çağdır. Yine bu asırda îsîam kültürü-nün tesiriyle zümre edebiyatları
Halk edebiyaündan belirgin farklarla ayrıldı. Edebiyatta üç ana çizgi ortaya çıktı: l. Yüksek
Zümre Edebiyatı, 2. Tasavvuf Edebiyatı, 3. Halk Edebiyatı.
Bunlardan birincisi islam kültürüyle yetişmiş okumuşların, üçüncüsü ise îsîamdan
etkilenmekle birlikte geleneğe bağlı edebî zevkini devam ettiren kesimin zevklerine hitap
ederken ikincisi ise bu iki edebiyatın özelliklerine sahip bir geçiş köprü edebiyatı görevim
üstlendi.
XTV. asır Orta Asya Türk edebiyatı umumiyetle Çağatay Lehçesi edebiyatı, hatta Çağatay
Edebiyatı olarak anılır. Bu asırda ortaya konulan edebî eserler daha çok dînî-ahlakî eserlerdir.
Harzem bölgesinde okunulan ilk mühim eser Hakaniyye lehçesiyle yazılan Kıs&su'l-
Enbiya'dır. Eserin yazan esas adı Burhanoğlu (Kadı) Nasır olan Rabguzî'dir. Yine bu asırda
aynı Türkçe ile yazılan 900 beyitlik Mu'înü'l-Mürid, islam adh şair tarafından yazıldı. Kerderli
Mahmud'un 444 sayfalık Nehcü'l FerOdis de bu sahada yazılan bir başka önemli eserdir.
Kıpçak sahasında kurulan Altınordu Devleti zamanında Kıpçak Türkçesiyle eserler yazıldı.
Bedreddin Kavvamî'nin ilk mısraı Arapça, ikincisi Farsça, son iki mısraı Türkçe bir rubaisi
mevcuttur. Bundan başka Kutub, 1341-1342'de yazdığı Husrev ü Şirin adlı mesnevîsiyle
Türkçe'de ilk olarak bu klasik mevzuyu işledi.
Orta Asya Türk edebiyaümn en üstün ve tanınmış şairi, Muhabbet-name adlı eserin sahibi
Harizmî'dir. Farsça, Türkçe şiirler söylemiş, bilhassa Türkçe gazellerinde büyük basan
göstermiştir. Dînî- Popüler eserlerden biri de 1368'de mesnevî tarzında Hüsam Katib
tarafından yazılan Cümcüme Sultan (Dastfin-ı Cümcüme Sultan)dır. Bir başka mühim eser ise
Codex Cumanicus (Kodeks Kumanikus)'tur. Hristiyan rahiplerce oluşturulan bu eserlerin
birinci defteri Latince-Farsça-Kumanca bir sözlüktür, ikinci defter ise, Kuman- Al-man
sözlüğüdür. Bu son defterde Hristiyanlığa ait Kumanca dualar, ilahî ve bilmeceler vardır.
Mısır'a yerleşen Kıpçaklann Türkmenlerle kanşmalanndan dolayı batı Türkçesine yakın.
Güney Kıpçak Türkçesiyle bir Türk edebiyatı devri başladı. Bu coğrafyada;
370
Ebd Hayyam 1312'de Kitabu'l- idrak U Usanü'l-Etrak adh Türkçe-Arapça lügat ve dilbilgisi
kitabı; yazan belli olmayan El-Kav&nînü'l-Külliye U Zabti'l-Lügati't-Türkiyye; Berke Fakîh,
Kutb'un Husrev ü Şirin adlı mes-nevîsini istinsah etmiş, mesnevinin sonuna 51 beyiflik bir
manzume ilave etmiştir.
Berke Fakih, irşadü'l- Mülük ve's- Selatin adlı bir fıkıh kitabım da tercüme etmiştir. Bu yazı
dilinin en önemli eseri Seyf-i Sarayî'nin Gülistcin Tercümesi'dir. Bu eser 1391'de
tamamlanmıştır.
Bu asırda Azerî sahasının en mühim ismi bir Horasanlı Türk olan Hasan Oğlu'dur. Bu gün
için elmizde tek Türkçe gazeli vardır. Bu sahanın ikinci mühim ismi Doğu Anadolu'da bir
hükümdarlık kurmaya çalışan ve bunda da kısmen başardı olan Kadı Burfıaneddin'dir.
Arapça, Farsça şiirler söylemekle beraber asıl büyük eseri Divan'ua Türkçe yazmıştır.
Azeri Türkçesiyle eser veren bir başka isim Erzurumlu Kadı Darîr'dir. Dili Azerî Türkçesi
ile Anadolu Türkçesi arasındadır, îbni ishak'ın Kitabu Sîretü'r-Resülullah adlı eserini nesirle,
yer yer nazımla Türkçeye çevirdi. Fütuhu'ş Şam adlı bir tercümesi daha vardır. Tercümelerden
başka 2120 beyitlik Kıssa-i Yusuf, Sîretü'n-Nebî ve Mevlid manzumesi vardır.
Azeri Türkçesi'nin en geniş tesirli şairi Seyyid îmameddin Nesîmî'dir. Türkçe, Farsça
şiirlerle Tertiplenmiş bir Divan'ı vardır. Tuyuğlan ünlüdür.
XIV. asır Osmanlı devleti'nin kuruluş çağma rastladığı için daha canlı dînî-tasavvufî, tarihî,
hamasî (epik), ahlakî mahiyette eserler yazılmıştır.
Türkçe artık tamamıyla Anadolu'ya yerleşmiş bir edebiyat dili haline gelmiştir. Selçuklu'nun
çöküşüyle birlikte ortaya çıkan beylikler devrinde Türkçeye büyük itibar ve önem verilmiştir.
Bu Türkçe ile pek çok eserler yazılmış.
înançoğullan sahasında anonim bir Fatiha Tefsiri ile înanç Oğlu Murad Aslan emriyle
yazılan îhlas Tefsiri vardır. Hükümet merkezi Ladik'te Muarrif Ladîkî gibi şairler yetişmiştir.
Aydınoğullan sahasında verilen bir mühim eser Kısas-ı Enbiya Tercü-mesi'du. Bu sahanın
mühim bir ismi de Mes'ud adlı bir şairdir. Bu şair, Kelîle ve Dimne'yi tercüme etmiştir.
Anadolu'da yetişen belli başlı isimlerinden Gülşehrî ise; Felek-name (yazılışı: 1301) adlı
Farsça Mesnevîsi ile nazire tarzında kaleme alınan Mantıku't- Tayr (yazılışı: 1317)'ı ve Aşık
Paşa'nın: Garib-name, Fakr-name, Vasf-ı Hal, Hikaye gibi eserleri, Yunus tarzında ilahi ve
gazelleri de vardır.
Bu mesnevî edebiyatının yanında din dışı aşk ve macera mesnevileri de yazılmaya başlanır.
371
Hoca Mes'ud, 5568 beyitlik Süheyl ü Nevbahar, Şeyhoğlu Mustafa, Hurşid-name adlı
mesnevîlerini yazarlar. Şeyhoglu'nun bu mesneviden başka Kenzü'l- Kübera adlı bir mensur
eseriyle Merzuban-name, Kabüs-name adh tercümeleri ve Mecmu 'atü'n- Neza'ir, Cami'ü'N-
Neza'ir gibi şiir mec-mualanna geçmiş şiirleri vardır.
Meddah Yunus'un Hamüs-NOme adlı Farsça mesnevîsi; Varka ve Gülşah. Dastan-ı iblis
Aleyhi'l-La'ne, Maktel-i Hüseyn (tercüme) adlı mesnevileri ile Kenzü'l-Kübera adlı
mecmuaya geçmiş şiirleri vardır.
Ahmedî; çok sayıda kaside ve gazelleri, 8000 beyidik Divan'ı; fskender-name, Cemşid ü
Hurşid isimli manzum hikayeleri; Tervihü'l-Ervah adlı tıbba dair bir eseri ve Mirka ü'l- Edeb,
adh manzum Arapça- Parsça lügati; Arapça'nın sarfina dair Mizanü'l- Edeb, Arapça'nın
nahvine dair Mi'yarü'l-Edeb adlı eserlerin sahibidir.
Isk-name adh eseri 1398'de yazan Şair Muhammed bu devir ve sahanın bir başka ismidir.
XIV. asır, Anadolu'da Dede Korkut Destanlan'nın geliştiği çağdır. Yunus tarzı söyleyiş bu
asnn ideal söyleyişidir. Emre ve Yunus mahlasları bu asırda yaygınlaşır. Yunus
takipçilerinden biri Said Emre'dir. Aruzla olduğu kadar heceyle de şiirler söyleyen bu şair
Hacı Bektaş Velî'nin Makalafmı mensur olarak Türkçe'ye tercüme etmiştir. Yine Yunus
takipçilerinden bir başka mühim isim. Abdal Musa müritlerinden Kaygusuz Abdal da; "
Divan, Gülistan, Mesnevileri-11-111), Gevhemame, Dolabname, Budalaname, Miglataname,
Dilgüşa, Saray-name, Vücudname, Minbemame, Salatname, Kitab-ı Kaygusuî,. vb'leri gibi on
beş'in üzerinde eserin sahibidir.
b. Belli Başlı Şahsiyetlerden Örnekler
Şimdi bu dönemin mutasavvıflanndan birkaç örnek venneye çahşalım. Onlar da:
l. MEVLANA CELALEDDlN-1 RUMÎ
1207'de Beih'te doğdu. Ünlü mutasavvıf Bahaddin Veled'in oğludur. 1221'de aileleriyle
birlikte Anadolu'ya göç eden bir grubun içinde Mevlana ve ailesi de vardır. Yolculuk
Horasan'dan başlamış, Bağdat, Şam; Halep güzergahından Anadolu'ya kadar uzanmıştır. Bu
güzergah üzerinde birçok mutasavvıfla görüşülmüş ve duaları alınmıştır. Bunların içinde
Feridü'd-din-i Attar ve Muhyiddin Arabî de vardır.
Ailesiyle beraber önce Erzincan'a yerleşen Bahaeddin Veled daha sonra Konya'ya göç edip
oraya yerleşmiştir. 1231'de vefat ettikten sonra imamlık görevim Celaleddin (Mevlana)
devralmıştır. Babasından ve devrin büyük alimlerinden ders alan Mevlana 1244'te Konya'ya
gelen Şems-i Tebrizî ile de tanıştıktan sonra tasavvufa gönül vermiştir.
372
Eserlerim Farsça yazmasına rağmen hem Türk mutasavvıf ve şairleri hem de diğer
Müslüman düşünürler ve şairler üzerinde etkili olmuştur. Ölü-münden sonra başta Konya
olmak üzere çeşitli şehirlerde açılan Mevlevî dergahı ve tekkelerinde mevlevîlik hızla
yayılmıştır. Anadolu'da Türk birii-ğinin sağlanmasında ve fütuhatın tamamlanmasında bu
tarikatın büyük hizmetleri olmuştur.
" Mevlana" kelimesi "efendimiz" anlamında kullamimıştır. "Rüım" ise "Anadolulu"
anlanuna gelmektedir. Bu isim bile büyük mutasavvıfın halk tarafmdan ne kadar sevildiğim
göstermektedir. Mevlana'ya göre aşkların anası Allah aşkıdır. Bu aşkı tatmak için kişi
ihtiraslardan arınmalı engin bir gönüle sahip olmalıdır.
Ona göre ölüm bir son değil bir başlangıçtır.
" Benim ölçtüğüm gece, bir düğün gecesi olacaktır. Çünkü ölüm Allah'a kavuşmaktır." der.
Mevlana bütün insanlığı kucaklayan dil, din ve ırk ayrımı yapmayan hoşgörü esasına dayalı
bir düşünceyi temsil etmektedir. Bu nedenle Mevlana sevgisi yalnız Müslümanlar arasında
değil Müslüman olmayanlar arasında da hızla yayılmaktadır.
Mevlana' mn en çok okunan eseri Mesnevi adlı büyük eseridir. Tasavvuf! düşünceyi bütün
yönleriyle açıklayan bu eserin defalarca şerhi (açıklaması) yapılmıştır.
Bu eserin asıl adı Mesnevî-i Manevî' dir. Mesnevi 26. 000 beyit uzunlu-ğunda tasavvufî bir
eserdir. Bu eserin ilk 18 beytim Mevlana kendi eliyle yazmış geri kalan kısmım da
talebelerinden Hüsamettin Çelebi'ye dikte ettirmiştir. Bu eserde Kur'an-ı Kerim'in hikmetleri,
tasavvufun esasları kısa hikayelerle anlatılmıştır. Mevlana, eseri çekici kılmak, okuyucuyu
düşündürmek ve fikirlerinin daha kolay anlaşılmasmı sağlamak için gülünç ve ilginç olaylar
da anlatmıştır. Aşağıda eserin ana fikrini en iyi açıklayan kıs-nundan bir parça okuyacaksınız.
Mutasavvıfların görüşüne göre kainattaki her şey aslında tek varlığın tecellisidir. Her şey o
yüce varlığın değişik şekillerde yansımasıdır. Mevlana aşağıdaki metinde bu düşünceyi "ney"
örneğiyle açıklamaktadır.
Mutasavvıflara göre insan ruhunun çırpınışları aslına kavuşmak içindir. Ruhun aslı Allah'tır.
Nasıl ki kamışlıktan ayrılan ney tekrar oraya dönmek için inliyorsa insan ruhu da ait olduğu
yere dönmek için çırpınmaktadır.
Mevlana ney'in inleyişlerine ayrılığı sebep göstermektedir. Çünkü ney, kamışlıktan ayn
kaldığı sürece gurbettedir, insan ruhu da ney gibi şikayetlerim çeşitli şekillerde dile
getirmekte dünyayı bir gurbet saymaktadır.
Ney konulu şiirde Vahdet- i Vücut nazariyesi anlatılmaktadır. Buna göre kainattaki
kesret(çokluk) bizi yanıltmaktadır. Halbuki çokluk yok, birlik vardır. Bu birliğin kaynağı
Allah'tır. Allah tek; ama sıfatları çoktur. Boşlukta
373
tecelli eden onun şifadandır. Ney ise bu mutlak varlığın yalnızca bir cüzüdür. Fakat insanın
haline çok benzemektedir.
Eserleri: Mesnevi (Mesnevî-i Manevî), Divan-ı Kebir, Fihi Mafih, Mektubat, Mecalis-i
Seba.. vb 'teridir.
Ney'în Esrarı
Dinle neyden kim hikayet etmede Ayrılıklardan şikayet etmede
Der kamışlıkdan kopardılar beni Netlisin zar eyledi merd ü zeni
Şerha şerha eylesin sînem firak Eyleyem ta şerh-i derd-i iştiyak
Her kim aslından ola dür u cüda Rüzgar-ı vaslı eyler mukteda
Ben ki her cem'iyyetin nalanıyam Hemdem-i hoş- hal ü bed-haldnıyam
Her kişi zannınca bana yar olur Sohbetimden talib-i esrar olur.
Sırrın olmaz ndlişimden gerçi dür iîk yok her çeşm ü guşa feyz-i nur
Birbirinden can u tenpinhdn değil Lîk yok destür-ı rii 'yet cana bil
Oldu ateş sıyt-ı ney sanma hevd Kimde bu ateşi yoğ ise hayfana
Ates-i 'aşkiledirte'sîr-iney Cüşiş-i 'aşk iledir teşvîr-i mey
Yardan mehcüra hem-derd oldu ney Çak-saz-ı perde-i merd oldu ney
Ney gibi bir zehr ü tiryak olamaz Ney gibi dem-saz ü müştak olamaz
Ney verir bir rah-ı pür-hundan haber Aşk-ı Mecnun kıssasın takrir eder
Bî- dilandır mahrem-i esrar-ı huş Yok zebana müşteri illa ki guş
Derdimizden rüzlar bî-gah olur Rüdar çok süz ile hem-rdh olur
374
Gemi değildir günler eylerse güzer Sen heman bakî ol ey pakize-ter
Maniyi bahr olamaz, sirab-sdz Rüz-i bî-ruz! olur gayet diraz
Puhte halin hîçfehm itsin mi ham ihtisar üzre gerek söz. vesselam420
Mevlana Celaleddîn-i Rumî
Günümüz Türkçesiyle
Neyi dinle o bir şeyler anlatıyor; Ayrılıklardan şikayet ediyor.
Ney "Beni kamışlıktan koparıp ayırdıklanndan beri inildin kadın, erkek herkesi
ağlatmaktadır." diyor.
Aynuk bağnmı parça parça eylesin ki ben de aşk derdim anlatabileyim. Her kim aslından
aynürsa, o kavuşma zamanım bekler durur. Ben ki her meclisin ağlayanıyım, iyilerin de
kötülerin de dostuyum.
Herkes kendi zannınca bana dost olur, sohbetunden bir şeyler öğrenmek ister.
Gerçi benim sırrım feryadundan uzak değil, onda gizlidir; ama her göz ve kulakta bunu
sezecek nur yok.
Can ile ten birbirinden gizli değildir; lakin teni gönneye izin var, canı görmeye izin yoktur.
Ney'in sedası ateş oldu sen onu hava zannetme. Eğer kimde bu ateş yoksa onun için
üzülmek gerekir.
Ney'in tesiri aşk ateşinden kaynaklanmaktadır. Şarabın hali ise aşk coş-kunluğundandır.
Ney sevgiliden aynimışlara dert ortağı oldu. Kavuşmaya mani olan perdeleri parçaladı.
Ney gibi bir zehir ve panzehir, Ney gibi bir aşık ve dost bulunmaz.
Ney kan dolu bir yoldan haber verir. Yani Mecnun'un aşk hikayesini anlatır.
Akıl esrannın sırdaşı(bilenleri) aşıklardır. Şöyle ki dile kulaktan başka talip yoktur.
Günler derdinüzden uzar ve yanıp yakılmaya arkadaş olur. Günler geçerse gam değil. Ey
tertemiz dost! Sen ebedî ol.
375
Deniz, balığı suya kandıramaz. Nasibi olmayana gün uzun gelir. Ham olan pişmişin halinden
hiç anlar mı? Bunun için sözü kısa keselim vesselam.
MesnevT den Seçmeler
Gönül Birliği
Aynı dili konuşmak, yakınlık, hısımlıktır. Kişi yabancılarla kalırsa eli, kolu bağlı bir tutuklu
gibidir. Ama nice Hintli ve nice Türk vardır ki dildedirler. Nice iki Türk vardır ki birbirlerine
yabancı sayılırlar. Şu halde insanı o sır kardeşi, gönül kardeşi yapan dil, bambaşka bir dildir.
Gönül diliyle birleşmek, dil birliğinin bağlılığından daha güzeldir. Gönülden, sözsüz, işaretsiz
ve yazısız yüz binlerce tercümanın, kılavuzun belirdiğim görürsünüz. 421
* * *
Sen bizim eşimizsin, işlerin yüriimesi için çiftin aynı huyda olması gerekir. Eşlerin
birbirlerine benzemesi gerekir. Ayakkabı ve mestin çiftlerine baksana! Ayakkabının biri,
ayağa biraz dar gelirse, ikisi de işe yaramaz. Kapı komodinin biri küçük, öteki büyük olmaz
ki! Orman-daki arslanın, kurda eş olduğum hiç gördün mü?
iki çuvaldan biri bomboş, ötekisi iyice dolu otursa devenin üzerinde denge sağlanamaz.422
# # *
Hacca gideceksen, hac yoldaşı ara, ama ha Hintli olmuş ha Türk, ha Arap, Onun rengine,
şekline bakma, avnine ve seninle anlaşabilir niteliğim bok. Rengi kara bile olsa, seninle
madem ki anlaşmıştır, içi aktır. Aslında senin rengindedir; sen onu beyaz bil!423
Bilgi
Adamın biri, dört kişiye bir dirhem verdi, îçlerinden birisi, "Ben bu parayı engür'a
vereceğim" dedi. Öteki Araptı; olmaz dedi, ben inep isterim be adam, engür istemem" dedi.
Üçüncüsü Türktü; her ikisine dedi ki " Bu para benim, ben inep istemem, üzüm isterim" Rum
olan dördüncüsü, "Bu laftan bırakın, dedi. Ben istafil yemek istiyorum." Bu tartışma üzerine
dört kifi kavgaya başladılar. Çünkü adların sır-nndan, ne anlama geldiğinden habersizdiler.
Ahmaklıktan, birbirlerini yumruklamaya başladılar. Hepsi bilgisiz, bilgiden yana bomboş
adamlarda4
* * *
421 MesneviCüt I; (Hazırlayan: Rüştü Şardağ) Başkent Yayınevi, Ankara, beyit 1205-1208
<" Mesnevi, Cilt I, beyit 2308- 2313 «3 Mesnevi. Cüt I, beyit 2894- 2896 «< Mesnevi Cilt II,
beyit 3681-3686
376
Nefsinin isteklerim uyan, rahatına, keyfine düşkün olan, maymun iştahlı olan, kendine
güvenmeyen, güçlüklere katlanmasını bilmeyen, dünya geçimine düşen ilme kavuşamaz.425
* * *
Hatta insandan, öküzle eşek bile bilgilenir, akıllanır, sanat elde e-derler. Gem tanımaz at,
rahvan yürüyüşlü bir hayvan olur, alışır. Ayı oynar, keçi selam verir. Köpeğe insanın huyu
geçer; çoban olur, av avlar, yahut sürüyü korur.426
2. HACI BEKTAŞ VELÎ
Hacı Bektaş Velî'nin hayatım kısaca iki noktada ele alabiliriz. O da:
Menkabevî Hayatı; Velayetname'ye göre Hacı Bektaş Velî, Horasan hükümdarı îbrahünü's-
Sani Seyyid Muhanuned ile Şeyh Ahmed adlı Nişaburlu alim bir zaün kızı Hatem (veya
Hateme) Hatunun oğludur.427
Hacı Bektaş, Hoca Ahmet Yesevî'nin halifesi Lokman Perende'nin ya-ninda ilk eğitimine
başlar, olgunluk çağma geldiğinde icazetnamesini alır, irşad göreviyle Anadolu'ya gönderilir.
Lokman Perende zahir ve batın ilimle-rine sahip bir mübarek zattır. Hacı Bektaş daha
çocukluk yıllannda keramet sahibi bir kişi olarak gösterilmektedir. Bununla ilgili olarak
Velayetname'de şöyle bir olay yer alır:
Bir gün Lokman Perende, Hacı Bektaş'in yanma girer. Odayı nur ile dolu olarak görüp
şaşırır; etrafina bakınır, Bektaş'in sağında ve solunda iki nüranî zat görür. Onlar Bektaş'a
Kur'an okutmaktadırlar. Lokman girer girmez bu zatlar kaybolurlar. Lokman şaşırır, Bektaş'a
bunların kimler olduklarım sorar. O da:
-Sağımda oturan iki cihan güneşi ceddim Muhammed Mustafa idi. So-lumda oturan Allah
'in Arslanı, insanların Emîri Hz. Ali idi, der.
Yine bir gün Lokman, namaz vaktinde talebesi Hacı Bektaş'tan abdest almak için su ister.
Bektaş hocasına:
-Bir nazar etseniz de su buradan oksa, der. Lokman Perende:
-Bizim buna gücümüz yetmez, deyince Bektaş el kaldınp dua eder. Lokman Perende amin
der. O anda mektebin ortasında güzel bir pınar akar, pınarın basında güzel çiçekler ve otlar
biter.
Bu ve benzeri pek çok kerametlerden sonra Lokman Perende "Müjde olsun ki kutbu'l-
aktablık senindir. Biz bu yokluk yurdunda çok eğlenmeyiz,
377
ahirete gideriz. Var, seni ROm'a saldık, Sulucakarahöyük'ü sana yurt verdik, Rum abdallanna
seni baş tayin etük." diyerek emanetleri ve icazatı alır. Sulucakarahöyük'e gelip dergahım
kurar. Yunus Emre, Karaca Ahmet, Ahi Evran gibi pek çok eren Hacı Bektaş'ın keramederini
görüp onun velayetim kabul ederler.428 i
Tarihî Hayatı: Asıl adı Muhammed Bektaş olan Hacı Bektaş'ın tarihî hayatı menkabevî
hayatı içinde adeta kaybulmuştur. Ondan bahseden kaynaklar da yeterli değildir.
Hacı Bektaş'tan bahseden kaynakların en eskisi EflSkî Dede'nin Menakıbu'l-Arifîn adlı
eseridir. Eflakî, Hacı Bektaş'ın Baba Resulullah (Baba îshak)ın meşhur halifesi olduğu söyler.
Hacı Bektaş'tan bahseden diğer önemli bir kaynak da Aşık Paşazade Tarihi'<3aı. Bu eserde
doğumu, ölümü gibi bilgiler bulunmamakla birlikte daha çok Hacı Bektaş'm seyehafleri
üzerinde durulmaktadır. .
Taşköprülüzade Ahmed (ö. 1553), E'ş-Şakdiku'n-Nu'maniyyefî Ulema-i Devletü'l-
Osmaniyye adlı eserinde onu I. Murat (1362-1389) devri alimleri arasında zikreder.
Gelibolulu Ali Bey de Künhü'l-Ahb&r'mda. onun Orhan Bey (1326-1362) zamanında
yaşadığım söyler.
Hacı Bektaş ilçesi Halk KUtüphanesinde bulunan bir yazmada Hacı Bektaş'ın 606(M. 1209)
yılında doğduğu, 63 yıl ömür sürdükten sonra 669 ;
(M. 1270) yıllannda vefat ettiği kaydını görmekteyiz. |
H. 695 tarihli bir vakıf kaydında ondan merhum olarak bahsedildiğine ? bakılacak
olursa bu tarihten önce vefatı kesindir. ;
Kaynaklar doğum tarihi olarak 1209-1248 arası, ölüm tarihi olarak da 1270-1337 tarihleri
arasını göstermektedirler. Bu da Hacı Bektaş'ın XIII. yüzyılın ikinci yansında kesin olarak
yaşadığım gösterir.
Babası îbrahim, annesi Hatem (veya Hateme) Hatun olup isminde bulu- " nan Hacı
unvanı onun hacla ilgili kerametinden dolayı verilmiştir. Bektaş ise lakabıdır. Aslen Horasanlı
olup Nişabur doğumludur.
Şeyhinin dergahında üç yıl hizmet edip Amasya, Kayseri, Sivas şehirlerim dolaştıktan sonra
Karacahöyük'e gelip yerleşir. Karacahöyük'te îdris Hoca ile kansı Kutlu Melek(Kadıncık
Ana)in misafiri olur. îlk müridleri de bunlar olur.
Mezarı bugün kendi adım taşıyan Hacı Bektaş ilçesinde bulunan dergah-
,429
tadır.429
378
Başlıca eserleri: Küabu'l-Feva'id, Fatiha Suresi Tefsiri, Şathiyye, Hacı Bektaş'ın Nasihatleri,
Besmele Şerhi, Hadts-i Erba'în Şerhi, Makalat-ı Gaybiyye ve Kelimat-ı Ayniyye, Makalat'dır.
Gel ehli ma'rifattan bir haber sor Ne veçhile ktlur hidmatlann gör
Bular su bigi olsalar gerekdür Şu resme menzil alsalar gerekdür
Arıtmak gerek emel kendüzüni Pes ondan vura bir dosta yüzini
Kişi ilk kendüyi gerek anda Nasihat andan ide bir müride
Şeriat içre vardur bir haber hoş Şertatdan gelen hep hoş olur hoş
CenObat fi'lini hayzi nifası Suyıla yumayandır Hakk 'a asî
Kaçan bunlar annsa bellü bayık Namaza ol kişi olur ilayık430
Eğer tevbe kuşi olmazsa kafesde"' Helak olurdı anca bir nefesde
Dahi hem rahmeti var padişahım Ki ol derm&nıdur cümle günahım
Temiz, ol, tevbe kıl iy yar mutlak Anı va 'de kilupdur kullara Hak
Azabı var Huda 'nün kıl hazar sen Gönülden kav nevayı sur gider sen
Yann jasıklarundur holü düşvar Yinile tevbeni iy yar zinhar
Tarikatın ilk makamı
Budur evvel ki el almak gerekdür El alup tevbe kılmak yiğirekdür
Kula gey vacip olmuşdur anna Didi Hak tevbe kılan kullanna
Ki şöyle olunuz tevbeye meşgul Nasüh tevbesi bigi ola makbul
379
Delîlüm üşde Kur'an'dur okugil Bununla nefsünün boynun tokugil
Kılursan tevbe sen şöyle kıl iy y&r Acep olmaya hiç kalmaya inkar
Yarın pişmanlığım derdine derman Bu gün bunda bularsın iy dil ü can
Zira kim bunda yitmiş kez günahun Kefaretdür ana bir derdin ahun
Çü yitmiş kez günah bir oy içündür Özürde buna kehellik niçündür
îşid şimdi sana Hak ne dimişdür Bu erkanun nice kaydın yitmişdür
Tevekkül kıl özürün bil hemin sen Günahun 'afv idüp bağışlayam ben
Çü Adem bir günah itdi tapumda iki yüz yıllar ağladı kapumda
Eyü adıyıle yahşi kul oldı Pes andan tevbesi (de) makbul oldı
Siz iy mü'minlerüm yitmiş yilunuz Günah içinde geçerse bilünüz
Çü bir kez özr idüp tevbe kılasız Bağışlaram anı şeksüz bilesüz
Zîrd ben af idici padişaham Günahlu asiye puşt ü penaham
Didi iy kullanım isten beni siz Gönülden isterisenüz bulasız
î'casi özrüni bilüp dile sen Günahunuzi afv idem size ben
Zîrd. gök ağlasa çok dokse abı Nebatın yirde oçilur nikübı
Çü yağmur yağmasa inmezdi rahmet Kururdı yiryüzi bitmezdi ni'met
Pes imdi sizden ağlamak gerekdür Arı niyyeti bağlamak gerekdür
380
Gerek kul özrini bile kıla Oh Günahların kamu 'afv' ide Allah
Çala?'dan rahmet olmazıdı iy can Günahlarım anup kılmazsan efgan
Tire ol 'afv' idici padişahdur Günahı gideren bir derdlü ondur431
3. AHMET FAKtH
Sultan Hoca, Mevlana Ahmed adlarım da alan Hoca Ahmet Fakih on üçüncü yüzyılın
birinci yangında Konya'da yaşamıştır. Medrese öğrenimi görmüş Mevlana Celaledddin
Rumî'nin babası Baheddin Veled'den ders almıştır. Geniş din bilgilerine sahip bir fakîh olarak
büyük şöhret kazanmış, sonradan kendini tasavvuf heyecanına kaptırarak bu yolda bir hayat
sürmüştür. Etrafında pek çok kişiyi etkilemiştir.
Ahmet Fakih, Çarhname adlı bir eser sahibidir.
Çarhname
Diriga çarhın elinden hezaran Ki kılmıştır muattal bunca karan
Bilir misin niçün geldin cihana Seni kulluğ içün yarattı Sultan.
Bu dünyaya niçün pek yapışırsın, Seni andan koparır çarh-ı devran!
Bu nzk içün nice teşviş çekersin, Usandı nzk yiyü ağzında dendan
Meğer girip sin içinde yafasın Beş on arşun bez ile yahud üryan.
Ne mağrursun cihanın lezzetine, Nice biryürüyesin şad ü handan!...
Kaza yayı ecel okları atar, Sana dahi dokumsar ol oktan.
Yıkılısar bu göklerle bu yerler, Kamusu olısardur külli viran.
Kıyamet kopicağız, bil, hakikat, Kelebek gibi dağıta bu insan.
Yaradılmış cemîi öliserdür, Kalısardur heman olferd ü Rahman.
"' Daha fazla bilgi almak için bak: Güzel, Hacı Bektaş Velî ve Makalat; Hacı Bektaş Veli, a.
93-95.
381
Yarın anda halayık cem' olısar, Kimi kayguya batmış, kimi şadan.
Sual eyleyiserler ettiğinden, Tutar azalarım anda lerzan.
Bizi korktuğumuzdan kurtar, ey Hak! Bize ayruk tapıtma anda hicran.
Cemalin bize göster yarın anda Behakk-ı Mustafa vü mah-ı taban.
Gel imdi ol Resul'ün sünnetin tut, Kim anı tutsa olur şah-ı mordan.
Bu dünya lezzetine mağrur olma, Bu nefsi beslemeyi hemçü hayvan.
Ecel camı şarabın çün içesin Düşesin ayn kamu dostlanndan.
Yalınızca yatasın sin içinde, Ne bilem şad m 'olursun ya perişan.
De imdi bunda anın yarağın gör, Ki sana yari kıla Hayy ü Subhan.
ibadet kıl Hak içün gece gündüz, ibadettir, bilirsin, genc-i pinhan.
Kaza-yı asumanı çün erişir, Ölüme kimsene olmaz peyendan.
Gelecek nesne gelir, çare yoktur, Gerek sen yaş yerine ağlağıl kan.
Ölüm bir kapıdır, geçmek gerektir, Beraber anda sultan île çoban.
Yaradılmış bu şerbetten tadısar, Ulu kiçi-durur ol işte yeksan.
Bu bir rençtir ki hiç derman bulunmaz, ilaç bulmadılar Bukrat ü Lokman.
Ecel sayrulığı çün kim erişe Tımar etmez ana yüz bin tabiban.
Nebi zindan demiştir dünya içün, Nite rahat olısar ehl-i zindan? ...
Dirîga, yatısanz sin içinde, Geçiser üstümüzden nice ezman.
Nebi vü hem velî kurtulmadı hiç, Ölüm şerbetin içüp verdüler can.
Bize hod ne hesap anlara nisbet, Ecelden kaçmağa yok-durur imkan...
382
Çalabım! çün ölüme uğrarız biz, Ayırma son nefesimiz imandan.
Pes ölüm haktır, elbette ölürsün, SarM imdi, e derviş, kibr kandan?...
Tevazu eyle bunda has ü ame Kim anda olmayasın zar ü giryan.432
4. YUNUS EMRE
XIII. yüzyılın sonlannda yaşadığı bilinen mutasavvıf şairimizdir. Onun hayati hakkında
değişik bilgiler verilmektedir. Bu bilgilere de yine şiirlerim yorumlayarak ulaşabiliyoruz.
Yunus Emre Sakarya yakınlannda oturduğu tahmin edilen Taptuk Emre isimli bir şeyhe
bağlanarak tasavvuf yoluna girmiş ve ömrü boyunca islam'a hizmet etmiştir. Yunus Emre'nin
nerede yaşadığım ve nerede yattığım kesin olarak bilemiyoruz. Ama Anadolu'nun her
tarafında Yunus Emre mezarı vardır. Bunların bir kısmı türbe haline getirilip ibadete
açılmıştır. Ancak bu türbelerden Eskişehir'e bağlı Sanköy'de bulunanı ile ilgili rivayetler daha
inandırıcıdır. Bütün bunlar Yunus Emre'nin Anadolu'da çok sevildiğim göstermektedir. Öyle
ki her yörenin insanı Yunus'un kendi topraklannda yatıyor olmasından gurur duymaktadır.
Çünkü Yunus Emre halka birlik ve beraberliği, doğruluğu, gönül kazanmayı, dostluğu
öğütlemiştir. Anadolu halkı bu düşüncelerim hem kolaylıkla anlamış hem benimsemiştir. Bu
sebeplerle Yunus Emre de Anadolu'da gönüller fatihi olmuştur. Bu topraklarda yaşayan bütün
insanların birbirleriyle kaynaşıp barış içinde yaşaması Yunus Emre ve onun gibi Anadolu'ya
dağılıp halkı irşat eden dervişler sayesinde gerçekleşmiştir. Onun iki eseri vardır. Onlar da: 7.
Risaletü'n-Nushiyye, 2. Divan'dır.
Bilindiği gibi Yunus Emre, Anadolu'da birlik ve beraberliğin temelini atarak fethin
tamamlanmasında önemli rol oynamıştır. Anadolu'nun her taratma dağılarak yerli halkla, akın
akın yeni yurda gelen Türkler arasında barışı Yunus Emre gibi dervişler sağlamıştır. Önce
gönülleri kazanan Yunus Emre ve diğer erenler Anadolu'da huzur ve sükunun süratle
sağlanmasında en ö-nemli hizmetleri yapmışlardır.
Yunus Emre bir gönül adamıdır. Esasında tasavvuf, gönül (kalp) merkezli bir hayattır. Bu
sebeple gönül oldukça büyük bir öneme sahiptir.
Allah aşkı insanların gönlünde doğup gelişen bir manevî bağlılıktır. Halbuki beşeri aşkta
göz en önemli rolü oynar. İlahî aşk tamamen inanmaya (imana) bağlıdır. Ve insanoğlunun
gönlü bu güzelliğe sahne olduğu için kıymetlidir.
432 Vasfi Mahir Kocatürk, Tekte Şiiri Antolojisi, Buluş Kitabeyi, Ankara 1956, s. 10-12.
383
Gönül, şerefli bir varlık olan insanın manevî yönünü sembolize eder. Gönül tasavvufta
"tevazu, Allah ile dost olunan yer, nefsin hükmedemediği kale, bütün iyiliklerin toplandığı
manevî mekan" olarak da zikredilmektedir.
Aşağıdaki parçada da Yunus Emre söze "Bir kez gönül yıkün ise" diye başlıyor. Çünkü
gönül yıkmanın ne büyük bir talan olduğunu gönül eri bilir. Gönül eri, inanan kişi gönül
yıkmaz. Şayet gönül yıknuşsa o kıldığı namazda da samimi değildir. O, "gönül erP'ni şu
şiirinde daha açık bir dille ifade ediyor:
Gönül çalabın tahtı, Çalab gönüle baktı.
îki cihan bedbahtı, kim gönül yıkar ise.
Bir Kez Gönül Yıktın ise
Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil
Hani erenler geldi geçti bunlar yurdu kaldı göçtü Pervaz urup Hakk'a uçtu hüma kuşudur kaz
değil
Yol oldur ki doğru vara göz oldur ki Hakk'ı göre Er oldur alçaktan dura yüceden bakan göz
değil
Doğru yola gittin ise er eteğin tuttun ise Bir hayır da ettin ise birine bindir az değil
Yunus bu sözleri çatar sanki balı yağa katar Halka meta'lann satar yükü cevherdir tuz
değil433
Yunus Emre
Piştik Elhamdülillah
Hak'tan gelen şerbeti içtik elhamdülillah Sol kudret denizim geçtik elhamdülillah
Sol karşıki dağları meşeleri bağları Sağlık safalık ile aştık elhamdülillah
Kuru idik yaş olduk kanatlandık kuş olduk Birbirimize eş olduk uçtuk elhamdülillah
Vardığımız illere sol sofa gönüllere Halka Tapduk manasın saçtık elhamdülillah
<3a Güzel, A. Mutasavvıf Yunus Emre, Kılıç Yayınları, Ankara 1992.
384
Beri gel barışçılım yad isen bilişelim Atımız eterlendi eştik elhamdilillöh
indik Rum 'u kışladık çok hayr ü şer işledik Üş bahar geldi geri göçtük elhamdilillah
Derildik pınar olduk irkildik ırmak olduk Aktık denize dolduk taştık elhamdülillah
Tapduk'un tapusunda kul olduk kapusunda Yunus miskin çiğ idik piştik elhamdülillah
Ben Gelmedim Dava için
Benim bunda kararım yok ben gine gitmeğe geldim Bezirganım metaim çok alana satmağa
geldim
Ben gelmedim dava için benim işim sevi için Dostun evi gönüllerdir gönüller yapmağa
geldim
Dost esrüğü deliliğin aşıkları bilir neliğin Değşürüben yetmeğe geldim birliğe yetmeğe geldim
O padişah ben kuluyum dost bahçesi bülbülüyüm Ol hocamın bahçesinde şad olup ölmeğe
geldim
Bunda bilişmeyen canlara anda bilişemez onlar Bilüşüben ben dost ile halim arz etmeğe
geldim
Yunus eydür aşık oldum maşuka derdinden öldüm Gerçek erin kapısında ömrüm hare etmeğe
geldim 434
5. NASREDDtN HOCA
Sivrihisar'ın Horto köyünde doğduğu tahmin edilmektedir. Ünlü mutasavvuf Seyyid
Mahmud Hayrani'ye bağlanarak Akşehir'e yerleşmiş ve ömrünü burada tamamlamıştır.
Hayatı hakkında geniş bir bilgiye sahip değiliz. Fıkralanna dayanarak bazı ipuçları elde
edilmiştir.
385
Hoca daha çok manevî bir şahsiyet olarak tanınmaktadır. Türk balkının gönlünde her kılığa
giren, her çıkmaza bir çözüm bulan, darda kalanı bir sözle rahatlatan, kendini bilmezleri bir
sözle susturan bir şahsiyet olarak yaşamaktadır. Fıkralannda onu çeşitli mesleklerde ve farklı
mekanlarda görmekteyiz. bazen evli, bazen dul; bazen dört çocuklu, bazen çocuksuz, bazen
iki evli, kimi zaman geçim sıkıntısı çeken, kimi zaman pazarcılık yapan, ama her zaman
adaletli, hazırcevap, neşeli ve insanları seven hoşgörülü bir şahsiyet olarak karşımıza
çıkmaktadır. Onun her fikrası, toplumdaki bozuklukların düzeltilmesi için verilen mesajlardır.
Hocanın birçok fikrası, batı dillerine de tercüme edilmiştir. Ünü iskandinav Ülkelerinden,
Hindistan'a kadar yayılmış olan hocamız, Mevlana ve Yunus Emre gibi bütün insanlığın
sevgilisi haline gelmiştir. Ama hangi ülkede olursa olsun, olayları ve insanları
değerlendirmesiyle, giyim kuşamı, eşeği ve sakalıyla, tipik bir Anadoluludur.
Nasreddin Hoca, XIII. yüzyılda Anadolu'da yaşamıştır. Bu asırdan gü-nümüze kadar halk
felsefesinin ve halk mizahinin sembolü olmuştur. Hoca, içinden çıkılması zor durumlarda,
cevaplanması mümkün olmayan bir soru karşısında, insanların gönlünü kırmadan verdiği
cevaplarla ve meselelere getirdiği pratik çözümlerle Türk insanın zekasını da temsil
etmektedir.
Nasreddin Hoca, hazırcevap, zeki ileri görüşlü ve cesur bir din adamıdır. Yobazlığa ve
taasuba karşıdır. Cehaletin karşısındadır. Eşeğiyle de Anadolu balkının yaşantısını sembolize
etmektedir. Yalnız hoca'nın bir meyhane güldürücüsü olmadığım, onun ince ifadeleriyle "dinî-
ahlakî kültürel mesajlar vererek " aydın bir hoca tipi" olduğunu da unutmamak gerekir.
Bütün fıkraların Hoca'ya ait olduğu söylenemez. Fıkraların pekçoğu Türk halkına aittir.
Ancak hocayı çok iyi tanıyan Türk insanı kendi sözünü de Hoca'ya atfederek söylemiş ve
böylece Hoca Türk balkının mizahî anlayışım simgeleyen bir şahsiyet haline gelmiştir. Fıkra,
ders vermek, düşündürmek veya güldürmek amacıyla anlatılan çoğu yaşanmış kısa olayların
dile getirildiği hikayelerdir. Zira bu fıkra, Dîvanü Lügati't Türk'te "kug" kelimesiyle izah
edilmiştir. Bu durum, XII. yüzyıl öncesinde de Türk balkının fıkrayı tanıdığım ve anlattığım
göstermektedir. Daha sonraki yıllarda fıkra kavramı hikaye, kıssa, nükte, mizah, latife
kelimeleriyle karşılanmaktaydı.
Fıkraların gücü sürprizlerden, pratik ve zekice bir çözümden, hazır ce-vaplıktan ve bilhassa
komiklik özelliğinden kaynaklanmaktadır. Edebiyatı-mızda fıkralarıyla tanınan şahsiyetlerin
ve tiplerin hepsi de bu özellikleri bünyesinde bulundurmaktadır. Nasreddin Hoca'dan başka;
incili Çavuş, Bekri Mustafa, Bektaşî, Karadenizli, Kayserili, Çorumlu'\am da fıkraları vardır,
fakat hocamıza bugüne kadar hiçbir grup veya kişi erişememiştir.
Şimdi onun fıkalanndan birkaç örnek vermeye çahşalım:
386
Fıkra
Hoca'ya sormuşlar:
-Cenaze götürürken lobutun önünde mi yürümeli, ardında mı, sağında mı gitmek daha sevap,
solunda mı?
Cevap vermiş:
-İçinde gitmeyin de neresinde giderseniz gidin. Fıkra
Adamın biri. Hoca 'ya gelir, hasmından şikayet eder, derdim uzun uzun anlatır. Hakkım yok
mu amma hocam der. Hoca, hakkın var komşucuğum, hakkın var der. O gider hasmı gelir. O
da dert yanar, sonunda hakkım yok mu der. Hoca ona da hakkın var der, yerden göğe kadar
hakkın var.
O da gidince kansı, efendi der, biri geldi anlattı hakkın var dedin. O gitti, öbürü geldi, ona da
hakkın var dedin. Bu ne biçim iş? Elbette bunların bîri haklı, öbürü haksız-
Hoca, karışma, senin de hakkın var karıcığım der, senin de hakkın var435
Fıkra
Bir gün camide vaaz için kürsüye çıkmıştı:
-Ey inanan ve iman edenler!.. Şimdi size ne anlatacağım, bitirmişiniz? dedi. Cemaat, ciddî
cevap verdi:
-Hayır, bilmiyoruz—Hoca, şöyle bir toparlandı:
-Öyleyse ne diye toplandınız?
diyerek kürsüden indi. Ertesi gün, tekrar çıktı. Bu sefer, cemaat hazırlıklıydı. Aynı somya, hep
bir ağızdan:
-Biliyoruz. dediler. Hoca gülümsedi:
-O halde mesele yok... Madem ki, ne söyleyeceğim! biliyorsunuz, tekrara ne lüzum var?
Yine kürsüden indi. Üçüncü gün, cemaat, aralannda sözleşti: "Kimimiz biliyoruz, kimimiz
bilmiyoruz— " diye cevap vereceklerdi.
Hoca, namazdan sonra, kürsüye çıktı, sorusunu tekrarladı. Cevap ha-zırdı:
-Kimimiz biliyoruz, kimimiz bilmiyoruz— Hoca güldü:
-O halde bilenler, bilmeyenlere öğretsin!...
387
6. ABDAL MUSA
XIV. yüzyılda Orta Asya (Buhara veya Horasan)'danYesevî dervişi ola-rak gelen daha sonra
Hacı Bektaş'a intisap eden Türk veBsi. Hayatı hakkında fazla bir bilgiye sahip değiliz.
Bilinenler de menkabelere kanşımşür.
Kaygusuz Abdal'ın Abdal Musa'nın dervişi olduğu, Kaygusuz'un baba-sı olan Teke ili
beyinin Abdal Musa'yı sevmediği hatta öldürtmek istediği rivayet edilir.
Elmalı'nın güneyinde bugün Tekke köyü olarak adlandırılan yerde adına kurulan Tekke
zamanla Bektaşîliğin merkezi haline gelmiştir.
Aşık Paşazade'ye göre Abdal Musa, Orhan Gazi dönemindeki savaşlara katıldı, bir
Yeniçeriden aldığı börkle menüeketine döndü.
Evliya Çelebiye göre Abdal Musa, Yesevî dervişlerindendir ve Hacı Bektaş ile birlikte
Anadolu'ya gelmiştir.
Bugün Elmalı'daki türbesine ilave olarak Bursa'da da ona ait olduğu söylenen bir makam
bulunmaktadır. O'nün en önemli eseri yetiştirdiği yüzlerce öğrenci ve onlara verdiği
Nasihatnamesi'dir. Şimdi onu metin halinden aynen venneye çalışalım:
Nasihatname
"Evvel sırrum kavı sakla, çok söyleme. Muîn ol. Gavgalu yirden kaç. Bilmedügün kişiye
mukarin olma. Düşmanlığı sebkat etmiş kişi ile dost olma. Bir kimsenün musîbetine gülme.
Senden ulu kimesne ile mücadele itme. Müstakim ol. Mustbete sabr eyle. Evvel fikr idüp ba
'dehu söyle. Her gılman ve avretlere söyleme, îbadete ve male güvenme. Halîm ve selîm ol.
Münkire gönül virme, evliyaullahun kelamı-nı münkire söyleme. Dünyaya meyil virme. Bir
kimesneye bir şey içün dervişlik satma. Zahir padişahım karîb olma. Bî-maslahat vezîr ve
rical kapusina varma. Bana eyü disünler diyü sofîlik satma. Düsmanına yüz virme. Her
bulddığına şükr it... Elden gelür ise yolunuz, yimek yime. Pîr-i danişi Hak kanndaşun bilgör.
Evliyaullahdan ve mürşidden ayrılma. Hak dîvanından ayrılma. Ahde vefa it. Vakti zayi itme.
Resülullah ve Ali Evladına can u dilden muhibb ve mahabbet ol-maya daima salat ile yad
eyle. ehlullah ile mahabbet iderken eyvallah kerem buyurdinuz diyü daima niyaz eyle.
Muhammed Ali düşmanları olan kafir ve münkirler ile mahabbet itme, zira dost danlur. Zahir
i-mamlara, muhîn olanlara eyüdür dime. Kendüne ziynet virme, gönlüne ziynet vır kallaş,
pîrsüz ademler ile yoldaş olma, zira yol, erkan bozilur. Yavuz olma, zîra yigirmi dört saatde
bin devre girersin. Devirlerün kankısında bulunur isen ol sıfatla haşr olursun. Ve's-sel&m"436
demektedir.
388
7. KAYGUSUZ ABDAL
Kaygusuz Abdal XV. yüzyıl Dinî-Tasavvufî Halk Edebiyaünin önde gelen şahsiyeüerindendir
Kaygusuz Abdal'ın asıl adı Alaaddin Gaybî'dir. XTV. yüzyılın sonu ile XV. yüzyılın ilk.
yansında yaşanuştır. Teke-Alaiye sancağı beyi Hüsamettin Beyin oğludur.
Abdal Musa'ya bağlanarak tasavvufa gönül veren Aladdin Gaybî'nin çok iyi bir eğitim
gördüğü eserlerindeki derin tefekkürlerden anlaşılmaktadır. Bu derin tefekkürü konuşmadaki
ve bir sohbet akıcılığım eserierinde vermeyi başaran Kaygusuz Abdal bunu ayet, hadis ve
kıssalarla süsleyerek gerçekleş--tirmiştir.
İnsanın değeri, hakka ulaşmanın yolları, dürüstlük, adalet gibi kavramlar üzerinde çok
durmuştur. Dini mevzularda görüş belirtirken son derece titiz olmaya dikkat etmiştir.437
Onun; manzum, mensur ve manzum+mensur karışık olmak üzere on beşin üzerinde eseri
bulunmaktadır. Kaygusuz Abdal'ın önemli eserleri şunlardır.
a. Manwm Eserleri
1. Dîvan
2. Gülistan
3. Mesneviler (I-n-m)
4. Gevhemame
5. Minbemame
6. Dolabname
7. Salatname
b. Mensur Eserleri
8. Budalaname
9. Miglataname Ip.Vücadname,
11. Risale-i Kaygusuz
c. Manzum+Mensur Karışık Eserleri
12. Dilgüşa
13. Sarayname
Eserierinden birkaç örnek verelim:
389
İlahi
Biilbüle gülzar gerek Tütiye şeker gerek Sarr&fa gevher gerek La ilahe illallah
Can olanı can bilür insanı insan bilür Her sırrı Sultan bilür İM ilahe illallah
Zihî muhit ü zevrak Gözün aç anlayu bok Gayrı ne var külli Hak La ilahe illallah
Cümle alem zdt imiş Derya-yı hikmet imiş Hakk-ıla vuslat imiş LO. ilahe illallah
Safî ol altun gibi Tecellî kıl gün gibi Leyla di Mecnun gibi La ilahe illallah
Kalma cihan milkine Asluna döngü yine Dahi kuvvetdür dtne La ilahe illallah
Teşbih ü zikr eylegil Allah'a şükr eylegil Bu sözifikr eylegil La ilahe illallah
Kaygusuz Abdal
Saraynfime
Cümle bir oldu heman uzun kısa Kail aldı cümle halk bu nefese
Cümle dil bir oldu dirlik söyledi Yoklugı terk itdi varlık söyledi
Cümle alem varlığıyla oldı var Cümle varlık bir sadefdür bir güher
390
Cümle varlık birliğe oldı tanık Birden artuk arada hiç gayri yok
Cümle harfbirikdi geldi noktaya Nokta iriişdi Kadtr-i yektaya
Sultandur cümle girişme heman Heman anı beyan eyler her lisan
Gel iy talih kulak ur bu tevhide Ta ki gaflet pası canından gide
Uyanasun can gibi tevhtd ile Birliğe büte canun ma'bud ile
ikilik endişesinden giçesün Tevhid ile birliğe göz açasun
Kalmaya kendü halinde müşkilün Tevhid ile menzile ire yolun.438
Kaygusuz Abdal 8. GÜLŞEHRÎ
Gülşehri, XIII. yüzyılın sonu ile XIV. yüzyılın ilk yansında yaşamıştır. Gülşehri adı ona,
Kırşehir'in Gulşehir kasabasından olduğu için gelmektedir. Birçok kaynakta gerçek adinin
Ahmed, Ahmed Gülşehri diye geçmesine rağmen ünlü eseri Mantıku't-Tayr^daki beyitlerden,
gerçek adinin Süleyman olduğu anlaşılır.
Gülşehri, Ahi Evren'in dervişlerindendir. Aynca devrinin tanınmış şair-lerinden olduğu ve
Dinî-Tasavvufi Türk Edebiyatının üstadlanndan Senaî, Nizamî, Attar, Sadî, Mevlana ve
Sultan Veled gibi şarkın yedinci büyük sofi şairleri arasında sayıldığım, Hadpoğlu'nun
Letaifnome adlı eserindeh öğreniriz.
Gülşehri'nin ne zaman öldüğünü tam olarak bilemiyoruz ama eserlerindeki beyitlerden çok
yaşlı olduğu ve XIV. asnn birinci yansında, 1317'den sonra^vefat ettiği söylenebilir.
Eserleri; Felakname, Manttku 't-Tayr, Aruz Risalesi, Keramat-ı Ahî Evren ve Kudurî
Tercümesi'dir.439
Mantıku't-Tayr'ın Hatime Kısmı Şöyledir:
Mantlku 't-tayr ki Attar eyledi Parisîce kuş dilini söyledi
391
Anı Turla süretinde biz dakı Söyledük Tazîgibi Tanrı haki
Çün Felek-name düziitdük Şahvör Parisîce taht u t&c-ı zer-nigdr
Türk dilince dahi Tazhiden latif Mantıku't-Tayr eyledük ona hanf
Ben bu Türid defteri çün dürmeyem Paristcesiyle değşürmeyem
Kimse böyle tatlu söz söylemedi Kimse bundan yeğ kitab eylemedi
Bunca bab eylemişem bunda ki hiç Kılmadı Anar ol fende besîc
Şehd ü şekker hanım key dökmisüz Dür ü gevher tohmuni çok ekmisüz
Çün murassa söylene te'lîfömüz Kimseden utanmaya tasnîfümüz
Değme ilme akl yitdüren bizüz Kim Kudürî nazma getüren bizüz
Değme ilmim sırrım çün söyledük Değmesinden bir risale eyledük
Çün Süleyman hüdhüde kıldı itab Kim kıta tasnif bundan yeğ kitab
Ya gele kuşlar dilin yüz nazile Bundan öğrene vü yüz bin sazile
Beni ko kim kuş dilini söyleyem Kim Süleymana yüzer ad eyleyem
Değme am oldu bulimadı halas Alemi Gülsehrîadı dutdı has
Süleyman sol kopuzun kılini Bur kim öğrenlüm bu kuşlar dilini
Biz bu Gülşen-name 'de kim eyledük Dükeli ilm ıstılahın söyledük
Dökdi gülşehngirü dürr ü güher Mantıku't-Tayr'ı tamam oldı meğer
392
Mustafa 'nün himmetinde bu kitab Açdı her manî yüzinden yüz hicab
Şükr ol bir Tanrı 'ya kim bu kelam Ömrümüzden ileni oldı tamam
Keramat-ı Ahî Evren
Ol kim adı dünyeyi tutmış idi Ahilerden evini tutmış idi
Ahî Evren kim Hak'a irmiş idi Tanrı 'nün dîdanni görmüş idi
Doksan üç yıl dünyede oldı temam Ne helal öginde geçdi ne haram
Gönlüni avret odina yakmadı Kimsenün ağzın yüzine bakmadı
Akla yar u nefse düşmen ol idi Pak-dîn üpak-damen ol idi
Terbiyelerim teninde can idi Ahîlere beğlere o sultan idi
Dünyenün terkini ol kılmış idi Ahiret börkini o urmış idi
Ulu idi uncak bahsisde ray H&tem-i Tayı kalında bir geday
Mustafa 'nün ol alemdarı idi Murtaza 'nün sevgili yan idi
Kutbidi ol üçlere irmiş idi Yidilere çok cadak virmiş idi
Kırklar ile hemdem ü hem-raz idi Yitmiş ire munis ü dem-saz idi
Üçyüz er rehber anı kılmış idi Kamusinun sırrım bilmiş idi
Anda kim erlik donum kayalar Ana kutbül-arifan akıyalar
Hem keramatı var idi hem kerem Hemfötüvvet hem mürüvvet hem kadem
393
9. AŞIK PAŞA (1272-1332)
Aşık Paşa'nın asıl adı Aiî'dir. Garib-name adlı eseriyle tanınır. Dedesi Baba îlyas 637/1240
yılındaki Baba Resul îsyam'nı çıkaran kişidir. Aşık Paşa Kırşehir'de doğmuş, öğrenimim
Süleyman-ı Kırşehrî'den yapmıştır. Babası, öğrenimi için îlyas Baba halifesinden Şeyh
Osman'ı görevlendirmiştir. Şeyh Osman'ın kızıyla evlenen Aşık Paşa, bazı olaylara karıştığı
için Mısır'a gitmiş, Anadolu Valisi Timurtaş'ın veziri olmuştur. Sonra bir isyan sonucu Mısır'a
kaçmış, Amasya'ya dönerken Kırşehir'de hastalanarak vefat etmiştir. Türbesi Kırşehirde'dir.
Aşık Paşa iyi bir tahsil görmüştür. Farsça'yı iyi bilmesine rağmen Garibname'sini Türkçe
yazmış, Türkçeye layık olduğu değeri göstermiştir. Asrinin Türkçecileri arasında önemli bir
yer almıştır.
O, Garibname, Fakr-ndme ve Vasf-ı HaV adlı eserlerinde Türkçe ile ilgili verdiği mesajlardan
da örnekler vermeye çalışalım:440
Kim alursa bu kitabı yadına ire cümle manînün bünyadına
Gerçi kim söylendi bunda Türk dili îlle malum aldı manî menzili
Çim hilesin cümle yol menzillerin Yinnegil sen Türk ü Tacik dillerin
Kamu dilde vandı zabt-ı usul Bunlara düşmüşidi cümle ukuul
Türk dilme kimsene bakmazıdı Türklere hergiz gönül akmazıdı
Türk dahi bilmezidi bu dilleri ince yoli ol ulu menzilleri
Bu Garib-name atın geldi dile Kim bu dil ehli dahi manî bile
Türk düinde yani manî bulalar Türk ü Tacik bile yoldaş alalar
Yol içinde birbirini yirmeye Dile bakup manhisin hor görmeye
Türk dilinde anlayalar ol Hak'ı Ta ki mahrum kalmaya Türkler dakı
394
E. XV. Yüzyıl Dinî-Tasavvufl Türk Edebiyatı Mutasavvıflanndan Örnekler
Türk Edebiyaü, XV. yüzyılda çok gelişmiş doğu ve baü Türklerinde bir hayli büyük
edebiyatçı yetişmiştir. Bu yüzyılda Türkçenin yeni yazı dilleri tamamıyla oluştu. Doğu
Türkçesi, Çağatay Türkçesi adım alarak en parlak devrini bu zamanlarda yaşadı. Batı
Türkçesinin Azeri ve Osmanlı Türkçeleri olarak iki kolda gelişmesi büyük ölçüde bu yüzyılda
olmuştur. XV. yüzyılda Çağatay edebi Türkçesini kuran ve bu yazı dili ile eserler veren Ali
Şir Nevaî asrın en mühim ismidir. Lutfî, Sekkaki ve Gedaî bu asnn yetiştirdiği diğer
şahsiyetlerdir.
Türkiye sahasında ise Divan Edebiyatı tam anlamıyla kurulup yerleşti, Klasik bir edebiyat
halini aldı. Bu tarz şiirin büyük üstadı Şeyhidir. Onu Ahmet Paşa ve Necati takip etmiştir.
Asnn diğer mühim şahsiyetlerinden başhcalan ise şunlardır. Ahmed-i Daî, Hümamî, Atayî,
Adnî, Nizamî, Muradî (Sultan n. Murat), Avnî (Fatih Sultan Mehmet), Adlî (H. Bayezid),
Sultan Cem, Şehzade Kokut....
XV. Asırda dini edebiyat da büyük gelişme göstermiştir. Dini konularda çeşitli eserler
meydana getirildiği gibi Hz. Muhammed için mevlitler de yazılmıştır. Bu tarz edebiyatın belli
başlı temsilcileri: Devletoğlu Yusuf, Hatipoğlu, Ruşenî, Süleyman Çelebi ve Yazıcıoğlu
Mehmet'tir.
Bu yüzyıl, Dinî-Tasavvufî Edebiyaünda yine Yunus tesiri devam etmiştir. Kaygusuz Abdal,
Hacı Bayram Velî, Eşrefoğlu Rumî, Kemal Ümmî gibi şahsiyetler Yunus tarzında şiirler
vermişlerdir. Nesir sahasında ise Sinan Paşa, Mercimek Ahmet, Yazıcıoğlu Ahmet Bican...
Dinî-Tasavvufî Edebiyatın belli başlı temsilcileri olmuşlardır.
XIV. Asırda yazıya geçtiği kabul edilen dini-tarihî destanlardan Ddnişmend-name'nin ve
menakıplardan Saltuk-name'mn XV. asırda yazılan şekilleri de görülmüştür. Bunlardan başka
Hacı Bektaş, Otman Baba, Akşemseddin hakkında da menakıp-nameler yazılmıştır. Bu
eserlerde halka mahsus ve sade bir dil kullanılmıştır.
Şimdi bu yüzyılın bellibaşlı mutasavvıflanndan birkaç örnek venneye çalışalım:
10. SÜLEYMAN ÇELEBİ (? -1422)
Bursa'da doğmuş ve bu şehirde yaşamıştır. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Bazı
tarihçilere göre İvaz Paşa'nm oğlu olan şair ve imam Süleyman Çelebi bazı araştırmacılara
göre de Orhan Gazinin silah arkadaşla-nndan Şeyh Mahmud'un torunudur. Mevlid'in 1409-
1410 tarihinde yazılmış olması ve bu tarihte kendisinin 59-60 yaşlannda olması doğum
tarihinin 1350-1351 olduğunu göstermektedir.
395
Süleyman Çelebinin çok iyi bir eğitim alarak yetiştiği eserinden anlaşılmaktadır. Tarihçiler
onun Buharalı Şeyh Emir Sultandan ders aldığım da belirtmektedirler. Kendisine verilen
"Çelebi" unvanı da onun çevresinde bilgili bir kimse olduğunu göstermektedir. Yıldırım
Bayezit zamanında Ulu Camiî'de imamlık yapmıştır.
Şairin tek eseri, Vesilet'ün Necat (Mevlid)'tir. Edebiyatumzda bu esere pek çok nazire
yazılmıştır. Bu da eserin çok sevildiğim, üstünlüğünün kabul edildiğim göstermektedir.
Mehmet Akif Ersoy Mevlid'i "Yetişilmez ki Süleyman Dede yükseklerde" mısraı üe
övmüştür. Tanzimat dönemi şairlerin-den Ziya Paşa ise bu esere olan hayranlığım
"Dört yüz. seneden beri efazıl Bir söz ödemedi ona mümasiF beytiyle dile getirmiştir.
Mevlid, Peygamberinuzin doğumu üzerinde çok durulduğu için halk bu esere "mevlid"
denmiştir. Çünkü mevlid, doğma, doğuş demektir.
Süleyman Çelebi bu eseri Hazreti Muhammmed'in diğer peygamberlerden üstün olduğunu
ifade etmek için yazmıştır.
Bursa'daki Ulu Cami'de vaaz veren iranlı bir din adamı Bakara Sure-si'nin 285 ayetim tefsir
ederken Hz. Muhammed'i Hz. isa'dan üstün görmediğim söylemiştir. Bu sürede gönderilen
peygamberlerin hepsi de; Allah'a, Onun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman
ettiler. Biz de onun için peygamberlerden hiçbirini ayırmayız. Onlar,
"Ey Rabbimiz mağfiretim niyaz ederiz, dönüş yalnızca sanadır" dediler. îranlı alim bu
süreyi;
"Peygamberler arasındafark yoktur." anlamında tefsir etmiştir. Dinleyenlerden bazıları
buna karşı çıkmış ve
"Öyle olsaydı 253. ayet ile çelişirdi." demişlerdir. 253. ayette de şöyle denmektedir:
"O peygamberler ki biz onlardan bir kısmım diğerlerinden üstün kıldık. Allahın kendisi ile
konuştuğu onlardandır. Bazılannın derecelerim yükselttik." Buna rağmen halkın bir kısmı
îranlı vaizi desteklemiştir. Süleyman Çelebi de Hazreti Muhammed'in üstünlüğünü anlatmak
için bu eserini yaz-maya başlamıştır. Bu nedenle Mevlid'de şu mısralar yer almaktadır.
ölmeyip îsa göğe buldı yol Ümmetinden olmak için idi ol
Mevlid Türk nülletinin Kur'an-ı Kerim'den sonra en çok okuduğu ve sevdiği bir eserdir. Eser
adeta millete mal olmuş folklorik bir özellik kazanmıştır. Düğünlerde bayramlarda, doğum ve
ölümlerde mevlid okutulmakta, dinlenmektedir.
396
Eserin tamamı 730 beyittir. Mesnevî nazım şekliyle yazılmıştır. Şair Mevlid'de eserin adinin
Vesilet'ün Necat olduğunu ve hicri 812 (Miladi 1409) de yazıldığım belirtmektedir.
Eser; "münaca&f (AUaha yalvarma), "veladef (Peygamberin doğumu), "Risalet"
(Peygamber oluşu), "Miraç" (Peygamberimizin miraç mucizesi) ve "Rıhlet"
(Peygamberimizin vefatı) bölümlerinden oluşmaktadır. Aynca bazı bölümler küçük fasıllalara
aynmuştır.
Mevlid XV. yüzyıl Batı Türkçesinin gramer ve fonetik(ses) özelliklerim bütün yönleriyle
göstermeği bakımından da önemli bir eserdir.44!
Hz. Muhanuned'in Veladeti
Fa ila tün/Fa ila tün/Fa ilim
Ol gice kim togdı ol hayr'ül beşer Anası anda neler gördi neler
Her ne kim göründi ise gözine Hem dahi vaki olanı özine
Ol rebiü'l- evvel ayı nicesi On ikinci gice isneyn gicesi
Toğdugin bildürdi ol halka temam Ne didüğin işid imdi iy hümam
Didi gördüm ol habibün anesi Bir aceb nur kim güneş pervanesi
Berk vurup çıkdı evümden nagehan Göklere irdi vü nur oldı cihan
indi göklerden melekler saffu saf Ka 'be gibi kıldılar evüm tavaf
Hem hava üye döşendi bir döşek Adı Sündüs döşeyen anı melek
Üç alem dahi dikildi üç yire Her birisi eydeyim nire nire
Mağrib ü maşrıkta ikisi onun Biri donanda dikildi KG 'be 'nün
Bildüm anlardan ki ol halkun yeği Kim yakın oldu cihana gelmeği
Çünkü bu işler bana oldu yakın Ben evimde otururken yalnuzın
397
Yanlup divar çıkdı ndgehan Üç bile huri bana oldı ayan
Çevre yanuma gelüp oturdılar Mustafa'yı birbirine mastılar
irdi huriler bölük bölük buğur Yüzleri nünndan evüm toldı nur
Didiler oğlun gibi hiçbir oğul Yaradılalı cihan gelmiş değül
Bu senün oğlun gibi kadri cemil Bir anaya virmemüsdür ol Celil
Ulu devlet buldun iy dildar sen Togisardur senden ol hulkı hasen
Bu gelen ilm-i ledün sultanudur Bu gelen tevhîd ü irfan kanidur
Bu gelen ışkına devr ider felek Yüzine müştakdur ins ü melek
Bu gice ol gicedür kim ol şerif Nün ile alemi eyler latif
Bu gice dünyayı ol cennet kilur Bu gice eşyaya Hak rahmet kilur
11. HACI BAYRAM VELÎ
Hacı Bayram Velî'nin asıl adı Nüman'da. Kuvvetli bir medrese tahsili görmüş, müderrisliğe
kadar yükselmiştir. Hamidüddin Aksarayî tarafından Şeyh Suca vasıtasıyla Kayseri'ye davet
edilen Hacı Bayram Velî, burada şeyhinin bazı kerametlerim açıkça görmüş ve müderrisliği
terk ederek "Ta-savvuf-Tefekkür ve Turan Yolu"nu seçmiştir.
Hacı Bayram Velî, şeyhinin vefatından sonra onun halifesi olarak Ankara'ya dönmüş,
Halvetiyye ve Nakşibendiye tarikatlarım birleştirerek Bayramiyye Tarikatı'nı kurmuştur.
Böylece ünü kısa sürede Anadolu'ya yayılmıştır. Şöhretim çekemeyen bazı din adamlannın
şikayetlerinin, o devrin padişahı Sultan II. Murad'a bildirilmesi üzerine Hacı Bayram Velî
Edir-ne'ye davet edildi. Kendisinde görülen olağanüstü haller üzerine sorgusuz beraat ettirildi.
Vefat edince, Ankara'da İmparator Augustus mabedinin yanındaki kendi adıyla anılan Hacı
Bayram Camii'nin yanındaki türbesinde edebî istirahatga'hına defnedildi.
Hacı Bayram Velî, Anadoluda'ki millî edebiyatın ve tasavvuf? hayatın gelişip yayılmasında
büyük rolü vardır. Yetiştirdiği halifelerden;
Akşemseddin, Eşrefoğlu Rumi, Dede Ömer Sikkinî, Akbiyık ve Kızılca Bedreddin'.. vb'lerini
sayabiliriz.
398
Hacı Bayram Velî'nin müstakil bir eseri yoktur. Bugün elimizde aruzla iti, heceyle üç şiiri
bulunmaktadır.442
Devranıdır sürülen Sultan Hacı Bayram'in Nevbetidir vurulan Sultan Hacı Bayram'in
Havzasında nur çıkar Arşın üstüne ağar Görür gözü açıklar Sultan Hacı Bayram 'in
Hiç gümanın olmasın duası makbul durur Alinin evladının Sultan Hacı Bayram'in
isa Peygamber gibi ölmüş gönlü diriltir Yetişicek cezbesi Sultan Hacı Bayram 'in
Dedi Şeyh Hamîd ona önden sonun gür olsun
Gürdür önünden sonu Sultan Hacı Bayram'in ***
Bilmek istersen sen seni Can içre ara canı Geç canından bul anı Sen seni bil sen seni
Kim bildi ef&lini Ol bildi sıfatım Anda gördü yitim Sen seni bil sen seni
Görünen sıfatındur Anı gören zatındur Gayri ne hacetindür Sen seni bil sen seni
Kim kî hayrete vardı Nüra müstagrak oldı Tevhîd-i zdtı buldı Sen seni bil sen seni
Bayram özini bildi Bileni anda buldı Bulan ol kendü oldı Sen seni bil sen seni
m Güzel, A., Haa Bayram Veli'yi Hazualayan Tasavvuf Zemin, Vakıflar Dergisi, C. I, Ankara
1987, 8. 58-61; Hacı Bayram Velî'nin Üç flahisioin Tasavvuf! Açıdan Tahlili, I. Hacı Bayram
Velî Sempozyumu, Bildirileri, Ankara 1990, e. 76-86; Dmı-TasavvuE Türk Edebiyatı, s. 295-
297.
399
F. XVI. Yüzyıl Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı Mutasavvrflanndan Birkaç Örnek
XVI. yüzyıl Osmanlı Devletinin altın çağıdır. Devletin sınırları genişle-yebildiği kadar
genişlemiştir. Mali açıdan devletin hiçbir problemi yoktur. îlim, sanat, askerlik ve teknoloji
bakımından da tarihinde en üstün seviyeye yükselmiştir. Mimaride Sinan, denizcilikte
Barbaros, Islami ilimlerde EbOsuut Efendi, edebiyatta ise Fuzulî ve Bakî gibi şahsiyetler
yetişmiştir.
Bu asırda Azerî ve Çağatay (Özbek) sahalannda da büyük şahsiyetler yetişmiş, önemli eserler
yazılmıştır. Çağatay sahasmda Babür Şah'ı, Azerî sahasanda ise Fuzülî'yi sayabiliriz.
Anadolu'da ise Bakî'den başka Zatî, Nev'i, Hayalî, Bağdadî Ruhî, Edirneli Nizamî, gibi
şahsiyetleri sayabiliriz.
Tezkirecilik türünün ilk örnekleri de bu asırda Sehî, Latifi, Aşık Çelebi gibi araştırmacılar
tarafından yazılmıştır. Halk Edebiyatında ise Güvahî ve Pir Sultan Abdal''ı sayabiliriz.
Şimdi bunlardan birkaç örnek verelün:
12. ÎBRAHtM GÜLŞENÎ (Diyarbekir? - Mısır 1533)
ibrahim Gülşeni'mn hayatı hakkındaki bilgiler daha çok Menakıbmda geçmekte ve nesebinin
de Oğuz Ata'ya kadar uzandığı görülmektedir. Atai, Şakayık Zeyli'nde İbrahim Gülşeni'nin
1426 yılı dolaylannda doğduğunu kaydetmektedir. Menahbin sonunda ise 1533'de 114
yaşlannda vefat ettiği kaydedilir. Babası şeyh Muammet El Amidi, o henüz iki yaşında iken
vefat eder. Bunun üzerine Gülşenî, amcası Seyyid Ali'nin himayesinde büyür ve ilk tahsiline
onun y anında başlar. Daha sonra o, yüksek öğrenimi için Tebriz'e gider. Orada bütün İslamî
ilimleri tam olarak öğrenen Gülşenî, kısa bir süre içinde Uzun Hasan'ın güven ve iltifatım
kazanır. Yine bu sırada Halveti Şeyhlerinden Dede Ömer Ruşeni'den hilafet alarak bu tarikatı
yaymaya başlar.
ibrahim Gülşeni; eserlerim yavaş yavaş vermeye başlayınca, bu arada müstakilen şiirler de
söyler. Fakat onun bu tür şiirleri bazılara tarafından hoş karşılanmaz. Bu sebeple ibrahi
Gülşenî hakkında;
• "Toplumun güven ve huzurunu bozdu." dedikodulannın ortalıklarda ya-yılması üzerine,
oğlu Ahmet Hayali ile birlikte Diyarbakır^, döner. Bir süre sonra buradan da aynlarak Kudüs
yoluyla Mısır'a gider. Tarikatım burada yaymaya başlayan Gülşenî, kısa sürede büyük bir
şöhret kazanır.
1516'da Mısır'ı fetheden Yavuz Sultan Selim, ona bir arsa hediye eder. O da dostlannın
yardımıyla bu arsa üzerinde Zaviye'sim inşa eder (1524). Adı bütün Mısır'da duyulur, dergahı
yeni müritlerle dolup taşar.
1528 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından Mısır'dm IstanbuVa davet edilir. Orada
büyük bir ilgi görür ve Mısır'a bir süre sonra döner.
400
1528 yihnda Mısır'da vefat eder.443
ibrahim Gülşeni'mn edebî şahsiyeti'ni, onun eserlerinden tespit etme-niiz gerekir. Bu
cümleden olarak onda, Mevlana, Yunus Emre, Nesimi ve şeyhi Ruşeni'mn tesirleri açıkça
görülür. Türkçe Divanı 'nda yer alan Gazel ve Tîfl/u'lerinde sağlam bir dil ve akıcı bir üslup
göze çarpar. Bu itibarla onun eserleri ise; Türkçe Divan, Farsça Divan, Arapça Divan,
Manevî, Raz-name ve Kenzü'l -cevahiridir. Bunların da özelliklerim kısaca belirtmeye
çalışalım:
Eserleri:
Türkçe Divan, 24. 000 beyiti ihtiva eden ve dil açısından önemli olan bir eserdir. Yazma
nüshalanndan biri D. T. C. F. Kütp. Ün. Kitp. Nr. 982'dedir.
Farsça Divanı: Farsça yazılmış bir divandır. Yazmalanndan biri Fatih kütp. Hr. 3866-dadır.
Arapça Divanı: Arapça yazılmış bir divandır. Yazma nüshalanndan biri D. T. C. F.
kütüphanesindedir.
Ma'nevi: 40. 000 beyitlik Farsça bir mesnevîdir. Mevlana'nın Mesnevî-sine nazire olarak
kaleme alınmıştır. Şeyh La 'U Muhammed Fenaî tarafından baştan beş yüz beyitlik kısmı şerh
edilmiştir. Yazmalanndan biri Bayezid Devlet Kütp. Nr. 3588'dedir.
Razname: Remel bahrinde kaleme alınmış tasavvuf! bir mesnevîdir. Bir nüshası Millet Ktp.
Manzum eserler, Nr. 932'de bulunuyor.
Kenzü'l Cevahir: Bir kısmı tuyug, bir kısmı rübaî nazım şekliyle yazılmış Farsça, 7000
dörtlükten meydana gelmektedir, î. Ü. Ktp. Farsça yaz-malara Bol., Nr. 1233'de kayıtlıdır.
İbrahim Gülşenfim şiirlerinden de birkaç örnek vermeye çalışalım:
l
Gaflet ile geçdi günüm ah n'ideyin ömrüm seni
Çün bozila bu düzenün ah n 'ideyin ömrüm seni
Ecel irişe nagehan canım ala çü Kahraman Döndüre yasa düğünün ah n'ideyin ömrüm seni
Gice gündüz çalışduğm hırs u emelle yigduğm Kala sensüz hanümanun ah n'ideyin ömrüm
seni
Anmaz mısın öleceğin kara yire gireceğin Azraîl'e virüp canın ah ni'deyim ömrüm seni
Terk itmedün bir dem heves elindeyken almadun ders Çün kim hevayadur yönün ah n 'ideyin
ömrüm seni
401
Kıyamet kopar haşr içün dirilür ölen neşr içün Canun olısar düsmanun ah n'ideyin ömrüm seni
Zikir budur ey Gülşenî telkîn idelden Rüşenî Can atmadan sevdün teni ah n'ideyin ömrüm
seni
Benüm gönlüm alan dilber Gider dirler gider dirler Beni Mecnun'un tek o Leylî îder dirler
ider dirler
Kopup aklumi bozumdan Komadı bilgi hüşumdan Soraram yad bilişümden Gider dirler gider
dirler
Ne sevdadur dey'nüz bana îşidüp kalmanuz tana Gönül benden kaçup ana Gider dirler gider
dirler
İşitdüm ışk ile sevda. Kılanda aşıkı şeyda Düşüp deli gibi daga Gider dirler gider dirler
N'idem ey uslular dey'nüz Delirmeden gamum yey'nüz. Çü başdan aklumi yaz, güz. Gider
dirler gider dirler
Görüp ışk ile medhüşi Bilün aşık o bî-hüşi Çü anun akl ile hüşi Gider dirler gider dirler
îşitdüm Gülşenî seni Doğaldan Rüşenî gani Ziyadan aydın iline
Gider dirler gider dirler444
13. BURSALI MÜHYiDDiN ÜFTADE (Bursa, 1477-1580)
Muhyiddin Üftade'nin, asıl adı Mehmet Muhyiddin olup, Müstah-kimzade'nm Menakıb-ı
Üftade'sine ve Silsilename-i Celvetiyye'ye göre O, Manyas'tan gelerek Bursa'ya yerleşen bir
ailenin çocuğudur.
402
Onun tahsili hakkında birbirinden farklı rivayetler vardır. Şakayık Zeyli ile Silsüename'ye
göre, iyi bir tahsil yaptığı anlaşılır. Menakib'da ise bir kazzaz yanma çırak olarak girer ve
sevmediği bu meslekte başarılı olmadığı kaydedilir. Ancak bu vesile ile Hacı Bayram Velî'mn
halifelerinden Hızır Dede ile tanışmış ve onun terbiyesi altında yetişmiştir.
Şeyhinin vefatından sonra inzivaya çekilmiş, Bursa'da bazı camilerde müezzinlik ve imamlık
yapmış, bir süre de Ulucami ile Emir Sultan camile-rinde vaaz vermiştir.
Yine bu sırada Bursa'da kadılık ve müderrislik yapan Aziz Mahmut Hüdayi, Üftade'ye
intisab etmiş ve onun halifesi olmuştur. Vefat edince kendi adına yaptırdığı camiin haziresüne
gömülmüştür.
Muhyiddin Üftade'vm eserleri daha çok tasavvufî muhteva ile yazılan manzum eserlerden
oluşmaktadır. Döneminin önemli mutasavvıf şahsiyetle-rinden biri olan Üftade, daha çok
İlahiden ile şöhret bulmuştur. Divan 'mda hece vezni ile yazılmış bazı şiirlerine de
rastlanmaktadır. Onun eserleri; Divan, Vaklat, Nasihat ve îrşadname ve Makalatü'l Aliyye'den
müteşekkildir. Bunlar da:
Divan: Divan'nda bulunan şiirlerinin bir kısmı, Mecmuatü'l-îlahiyyat adı ile bir araya
getirilmiştir. Bu Divan; Selimağa Ktp., Hüdayi Ktp., nr. l nüshası bulunmakta ve bu nüsha da
Bursalı Tahir tarafından 1912'de yayınlanmıştır.
Vataat; Bu eser. Aziz Mahmut Hüdayi tarafından tespit ve tertip olunmuştur. Celvetiye
tarikatınm esaslarım anlatan bu iki ciltlik Arapça eserin içinde. Aziz Mahmut Hüdayi
tarafından Üftade'ye yöneltilen bazı soruların cevapları da bulunmaktadır.
Nasihat ve îrşatname, Üftade'ma Aziz Mahmut Hüdayfye verdiği nasihatlann büyük bir
kısmım kapsayan bir eserdir.
MakalStü'l-Aliyye, bu eser de, Arapça olup bir nüshası Bayezid Ktp., Veltyüddin Efendi Bol.,
nr. 1766 'da bulunmaktadır.
Hicran içinde kalmışam Derd ü gam ile dolmuşam Çok arsalara dalmışam Dostdan haber
virün bana
Varup visale irem Anda cemalüni görem Sidk ile yolum bulam Dostdan haber virün bana
403
Miskin fakir Üftade'yı îçi taşı pür-yareyi Esirgegör bî-çareyi Dosîdan haber virün bana
Hakk'a aşık olanlar zikrullahdan kaçar mı? Alim olan gevherin yok yirlere saçar mı?
Gelsün ma'rifet olan yokdur sözümde yalan Emmareye kul olan hayrı şerri seçer mi ?
Sen bir kovuk servisin hemen şöyle turursun Sen bir palaz yavnsın kuş kanatsız uçar mı ?
Gerçek bu söz yarenler gördüm-dimez görenler Keramete irenler gizli sırrın açar mı ?
Üftade yanıp tüter bülbül 'ler gibi öter Dervişlere taş atan iman ile göçer mı'.^
14. AZtZ MAHMUD HÜDAYÎ (Koçhisar 1541-Üsküdar 1628)
Azız Mahmud Hüdayî; 1541'de Koçhisar'da doğar, 1628'de Üsküdar'da vefat eder. Vefatından
sonra Üsküdar'da Türbesi yapılır. Aziz Mahmud Hudayi Tekke'si öınnemli bir ziyaretgah yeri
olur.
Bilindiği gibi Aziz Mahmud Hudayi; mutasavıf, alim, şair ve Celvetiye tarikatmın
kurucusudur. Afayf'nin Şakfiyik Zeyli'nde onun Seferihisarlı olduğu kaydedilmiştir.
Kendisinin Cüneyd-i'Bağdadî neslinden geldiğim bildiren Hüdayî, ilk tahsilim babası
Feyzullah bin Mahmud'un yamnda yapmış, daha sonra îstanbul'a gelerek Molla Nasırzade'nin
derslerine devam etmiştir. O, hocasının Edime'deki Sultan Selim Medresesi'ne tayini üzerine
onunla Edime'ye gider ve ona muîn (yardımcı) olur. (1570). Ardından Şam ve Mı-sır'da
bulunan Hüdayî, buralarda Halvetiye şeyhleri ile görüşür. Dönüşünde Bursa'daki Ferhadiye
Medresesi'ne hoca tayin edilir (1573). Bursa'da aynı zamanda Mahkeme-i Suğra Naibliği de
yapar.446
Bursa'daki görevi esnasında gördüğü bir rüya üzerine Şeyh Üftade'y e intisab eder. Üç sene
kadar Celvetî üslubu üzerine suluktan sonra, Seferhisar'dsi halife olarak irşada başlar.
Seferhisar'dan tekrar Bursa'ya, oradan da îstanbul'a Üsküdar semtine gelir. Önce
Küçükçamlıca'daSsi çilehanede bir süre ihzivaya çekilir. Halen Üsküdar'da bulunan Hüdayî
Dergahı, 1595'de inşa edilir ve içinde; kütüphane, semahane ve türbe bulunan bu tekke, dev-
404
rinde alimlerin, şairlerin ve musikişinasların toplantı yeri olmuş, devrin padişahı L Ahmed de
zaman zaman bu toplantilara katılmıştır.w
Rivayet edilir ki Aziz Mahmud Hüdayî, Bursa'da kadı iken, şahit olduğu bir hadise üzerine,
kadihktan ayrılmıştır. Bursa'da Bayrami meşayihinden Şeyh Muhammet Üftade'mn; ma'rifet,
keramet ve yüksek haller sahibi oldu-ğunu anlayıp, Şeyhe intisab etmiş, ondan el almış, daha
o gün malım mülkü-nü fakir fükaraya dağıtmış, şeyhin en yakın dostu, en ileri müridi
olmuştur. Şeyhinin abdest suyunu hazırlamış, havlusunu tutmuş, her an ona biraz daha
yaklaşmış, biraz daha onun haline bürünmüş onun gibi olmaya çalışmıştır.
Günlerden bir sabah, Şeyhinin suyunu ısıtacakü. Fakat ezan'ın okunma-sı yakındı. Isıtacak
zaman yoktu. Su dolu güğümü, aşkla yanan göğsüne dayamış, su, yakarcasına ısınmıştı. Şeyh
Üftade kalkıp suyunu isteyince. Aziz Mahmut, suyu Şeyhe vermiş ve Şeyh:
"Aman Mahmut Efendi, bu suyu nerede ısıttın böyle!" deyince boynunu bükmüş, bir müddet
durup,
"Siz anlarsınız, siz arifsiniz, efendim, kusuruma bakmayın." demiştir. Şeyh Üftade de;
"Anlıyorum Mahmut Efendi... Artık sen ve ben buraya çok geliyoruz. Bursa ikimizi birden
kaldıramaz. Sen şimdi İstanbul'u git atın nerede durur-sa, oranın halkım irşed eyle. Bana güzel
müridlik ettin sana duam şu ki, padişahlar atinin yanında yürüsün, sana hizmette bulunsunlar."
dedi. Bu sözlerin doğruluğu için diyebiliriz ki; vaktin padişahı Sultan Ahmet gördüğü bir
rüyadan etkilenerek Aziz Mahmud Hüdayi'dea yardım istemiştir.
Aziz Mahmut, çiçeklerin teşbihlerim işitirdi. kışın kar yağarken üzüm isteyen Üstadına bir
sepet üzüm getirmiştir. Sultan Ahmet, yaptırdığı meşhur Sultan Ahmet Camii'nin açılışına
gelmesini istemiş, fakat o Üsküdar tarafın-daydı ve o gün boğazda, değil kayıkların, gemilerin
dahi seyredemediği bir fırtına çıkmış, padişaha söz verdiği için bir kayığa binmiş, Eminönü'ne
gelinceye kadar deniz sakinleşmiştir. İndikten sonra deniz yeniden kabarmıştır. Kötü
havalarda kayıkçılar bu yolu kullanırlardı.
1593-94 tarihinde Fatih Camiî'ne vaiz tayin edilen Hüdayî daha sonra Üsküdar'daki
mescidin genişletilip cami haline getirilmesi üzerine burada vaaz vermeye başlamış.
Sultanahmed Camiî'nde de (1611) padişahın isteği üzerine her ayın ilk pazartesi günü burada
vaaz vermiştir. /. Ahmed ve Valide Sultan'm onun tarikatına mensup oldukları rivayet edilir.
Aziz Mahmud Hüdayi; Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı şairleri zümresi içinde yer almış, sade
ve hikemî mahiyette şiirler yazmıştır. Şiirierinde, bazan hece, bazan da aruz veznim kullanan
Hüdayî, îbnü'l-Arabfmn sistem-leştirdiği Vahdet-i Vücüd anlayışına bağlı bir mutasavvıftır.
Şiirleri ve mek-tuplannda bu açıkça görülür.
405
Onun; gerek devrinde, gerekse daha sonra yazılan tarih ve bibliyografya kitaplannda
"kutbü'l-aktab, sahib-i zaman, mürşid-i kamil" gibi unvanlarla anılması, ölümünden sonra da
şöhretinin devam ettiğim göstermektedir. Dilden dile nakledilen menkıbe ve kerametleri
halkın gönlünde taht kurmasını sağlamış, ziyaretçileri her devirde artarak devam etmiştir.448
Büyük bir şeyh, aynı zamanda büyük bir alim olan Aziz Mahmud'un kerametleri, Üsküdar
halkı arasında asırlarca unutulmamış; Üsküdardan îstanbul'a geçen kayıkçılar, denize HüdOyî
yolu denilen her göze görünmeyen düz bir yoldan geçtiklerine inanmışlardır.449
Aziz Mahmud Hüdayi'tdn eserlerim; Türkçe ve Arapça olmak üzere başlıca iki grupta
toplayabiliriz. Onun eserleri; dini ve bilhassa tasavvufi konulan fazlası ile işlemiştir ki bu
sebeple O, bu tür şiirin önde gelen önemli temsilcilerinden biri olmuş, zamanında ve bugün de
herkes tarafından çok tanınmış, halktan ve padişahlardan dahi büyük saygı görmüş
mutasavvıflan-nuzdan biri olmuştur.450 Eserierinin birçok nüshasının bulunması da, bu
eserlerin halk tarafından ne kadar sevilip benimsenildiğini göstermektedir.451 Bu cümleden
olarak Onun Türkçe ve Arapça eserlerinin adlarım vermeye çalışa-lım:
a) Türkçe eserleri:
Divan-ı ilahiyat: Tasavvufî hikmet ve nasihatlardan oluşmuş bir Dî-van'dır.
Tarikatname: Dervişliğin erkan ve adabı anlatılmaktadır. Tezakir-i Hüdai: I. Ahmed'e
gönderilen mektup ve tezkirelerin toplandığı bir eserdir. Ecvibe-i Mutasavvıfane: Kendisine
sorulan bazı tasavvufi sorulara
verdiği cevaplardır.
Nasayih ve Mevaiz: Bazı nasihat ve vaazların derlendiği bir eserdir. Mi'rficiye: Mi'rac'ı, ayet
ve hadislere dayanarak anlatan küçük mensur
bir risaledir. Necatü'l garik fi'1-cem'i ve't-tefrik: Bazı tasavvufî makamlardan
bahseden eserdir.
b) Arapça eserieri'nin belli başlıcalan şunlardır:
Camiu'1-fadail ve Kamiu'r-reail: Tasavvufî ahlaka dair en meşhur eseridir.
406
Fethu'l bab ve Refu'l-hisab: İnsanın yaradılışından ve insamn sıfatla-nndan bahsedilmiştir.
Keşfîi'l kani an vechi's-sema: Tasavvuftaki sema konu edilmiştir.
Habbetü'l-mahabbe: Allah, peygamber ve ehl-i beyt sevgisi üzerine bir eserdir.
Nefaisü'l -Mecalis: Bazı ayetlerin tasavvufî tefsiri yapılmıştır.
Tecelliyat: Hayatta iken mazhar olduğu tecellileri anlatan ve tarihleri ile tespit edilen bir
risaledir.
Valuat: Tarikat sırları ile ilgili bir risaledir.
1 İlahi
Efendim güzel Allah'ım Medet eyle medet eyle Rahmeti çok padişahım Medet eyle medet
eyle
Esir-i nefs-i dün etme
Masivaya z/ehlin etme Dert ile bağrım hün etme Medet eyle medet eyle
Senin hod rahmetin çoktur Bab-ı ihsanın açıktır Fazi u cüda 'ya gerek yoktur Medet eyle
medet eyle
Sensin veren her muradı
İnayet eyle ya Hadi
Olalım lütfün azadı
Medet eyle medet eyle -..
Eyle Hüdayî'ye nazar Ta olafazlına mazhar Her muradın kıl müyesser Medet eyle medet eyle
2 İlahî
Gelin diyelim şevk ile Lailaheillallah Aşk ile sidk ü zevk ile Lailaheillallah
407
Cennet onunla açılır Mü'minlere nur saçılır Dost illerine geçilir Lailaheillallah
Açılalım gül'fer île Otelim bülbürZente Diyelim pak diller ile Lailaheillallah
Kanı bir kalbi uyanık Kanı bir ciğeri yanık Doğru yol isteyen Lailaheillallah
Cehennemiden azad eder Dost yoluna irşad eder Gamgin gövaTler şad eder LaUaheillallah
Dertlilerin dermanıdır Teşbihlerin Sultandır Hakkın bize ihsanıdır Lailaheillallah
ister isen hayr-ı ezkar Durma heman tevhid'e var Hüdayî'ye yol soran yar Lailaheillallah''52
15. VAHtB ÜMMÎ (?-1595)453
Vahib Ümmî'mn esas adı Abdulvahhab-ı Elmalı'du. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle
beraber ölüm tarihi l Şaban Hicri 1004 (Af. 19 Mart 1595) olarak kaydedilmektedir. Şeyh
Abdulvahhab, Halveti tarîkatının Yiğitbaşı (orta kol) şubesini tesis eden Yiğitbaşı Ahmet
Şemseddin Marmaravî'nin halifesidir.
Vahib Ümmî, çeşitli mahlaslar kullanmaktadır. Bunlar da; Vahib Ümmî Vahibî, Vehhab,
Vfihab, Vehabî, Vehab olmak Uzre altı tanedir. Bunların yanında; miskin, dermend, bî-çare,
aciz, derviş gibi sıfatlan da kullanır. Ancak bunları mahlas saymak doğru değildir. O, değişik
mahlasları aruz vezni-nin zorlamasıyla kullanmıştır.
408
Şair, hece vezinli şürlerinde kendini rahat hissetmiş, ekseriya Vahibt veya Vahib mahlaslarım
kullanmıştır. Bazı kaynaklar Onun mahlasım Vehhab Ünunî diye kaydetse de bu sadece
yakıştırmadır. Asıl mahlası Vahib Üm-mî'dir. Abdulbaki Gölpınarlı'am Vehab Emre
şeklindeki kaydı onu Yunus Emre halkasına dahil etme kaygısından başka bir şey değildir.
Vahib Ünüm, Yunus Emre geleneğinin XVI. yüzyıldaki temsilcisidir. Bu tesir şiirlerinde
görüldüğü gibi Divan'inda da Yunus'u delil kabul ettiğini açıkça söyler. Ayrıca Yunus Emre'y\
e Vahib Ümmî'nin şiirlerinden birbirleriyle benzerlik gösterenler de vardır.
Vahib Ümmî'mn Dîvaru'ndaki 485 şiirden 300'den fazlası aruzla yazılmıştır. Bu yüzden onu
aruz şairi saymamız yerinde olur. Şiirlerinde, dış a-henkten ziyade muhteva önemlidir. Hece
ile yazılı şiirleri daha lirik'tır. Şimdi Onun şiirlerinden birkaç örnek vermeye çahşahm:
1
Vezni: 4+4=8 (5+3=8)
Zulmetden necat bulmağa Ah bir nemed vah bir nemed Yokliga togn varmağa Ah bir nemed
vah bir nemed
Yazın ısıdan saklaya Kışın sovukdan bekleye Aşık içinden söyleye Ah bir nemed vah bir
nemed
Başka bir derviş getüre Togruca yoldan getüre Şeyhiin hizmetin bitüre Ah bir nemed vah bir
nemed
Sevdügüm-çün didüm sana Gözün aç togn bok bana Maksudun Hak virmiş sana Ah bir
nemed vah bir nemed
2
Vezni: 8+8=16
Erenlerden sır sorana yedi dürlü nişan gerek Evvel kapu şeriaUur güneş gibi iyon gerek
Ayet ile hadîs ile virdim cevab anlayana Andan içerüde levvame ana seyran gerek
409
Şeriattan tarikattan içeriisi sır ilidür Akil ana arif olmaz mülhime ana vicdan gerek
Dördincisi mutama'inne Mansür bilür bu menzili Er yüzinden irişmege ikrar ider bir can gerek
thtiyarum elde degül lazım geldi söylemesi Beşincisi ker&metdür 'iyon degül nihan gerek
Yol erinün tevhîd'üu arif gerek anlamağa Altıncısı marziyye bunda bürhan-ı Kur'an gerek
Yedincisi safiyyedür halka iyon itmek olmaz Bundan geçüp ulanmağa can hazrete kurban
gerek
Sekizinci makam budur ayne'l-yakîn hakke'l-yakîn Gerçek aşık bu meydanda gayru'l-lah'dara
üryan gerek
Vahib Ümmf'nun tevhîdi hatıruna güç gelmesün Bu manayı fehm itmeğe safî nur'dan insan
gerek
Tokuz sıfatdan içerü bir dahi sır da gerek insan adın hurda koyub mahv ü garkda pinhan gerek
Vahib Ümmî başı canı terk eyledi dîzar içün Bu kelamı zikr eyleyen mana evinde sultan gerek
Hitab eyler gelüp söyler içerüden bu taşraya Saklamağa genc-haneyi ma'mür degül viran
gerek
Benüm halüm sorar-ısan ne yirdeyin ne gökdeyin Ma'na sırrın söyleşmeğe bunda gelmiş
yaran gerek
Ariflerim remz itdügi nedür sana dinlendi gör Bu tevhîde inanmayan kardaşlara yalan gerek
Vahib Ümmî dinler-isen söz manasın anlar-ısan Zikrün ilefikr itdügin safi senün Sübhan
gerek
16. PÎR SULTAN ABDAL
Pir Sultan Abdal, XVI. yüzyılın sonu ile XVII. yüzyılın başlannda yaşamıştır. O, Sivas'ın
Yıldızeli Kazasi'na bağlı Banaz köyünde doğmuş, Sivas'ta ölmüştür. Fakat onun doğum ve
ölüm tarihlerim açık bir şekilde bilemiyoruz.
Pir Sultan Abdal'ın şiirlerinde; Hz. Ali, Hz. Hüseyin ve pek çok Velt'ye olan derin bir
bağlılık ve batint inanışlarla kaynaşmış bir vahdet-i vücud halitası görülmekte, fakat bu da bir
hayli karmaşık ve mübalağalıdır. Hatta bu. bir inançtan çok bir iddia durumundadır. Yani
onun bu ifadelerinde dünya emelleri peşinde koşan ve isyan eden bir ruhun değişik
ihtiraslarım görmek de mümkündür. Bu cümleden olarak onun şiirlerinde, îsîaro Dininin
itikadı yönlerinden çok, bazı batint inanışların bulunması. hatta bazı îslamî
410
bilgiler vermek veya dini tebliğ etmek yerine, daha çok, bağlı bulunduğu yol'un prensipleri
etrafında dinî unsurlara kısaca temas etmesi, onun manzum eserlerinde, bazı farklılıklar
bulunmasına karşı, yine de geleneksel tarzda ve avamın anlayabileceği dozajda bir yönüyle
tasavvufa. yüzeysel olarak da olsa temas eden dini terminolojiye yer vermektedir. Ancak o
eserlerinde;
İslam Dini'nin itikat ve ibadete müteallik inanç sistemine dair olan bu dini terimleri
kullanması, onun tasavvuf anlayışım, yani yalnız kendi batınî prensiplerim de beraberinde
getiren belli başlı yaklaşımlannın, hemen hemen bütün manzumelerinde görünmesi önemli
hususlardır.
Bilindiği gibi Pir Sultan Abdal; özellikle Alevi-Bektaşi inanışlarım ağırlıklı olarak işlediği
manzumelerinde; Allah, Peygamberler, Melekler, Kitaplar, Dünya, Ahiret, Divan, Mizan,
Sırat Köprüsü gibi itikadı kavramların yanı sıra, Hz. Ali, Ehl-i Beyt, Oniki İmam vb. konular
çevresinde de durmaktadır. Bu sebeple onun kullandığı araç ile varmak istediği amaç arasında
bazan çelişkiler de görünmektedir ki, günümüzde onu isteyen grup istediği tarafa doğru
çekebilmektedir. Çünkü onda bazan isyancı bir ruh, bazan da toplumun sosyal konulanna
rahatlıkla eğilen ve onlan acımasızca tenkid edebilen yanlannın da bulunması, dini bilgisini de
bu sahada rahatlıkla kullandığım görülmektedir. Bu dini bilgiler çerçevesinde bir yandan
itikadı, ibadî, diğer yandan da tasavvufî konulan rahatlıkla eserlerinde isleyebilmesi dikkat
çekicidir.
Bu ikilemeler arasında kalan Pir Sultan 'ı biz burada biraz daha net olarak anlayabilmemiz
için bizzat onun eserlerinden hareketle, itikadî ve ibadete müteallik yönlerim vererek onu bu
tür karmaşalardan kurtararak, net bir Pir Sultan Abdal misyonunu ortaya koymaya çalışacağız.
Bu cümleden olarak Onun eserlerinde bulunan dini kavramları,454 itikad ve ibadet kavramları
değişik bir şekilde, ama zaman zaman da îsîami ölçüler içinde verilmiştir.455
; Pir Sultan, Allah'a. Hakk diye hitap ettiği zamanlarda da samimî ve i-nanmış bir mümin
tavn sergiler:
Mümin olan neresinden bellidir Hakk'ı söyler nef esinden bellidir
(86,9-5) O, bazı manzumelerinde Allah'ın adım oldukça coşkulu bir şekilde anar:
Pir Sultan'ım Allah Allah diyelim
<5< Pir Sultan Abdal'a ait örnek olarak verilen şiirler için bak: Cahit Öztelli, Bütün Şiirleriyle
Pir Sultan Abdal, 7. baskı. İstanbul 1989. (Burada örneklerin altında üç rakam bulunmaktadır.
Bunlardan birinci rakam sayfa'yı, iirin'ı rakam manzume'nın numarayım, üçüncü rakam da
şiirin kaçıncı kıt'a oldu-ğunu göstermektedir.
411
Gelin, nikahım elden koyalım Takdir böyle imiş biz ne diyelim Beklerim yolların gel efendim
gel
(65, 20-6)
Geldi Kazova' sin duman bürüdü
Kara kafirlerin yağı eridi
Allah Allah deyüp Kırklar yürüdü
(71, 27-5)
Allah'ı, Kadir sıfatıyla hatırladığı zamanlarda seksiz ve şüphesiz İlahî kudretin
koruyuculuğunu üstünde bir çadır gibi tasavvur eder.
Kadir'sin Allah'ım sen de Kadir 'sin Üstümüzde dört direkli çadırsın
(313. 241-3)
mısralarında Allah'ı sıkça Hakk diye anar, bazen Ya ilahî! diye seslenerek yardım ister.
Pir Sultan Abdal'un çekerim çoktan Ya îlahi bizi karlar tutsaktan Bu derdin dermanın isterim
Hak' tan Halka halim arzeylesem çare ne
(245,165-5)
Dünyadaki sıkıntılardan bunaldığı zamanlarda "Bari Huda" sına sığınır ve Allah'ı vekil
edinir.
Pir Sultan, bazı mısralarında Allah'ın yarattığı kulun kısmetim, ta ezelden verdiğim samimi
bir şekilde terennüm eder.
Huda halk eyledi bu can ü teni Ya nice beslemez gidince beni Ta ezelden vemiş kısmetim
gani Bu fani dünyaya gelmezden evvel
(273, 195-3)
Muhannettir yalan dünya kayırun Sol Gani Settar'Ar açlar doyuran
(307, 234-4)
Şair, Allah'ı bazen Sultan diye anar ve bu mısraları ile sabır ve şükrünü dile getirir:
Sabredelim gönül ne gelir elden Sabırlı kulunu sevmez mi Sultan Yusuf'u kurtardı kuyudan
çölden Biri sabır, biri şükür biri dua
412
Allah sevgisini zaman zaman da adım anmadan dile getirir:
Ben de şu dünyada üç güzel sevdim Birisi kalbimde durana benzer Birisi Muhammed birisi
Ali Şu garip halimden bilene benzer
(223, 144-1)
Onun bu manzumeleri yalnızca Allah'ı zikretmek maksadı ile söylenmiş intibaını vermektedir:
Ol benim Şahım';
Görmeye kim gider Zevk ile sefasını Sürmeye kim gider La ilah, la ilah La ilah, la ilah Allah
Hu, Hu Allah Allah Hu, hu Allah
(247. 168-1)
Görüldüğü gibi Pir Sultan Abdal'ın şiirierinde Allah'ı amşı, tam bir mü'mine uygun şekildedir.
Bir kısım şiirlerde rastladığımız bu ifadelere ters düşen mısraları ise ayn bir şekilde
değerlendirmek gerekir.
Peygamberler: Pir Sultan Abdal'ın şiirierinde Peygamberlere iman ve onların kıssalanna dair
telmihler de oldukça önemli sayılabilecek bir yekun tutar. Başta Hz. Muhanuned olmak üzere
bir çok peygamberin adım sıkça anar. Bunları anışta. Yunus Emre ve Kaygusuz Abdal'dan
farkı yoktur. Aslında bilindiği gibi, Dint-Tosavvufî Türk Edebiyatındu bütün peygamberlerin
kıssalanna hemen hemen her şairin yaklaşımı aynıdır. Ancak bir Bektaşi-Alevi şairi olan Pir
Sultan Abdal da Hz. Muhammed'den sonra adı en çok anılan peygamberler; Hz. Adem, Hz.
Hızır, Hz. ibrahim, Hz. İsmail, Hz. Süleyman, Hz. Nuh. Hz. îdris, Hz. D&vud, Hz. Eyyüb,
Hz. Yusuf, Hz. Yunus, Hz. Musa ve Hz- İsa'dır. Pir Sultan Abdal, peygamberleri Resul, Nebi
vb. isimleri ile anmaktadır. Bir dörtlüğünde peygamberlerin sayışım 366 olarak vermektedir.
Yaratmıştır insan ile hayvanı insanda emanet koydu bu canı Üç yüz altmış altı peygamber
hanı Bizi kor mu ya onları alanlar
(315, 234-2)
Pir Sultan Abdal'ın şiirierinde en çok Hz. Muhammed'in ismi geçmektedir.
413
Hz. Muhammed: Pir Sultan Abdal, şürlerinde Hz. Peygemberi, Mu-hammed, Muhammed
Mustafa ve Ahmed isimleri ile zikrediyor.
Ak gül Muhammed'i'n alnı telinden Kerem Muhammed 'den mürvet AK'den
(195, 116-5)
tmam-ı Mi'dir, ayn-ı beka'dır Pir elinden zehir içsem şifadır Yardımcımız Muhammed
Mustafa'dır Hüseynî 'yim, Mevi'yim ne dersin
(188, 109-2)
Cebarail, Ahmed önünce yürüdü Mürşide teslim ol yolda kalırsın
(158, 80-1)
Pir Sultan Abdal, Allah'ın Hz. Muhammed'ı kendi nürundan yarattığını, kendisinin
Muhammed dininden olduğunu ve Muhammed'in peygamber olduğuna inandığım açıkça
söyler.
Hak yarattı Muhammedi NOr'dan insan olan gelir nüra çevrilir
(165,88-1)
Muhammed dini'dir bizim dim'miz Cibril-i emin'dir hem rehberiniz
(111, 34-4)
Allah bir Muhammed Hakk'Ar
Rehberim kemendi taktı Çekti Pîr'e teslim etti Firdevs-i ala içinde
(241, 162-2)
Peygamberin yüzünda ''üç "ben"i bulunduğunu, bunların da üç kavramı karşıladığım ifade
eden şair; sabır, şükür ve dua'ya ne kadar önem verdiği-ni de böylece ortaya koyar.
Muhammed'in üç ben'ı varyüzünde Biri sabır, biri şükür, biri dua Kudretten yanar anın çırağı
Biri sabır, biri şükür, biri dua
414
Hz. Muhammed'in izinde olmamak Kör Seylan'ın sözüne uymaktır:
Uymasın kör şeytanın sözüne Don gidelim Muhammed'm izine
(309, 236-2) Hz. Muhammed'i, iki cihan fahri sıfatıyla da sıkça terennüm eder:
Bağdat'ın yaylasın bile yayladı indi aşkın deryasını boyladı İki cihan fahri dua eyledi Allah
Allah deyip duran kim idi
(257, 177-2)
Şeytan benlikle dergahtan azdı Aşık maşukunu aradı gezdi İki cihan fahri bir engür ezdi Fakr-
ı fahri olmayan meyi neylersin
(299, 224-3)
Pir Sultan' a göre şeriat yolunu Hz. Muhammed; tarikat yolunu da Hz.
Ali açmıştır. Şürlerinde bu yorumu sıkça tekrar eder.
Şeriat yolunu Muhammed açtı Tarikat menzilim Ali seçti
(15, 18-5)
Rehberim Muhammed, buldum yolumu Mürşidim Aü'dir, bildim Şah'ımı
(240, 61-2)
PIT Sultan, bazı manzumelerde Yunus gibi, yalnız Dîdar aşığı olduğunu söylerken kemalini
hulk-ı Muhammed'den aldığım ifade eder:
İstemem Cennet'!', göster dîdĞr'ı Hulk-ı Muhammed'den almış kemali Okur secdeye inmeden
dua'yı Aşıklar dîdar 'a tutmuş yönleri
(252,172-5)
Şairin bütün şiirlerinde genellikle Hz. Muhammed, Ali ile birlikte ve saygı ile anılır:
Hey erenler benim meyil verdiğim Bir ismi Muhammed, bir ismi Ali Adına sanma kurban
olduğum Bir ismi Muhammed, bir ismi Ali
415
Ali ile Muhammed kurdu bu yolu Mümine saçıldı tarikat gül'ü Bir ulu dergahtır sürelim demi
Ali ile Muhammed'in aşkına
(81, 4-3)
Pir Sultan'ım der, yol uludur deyu Cümlemiz hakikat kuludur deyu Muhammed çağırır Mi*
dür deyu Çağıralım gaziler imam aşkına
Hz. Muhammed ve Hz. Ali bazen benzetmeler yoluyla da bir arada kullanılır
Ay Ali 'dir. Gün Muhammed
Üç yüz altmış altı sünnet
(82, 5-3)
Pir Sultan Abdal, kendisine RaHzî diyenlerin karşısında Hz. Muham-med'e olan bağlılığım
ifade eder:
Yuf etti erenler, ey münkir size iftira ettiniz sizler de bize Muhammed sizleri taş ile eze Rafizî
mi dersin söyle, bakalım
(202, 122-4)
tiz. Muhammed bazen de diğer peygamberlerle birlikte zikredilir: Bu cümleden olarak; Hz.
Muhammed - Hz. Musa;
Musa asa'sını ejderha kılan Yezit leşlerine korkular saçan Muhammed aşkına zülfikar çalan
Kamu müminlere iman olan Şah
(84, 7-2)
Ben de bitmem bu nasıl sevdadır Heman çekticeğim kuru kavgadır Nebi Medine'de, Musa
Turadadır Muhammed'in nuru kimdedir aşık
(272, 193-3)
Hz. Muhammed - Hz. ibrahim
Kudretten yanar sem'a ışığı Mevlam Hak diyenin üğrür beşiği Din serveri Muhammed'in eşiği
Halil'e yapılan şan özlerim.
416
HalU Ka'be'yi yapınca İslam dmi'ne tapınca Gökten Muhammed kopunca Nur aleme dolu
geldi
(256. 176-4)
Halil Kabe yaptı oldu ya delil Vardı varan, varmayan kaldı melil Muhammed'e rehber oldu
Cebrail Yine bir mürşide varmadan olmaz
(173, 96-4)
Kitaplar: Pir Sultan Abdal, Semavî kitaptan, indikleri peygamberlerle birlikte sık sık dile
getirir. Hakk'ın emri ile inen kitapları biraz da şahsî ina-nışlanna göre değerlendirir;
Pir Sultan Abdal'un ağladı güldü Kabe-i Şeriften bir nida geldi Hakk'ın emri ile dört Kitap
indi Okuyan Muhammed, yazan Ali'A'r
(109, 32-7)
Şu dörtlükte Semavî kitapları ve kitap inen peygamberler ile birlikte görmekteyiz;
Gökten indi derler idi isa 'ya Zebur'u Davud'a, Tevrat Müsa'ya Üçüncüde incil indi ts&'ya
Dördüncü Resul'e Furkan, dediler
(405, 332-3)
Pir Sultan, dört kitaba çok önem verir ve onların dilinden okuduğunu söyler;
Bir kuş gördüm ayakları çizmeli Seyyah olup şu alemi geyneli Dört kitabın her ismini yazmalı
Onu bilen bu cihanı farkeder
(312, 240-2)
Bir kalem var yazı tutmaz elimden Okumuşum dört kitabın dilinden
417
Pir Sultanım Haydar heman Dalları bürüdü duman işte incil, işte Kur'an Seçebilirsen gel beri
(268, 189-5) Kitapları birbiriyle beraber anarken, Kur'an'ı seçer;
Abdal Pir Sultan'ım göğe süzüldü Sırat 'ıra üstünde nizam(?) kuruldu Mümin olan gaflet gulet
yazıldı Dört kitap içinde Kur'an'a benzer
(223, 144-5)
Mürşidlerin nutkunun kaynağı Kur'an'da bulunmalıdır. Ondan sonra kalbimizi yuyabilirler;
Tabii ol nutku Kur'an'da bula Mürşid gelip bizim kalbimiz yuya
(158,80-2)
Bir kısım şiirierinde Kur'an'dan, Hakk'ın kelamı, Hakk'ın kitabı diye de söz eder;
Dilde birdim, kalem tuttum elimde Hak Kelamı'nı söylerim dilimde
(123, 46-2)
Lanet île yezitleri taradım Hakk'ın Kitabi'nı açtım aradım
(153, 74-4)
Pir Sultan'ın şiirierinde Kitapların ismi verilmeden kullanıldığında da onların kutsal kitaplar
olduğu anlaşılır;
Hangi bir kitapta gördün yerini Tariksiz tercüman biliyor talib
(73, 29-2)
Pir Sultan, Kur'an'ın manasının bilinerek okunmasını söyler. Bilhassa sofuların bu konuda pek
de şuurlu olmadıkları kanaatindedir;
Oturmuş Arapça Kur'an okursun Gel bunun manasın ver indi sofu Ehl-i dil olmazsın irfan
içinde Gel bunun manasın ver indi sofu
418
Kur'an'uı bütünüyle söz konuşu edildiği şiirlerin yamsıra, bazı ayetlere ve surelere özel olarak
yer verilir, yahut ayn bir ehenuniyetle ele alınır; Bunlar da ihlas-ı Şerif, Yasin gibi surelerle
yedi Ayet'dir. Ve bu surelerden özellikle de thlas suresi'nden iktibaslar da yapar;
Hocam bana ilimleri sorarsa Hak Muhammed Ali deyü okurum Kur'an'ın kilidi îhlas-ı Şerif
Hasan ü Hüseyn'ı sevdim okurum
(117, 40-1)
Pir Sultan Abdsd'ım Kulhuvallahu ahad"
Can cesetten ayrılmıyor bir saat Dün ü gün zikrimdir Ali- Muhammed Seher vakti on iki
imam sen yetiş
(120, 51-4)
Mevla bir kula iman nasip etse onun Yasin'i kudretten okunur;
Yetmiş iki idik geldik bu yola Yalın kılıncı alınacak ele Mevlam iman nasip etse bir kula
Kudretten okunur anın Yasin'ı
(265,186-3)
Zaman zaman yirmisekiz harfi, yedi ayet'i anarak bütün bunların nefsini bilmenin yolunu
açtığım söyler;
Pir Sultan'ım söyler bu hikayeti Yirmisekiz harf, yedi ayet';
Nefsini bilmektir sözün gayeti Bilmeğe irfandan rehber isterler
(161, 83-6) Pir Sultan'a göre Alevî Bektaşi erkanında ayetler on iki erkanda okunur;
Cem'e varmak, murad almak nihayet On iki erkanda okunur ayet
(163, 86-2) Bazı şiirlerinde hurufatla ilgili unsurlara da rastlarız;
Hak'ran emir oldu dünyaya geldim Gözüm açtım mail oldum ol burca Arif oldum Hak
Kelam'ın söyledim Elif kaddim dal yazıldım ol burca
(234, 153-2)
Pir Sultan'm şiirlerinden anladığımız kadarıyla onda derin bir Kur'an bilgisinin var olduğunu
gösterecek pek çok hususlara rastlayabiliriz..
419
Melekler: Pir Sultan'ın şiirlerinde çeşitli vesilelerle meleklerden söz e-dilir. Genel olarak
melek kavramı verildiği mısralann yanı sıra özellikle dört büyük melek doğrudan ve dolaylı
olarak bazı şiirlerde yer alırlar. Bunlardan en çok Cebrail söz konuşu edilir.
Pir Sultan'ım bu ne demek Yerde insan gökte melek Hiç cahile çekme emek Devridir
Bektaşilerin
(185, 105-5)
Bir gece Muhammed evde yatarken Üç melek geldi nida getirdi Selman 'm şeklinde bir oğlan
girdi Ne güzel izzetle selam getirdi
(85. 8-1) Meleklerle birlikte feriştehlerden de söz edilir:
FeriştehZer île hubça görüştüm Arş yüzünden meleklere karıştım
(201, 121-4) Melekler bazen hurilerle anılır;
Pir Sultsm'uafaş eylemez bu sim Etrafımız almış ihlas/a peri Huri9 midir, melek midir her biri
Sanırım Cennet'e girdim bu gece
(240, 160-4) Pir Sultan canım melek canıyla, tenini Selman teniyle izah eder;
Canımız melek canıdır Tenimiz Selman tenidir
(268, 189-2) Bazı şiirlerinde melek kelimesini benzetme maksadıyla kullanır;
Hindidir yarimin kaşları hindi Bitmem melek miydi Arştan mi indi Bir su ver içeyim yüreğim
yandı Temmuz aylarında kar, sofa geldim
(297, 222-3)
Dört büyük melekten özellikle Cebrail'e özel önem vermektedir. Cebaril'i Hz.
Muhanuned'le birlikte anar ve ona rehber olduğunu söyler;
420
Halil Kabe yaptı oldu ya delil Varan vardı, varmayan kaldı melil Muhammedi rehber oldu
Cebrail Yine bir mürşide varmadan olma!.
(173, 96-4)
Muhammed dsm'dir bizim dimmiz Cebrail'i Emin'dir hem rehberimiz Tarikat altından geçer y
olumuz. Bîz mü'miniz. mürşidimiz. Ali'dır
(111, 34-4)
Şu dörtlüklerde de Cebrail'in dahil edildiği olaylardan bahis var;
Kağıdımı onama da gönderin Arş yüzünde CebraiTe indirin Kafirleri Cehennem 'e gönderin
Doğar nazlı nazlı İmam Hüseyin
(121, 44-3)
Geldi Cebrail'e buyruldu name Yazdılar yayıldı Urum'a Şam'a Yanınca bir geldi... Rum'a Şu
kevn-i mekan'a dolu geliyor
(1401, 62-2)
Cebrail, Hz. İsmail'e koç indirmesi vesilesiyle de Pir Sultan'ın şiirlerin-de yer alır;
Gelin kırklar gelin meyimden için Dünya tükenmeden özünü seçin Cebrail indirdi şu güzel
koç'un ismail'e inen kurbanı söyler
(318, 246-2)
Cebrail, büyük meleklerden Mikail ile beraber bir dörtlükte zikredilir.
Koyun eydür benim kuzum aldılar Beni hasret ateşine saldılar Cebrail, Mikail bile geldiler
Selman İmamların belin bağladı
421
Cehennem saf ası asi kul ister Cennet-i ala'don bize yol göster Cebrail, Mikail ol nazlı dostlar
Aman belden Cehennem'ın yolunu
(347. 179-2)
Pir Sultan Abdal'm şiirlerinde Azrail'in can alıcı olması ve kendi canım da almaşı hususu ile
yer alır.
Bir gün olur çıkarırlar evinden Allah'ın ismini koyma dilinden Kurtulamazsın A.xrsal'in
elinden Dünya kadar fendin olsa ne fayda
(235, 155-2)
Pir Sultan'un der varolan Anda günahlar görelim Azrail'den haber alalım Kendi canın alan
kimdir
(321-249,4)
Ahiret Alemi: Pir Sultan Abdal'm şiirlerinde ahiret ve ahiretle ilgili unsuriara sıkça rastlanır.
Bunlar; Cennet, Cehennem, Sırat köprüsü. Sur gibi terimlerle ifade edilir. O, bazen dünyadaki
mücadelesinde de, sanki bir ahiret tablosu çizer. Çünkü ona göre bu bir tür mahşer manzarası
'dır.
Sur çalınsın, halk celalsin Yezit meydana yıkılsın Senin aşkınla dökülsün Kanı hey Murtaza
Ali
(89, 11-4)
Ahiretle ilgili olarak; mahşer ve divan, mizan kelimeleri de beraber kullanılır;
Ulu mahşer olur divan kurulur
Suçlu suçsuz gelir anda derttir
Piri olmayanlar anda bilinir
Dönen donsun ben dönmezem y olumdan
(70,26-4)
Orda söyletirler bir bir adamı Katsın benim davam divan'a halsin
(205, 126-3)
Pir Sultan şiirlerinde; ahiret, SJlirete göç, mahşer günü, ahiret günü te-rimlerine de
rastlıyoruz;
422
Yar odur Ahrette şefaat ede Sadık yar insanı yola götürür
(320, 248-4)
Dayanı gör kardaş gönül gücüne Azığın yok mudur Ahret göçü*w
(108, 32-2)
Pir Sultan Abdal'ım iller men olur Dört kapıdan sana doğru el olur Dünyadan ahrete doğru yol
olur Verdiğin ikrarda durabilirsen
(183, 103-5)
Pir Sultan'in şiirlerinde ahiretle ilgili unsurlardan en fazla sözü edileni sırat ve sırat
köprüsü'dür;
Pir Sultan'ım bu nefesi haklayan Evliyanın gizli sırrın saklayan Sırat köprüsü'nun başın
bekleyen Birisi Muhammed birisi Ali
(92, 15-5)
Mürşidin nazarı müşkülü seçer Kamil olan talip Sırat'ı geçer
(161, 83-3)
Sırat ve mizan'ın birlikte anıldığı dörtlüklere de rastlıyoruz;
Sırat'ı mizan'ı anda geçtiler Benlik kalesini bunda yıktılar Al geydiler yaslanndan çıktılar
Geceleri Kadir, Bayram günleri
(252, 172-6) Sırat köprüsü kıldandır, yahut kıldan incedir;
/ki melek gelir sual sorarlar Dökerler hurcunu gevher ararlar Bir kılın iistüne köprü kurarlar
Geçemezsin Hakk'a kul olmayınca
(252, 151-6) Ahiret'ten söz edilirken Sekiz Uçmak'tan da bahsedilir;
Sekiz derler sol Uçmak'ın kapışı Hakk'a doğru açılırmış hepisi Korkusun çektiği Sırat köprüsü
Hakk'a doğru varan kullara neyler
423
Kaza ve Kader: Pir Sultan Abdal'm şiirlerinde hakim olan itikadî unsurlardan biri de kader'e
iman konusudur. Onun bütün şiirlerinde, bir ayırım yapmadan, kader ve alın yazışma
inanışınım derin izlerim görürüz. Bunun sonucunda da kendince bir tevekkül anlayışı
oluşmuştur. Kaderle ilgili te-lakkilerine bağlı olarak daha çok "takdir" kelimesin! kullanılır.
Pir Sultan'un Allah Allah diyelim Gelin nikahım elden koyalım Takdir böyle imiş biz ne
diyelim Beklerim yolların gel efendim gel
(65. 20-6)
İbadet: Kelime-i Şahadet (Kelime-i Tevhid): Pir Sultan'm manzumele-rinde yer yer Allah'ın
bîrliği'ni ikrar ediş ifadelerine sıkça rastlıyoruz. Bunu o, Hakk'm birliğini birlemek ve tevhit
duası terimlerim de beraberce kulla-narak ifade etmektedir.
Söyler Pir Sultan'un söyler Hakk'ın birliğTm birler Doğmuş bu (deme Nurlar Nur Muhanuned
AU'nindir
(112,35-5)
Mümin müslim diz üstüne gelincek Tevhit duası da tamam oluncak Hakk'ı seven ayak kalsın
deyincek Bu da erenlerin güzel halidir.
(164, 86-6)
Namaz: Pir sultan'uı şiirlerinde genel olarak ibadet kavramı yer yer işlenirken, hususen
namazla ilgili unsurlara daha çok yer verilir;
Oturup benimle ibadet kıldı Yalan söyledi de yüzüme güldü Yalın kılıç olup üstünle geldi
Çaldı bölük bölük böldü fert beni
(258, 178-2)
Onun bazı dörtlüklerinde şair tam mümin gibi ibadetin, namazın kılın-ması, hatta kazaya
bırakılmadan eda edilmesinin şuuru içindedir;
Pir sultan Abdal'ım ölürüm deme Kıl beş vakit namaz kazaya koma
Sakın bu dünyada kalırım deme Tenim teneşirde özüm sağdadır
424
Gelin zikr edelim ganî Huda'sın Müminler kılar beş vakit edasın
(304, 230-3)
Şair gönülden bağlı bulunduğu Hz. Ali'nin, çok zor şartlar altında bile beş vakit Namaz'in
farzlarım kıldığının şuurundadır;
Kaç pir gördün ser-çeşmenin gözünde Melekler çağrışır arşın yüzünde Zülfikar belinde Nil
denizi'nde Beş vaktin farzım kılan kim idi
(259, 179-3)
Pir Sultan'in şiirlerinde namaz, biraz da Alevi-Bektaşi yolunun büyükleri ile ilgili olarak ele
alınır:
Dan çeç üstünde namazın kılan
Allah bir Muhammed Ali 'dır Ali
(93, 16-1)
Çıkmadı can kazılmadı mezarda O canın namazın kılanlar gelsin
(303, 228-4)
Nefis ile verilen mücadele de bir gazada. Ve gaza eden de, bir gazidir. Nefsi ile mücadele
etmeyenler gaza namazım kılmış sayılmazlar;
Nefse uyan Hakk'a uymuş değildir Gaziler namazın kılmış değildir
(232, 151-2)
Hz. Ali'nin beş vakit namazım tam kıldığı çeşitli vesilelerle dile getirilir.
Kanı bizden evvel gelen Beş vaktini tamam kılan On parmağı pınar olan El Muhammed
Ali'nınA'r
(111, 35-2)
Namaz, bazı dörtlüklerde, tabiat taklidi seslerle aliterasyonlu mısralar oluşturularak dile
getirilir.
Baz bazınan kaz kazınan Vaz vazınan vız vızınan Beş vakti bir niyazınan Kıldım sanma
kılamadın
425
Pir Sultan Abdal'in şiirlerinde namazla ilgili diğer hususlara da sıkça yer verilir. Bunlar da;
abdest, ezan, müezzin, secde v. s. dir
Alınmış abdestım aldırırlarsa Kılınmış namazım kıldırırlarsa
(137. 59-5)
Sabahınan kalktım Ezan okunur Ezan sesi kulağıma dokunur Duyar düşmanlarım kına yakınır
Uyan Muhammed'ım sinem bülbülü
(49. 12-1)
Allah'ım cömertsin, cömertsin Halil gelsin hülle donu biçilsin Rabbin uyumazken sen ne
uyursun Doğdu seher vakti, kalk hacet dile
Evliyalar enbiyalar bilüşür Müezzinler Allah Allah çağnşur Gökte aziz Melaikler segrişür
Doğdu seher vakti, kalk hacet dile
(243. 163-3)
Göl içinde çarhı döner Susuzluktan bağrı yanar Müminler secdeye iner Seyir var seyir içinde
(82, 5-5)
Pir Sultan Abdal'in şiirlerinde "Sabah Namazı", çoğu zaman vakit bildirmek maksadıyla
kullanılır;
Ankara'dan çıktım sabah namazı Bize yol vermiyor aşmağa dağlar Yetiş Seyit Battal, Hüseyin
Gazi Bize yol vermiyor aşmağa dağlar
(308, 235-1)
Oruç ve Hacc: Pir Sultan Abdal'ın şiirlerinde az da olsa oruç ve hacc'ia ilgili unsurlara da
rastlamaktayız;
inşallah Yezit'w nesli kırılır Mümin olan hak cemine derilir Bir orucun bin bir hacca yazılır
Oruç tutan ebed mahrum kalmadı
426
Demek oluyor ki Pir Sultan Abdal; Amentü'ye tam bağh, imanının tam olduğunu belirtirken;
Islamın Şartlanndan olan; Kelüne-i Şahadet, Namaz, Oruç, Zekat ve Hacc hakkında da tam
islam'ın emrettiği şekliyle yapılma-sından yana olduğu hakkında bilgiler vermektedir. Bu
bilgiler de göstermektedir ki, kültürümüzde yer alan her kişiyi, başkaları tarafından
yorumlanan şekliyle değil de, bizzat onun eserlerinde başlayarak değerlendirmelerimizi
yapmamız gerekmektedir. Ancak bizler, bu şekilde doğruyu, millî birlik ve beraberliği
beraberce yaşayabiliriz.
17. KUL HtMMET
XVI. yy.ın ikinci yansıyla XVII y.y.'ın başlannda yaşadığı tahmin edilen Kul Himmet, Alevi
Bektaşi şairierinin önemli isimlerinden birisidir. Tür-besi; Tokat'ın Alamus ilcesine bağh
Varzıl/Görümlü Köyündedir. Torunlan hala bu köyde yaşamaktadırlar. Burada bulunan
Şahinli aşireti Kul Himmet'in ocağıdır. Ölümünün ne zaman ve nasıl olduğu hakkında
elimizde belge yoktur. Fakat kendi köyünde yattığı düşünülürse, normal bir ölümle hayata
gözlerim yumduğu kuvvetle muhtemeldir.
Daha yaşarken Alevi Çevrelerinde büyük bir şöhrete kavuşan Kul Himmet, Pir Sultan'ın
etkisinde kalan güçlü bir sanatçıdır. Nefesler, düvaz imamlar. destanlar, ağıtlar söyleyen Kul
Himmet, mükemmel bir tekke öğrenimi görmüş edebiyat bilgileri, islam tarihi, evliya
menkabeleri, tarikat kuralları gibi çağının kültür ve bilgisin! iyi bilmektedir. Sanat gücü
yanında siyasî girişimlerinde ise, adı etrafinda bazı efsanelerin oluşmasına yol açmıştır.
Hemen hemen her cönkte bir iki nefesi yazılıdır. Ona karşı duyulan bu geniş bir sevgi
sonunda XIX. Yy.da yetişen bir aşık, onun adım mahlas olarak almıştır. (Kul Himmet
Üstadım) Şiirleri kitap haline getirilmiştir.456 Şimdi Onun Nefes lemiden birkaç örnek
vermeye çalışalım:
NEFES l
Yolcu oldum yola düştüm, Yollarım Ali çağırır Bülbül oldum gül'e düştüm Gül'lerim Ali
çağırır
Bulut oldum göğe ağdım Yağmur olup yere yağdım Coşkun sularla çağladım Sellerim Ali
çağırır
427
Bir zaman türaba yattım Türlü çiçeklerden bittim Arı ile çok bal yaptım Ballarım Ali çağırır
Bu haneye mihman gelmişim Kah ağlayı kah gülmüşüm Bahr-ı ummana dalmışım Göllerim
Ali çağırır
Kul Himmetim aşka düştü Aşk deryası boydan aştı Virdimiz Aliye düştü Dillerim Ali çağırır
Seyyah olup şu alemi gezerim
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Kendi efkanmca okuryazarım
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Bozuk şu dünyanın temeli bozuk Tükendi doneler kalmadı azık, Yazıktır şu geçen ömüre
yazık Bir dost bulamadım gün akşam oldu
tki elim gitmez oldu yüzümden Ah ettikçe yaşlar gelir gözümden Kusurumu gördüm kendi
ölümden, Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Kul Himmet üstadım ummana dolam Gidenler gelmedi bir haber alam Abdal oldum şal
giyindim bir zaman Bir dost bulamadım gün akşam oldu
18. MUHYtDDtN ABDAL
Muhyiddin Abdal, XV. yüzyılın sonları ile XVI. yüzyılın ilk yansında yaşadığı tahmin
edilmekte, fakat hayatı ve kişiliği hakkında fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak S. N.
Ergun, şairin Otman Baba(öl. 1477-78) veya onun müridi Akyazılı Sultan'a bağlı
olabileceğim söylemektedir Nitekim şairinuzin bir şiirinde de Akyazılı Sultan ismi
geçmektedir.
428
"Bize ser-leşker olmağa Şah-ı Kerem Ali gerek Mürşiddir rehber olmağa Adem Akyazılı
gerek"
Kendisinin küçük boyda yazma bir Divan'ı457 vardır ki, bunda; samimi duygularla ve hece
vezni île "hurufîlik yolunda yazdığı şiirleri yer almaktadır." w
Şairin Çöke köyündeki türbesi Aleviler tarafından ziyaret edilmektedir. Şimdi de
şairimizden birkaç örnek vermeye çalışalım:
l
Acep dosttan bize nazar ola mı Dost île asıllu basar ola mı
Gönül olur yine hükmün yürüden Gönülden gönüle gezer ola mı
Eksiklü kul olan bilür günahın Gönülde suçunu sezer ola mı
Hayale düşüp nefse uymak olmaz Nefse uyan yoldan azar ola mı
Erenler sözünü pişürü Erin nutkun candan sezer ola mı
Muhyiddin/an.ğ ol sözü uzatma Söyledikçe bu söz uzar ola mı 2.
insan insan derler idi insan nedir şimdi bildim Can can deyu söyler idi Bu can nedir şimdi
bildim
Kendüzünde buldu bulan Bulmadı taşrada kalan Müminin kalbinde olan îman nedir şimdi
bildim
Takva ehlinin sattığı Müminlerin ok attığı Münkirlerin şekkettiği Güman nedir şimdi bildim
••" Divai/m bir nüshası, istanbul Millet Kütüphanesi, Ali Emin Bol. nü. 395/1'dedir. "r Bu
konuda bir doktora çalışması yapılmıştır.
429
Bir kılı kırk yardıkları Birin köprü kurdukları Erenler gösterdikleri Erkan nedir şimdi bildim
Sıfat ile zat olmuşum Kadr ile berat olmuşum Hak ile vuslat olmuşum Mihman nedir şimdi
bildim
Muhyiddin eder Hak kadir Görünür her şeyde hazır îyan nedir pinhan nedir Nişan nedir şimdi
bildim 3.
Şükür elhamdülillah Kara sakal ağardı Gördüm dağlar basında Ağırup kar yağardı
Eskisi sürüldü gitti Geldi yenisi yendi Ekilen yerden bitti Yer yaşardı göğerdi
Yetti yerin nebatı Görüldü zulmatı İrdi Hızır hayatı Can bostanın suvardı
Urdu can baş terkisin Çekmez ölüm korkusun Açtı gaflet uykusun Gönül gözün uyardı
Sümbül nergis benefşe Aşık oldu bu nakşe Bunlar Hakk'a yüz tutup Her dem boynun eğerdi
Sultana irdi kuldan Aşık oldu gönülden Muhyiddin can ü dilden Erenleri severdi
430
G. XVn. Yüzyıl Dini-Tasavvufi Türk Edebiyatı Mutasavvıfla-nndan Birkaç Örnek
XVII. yüzyıl Osmanlı devletinin siyasî ve ekonomik alanlarda gerilediği devirdir. Buna
rağmen kültür, sanat ve edebiyat hayaü gelişmesin! devam ettirmiştir.
Klasik Türk şiiri ahenk ve incelik bakımından bu asırda biraz daha o-turmuş ve
güzelleşmiştir. Asnn divan şiiri asırlardan beri örnek alınan îran şürinden geri sayılamayacak
bir olgunluğa erişmiş ve iran edebiyatım ciddi bir şekilde geri bırakmıştır.
Bu yüzyılın Türk şiir sanatı, asırlardan beri bilhassa Türkçe söyleyiş bakımından hayli yerli
ve millî bir istikamet almıştı. Kullanılan Türkçe kelimelerin, Türkçe deyimlerin ve halk
söyleyişlerinin bu arada Türk şiirine has bir seslendirişin bu şiire verdiği çehre şüphesiz millî
idi. Artık edebiyatımızda bir Fuzulî Mektebi, bir Baki Mektebi, hatta bir Ruhi Mektebi
meydana gel-mişti.
Bu devirde Nefî Türk kasideciliğine bir canlılık ve heybet getirmiş, Türk divan şiirinin seri
halde, en ahenkli kasidelerim söylemeye muvaffak olmuştu. Yahya, Naili ve Nabî gazel
sahasında güzel örnekler vermişlerdi. Asnn ikinci yansında bir tefekkür edebiyatı çığın açan
Nabi ve mesnevî edebiyatına yeni konular getiren Nevizade Ataî XVII. yüzyılın zirvelerinde
bulunan isimlerdendir. Diğer mühim şairler Şeyhülislam Bahai, Fehim, Neşatî ve Haleti'dir.
Nesirde Katip Çelebi, ve Evliya Çelebi yetişmiştir. Devrin tarihçileri Naima ve Peçevîdir.
XVII. yüzyılda Osmanlı sahası halk edebiyatı büyük gelişme ve genişleme göstermiş, en
parlak durumuna gelmiştir. Asker ocaklannda, kalelerde, serhadlerde, kahvelerde, saray ve
konaklarda, kasaba ve köylerde pek çok saz şairi yetişmiş, usta sanatkarlar çıkmıştır. Halk
hikayeciliği, meddahlık, halk tiyatrosu (orta oyunu) ve karagöz büyük rağbet kazanmış, bu
sahalarda zengin eserler ortaya çıkmıştır. Halk edebiyatı ve sanatı yüksek zümre arasında ilgi
uyandırdığı gibi, saz şairleri de anız vezniyle eserler vermişlerdir, îki zümre edebiyatı
arasında bir yakınlaşma görülmektedir. Halk şiirinin nazım şekilleri ve halk edebiyatının
nevileri bu asırda belirli kaideleriyle tamamlandığı gibi, saz şiirinin en büyük şairleri de bu
asırda yetişmiştir. Karacaoğlan, Aşık Ömer ve Gevheri yalnız bu asnn değil, bütün halk
şiirinin yüksek üstat-lan olarak kabul edilirler.
XVII. yüzyılda, iran ve Azerbaycan bölgesinde, Türk edebiyatının gerek nazım gerek nesir
türierinde çeşitli eserler veren şair ve yazarlan da vardır. Ancak bunlar, geçen asırlann büyük
şöhretleriyle boy ölçüşebilecek seviyede değildirler. Bunlar arasında Azeri şair Saib'in mühim
bir yeri vardır. Fakat eserierinin büyük bir kısmım Farsça yazmış olması Türkler arasında
şöhret kazanmasını engellemiştir.
431
Asnn, sonradan Saib'e yakın bir şöhret kazanarak üstad tanman başka bir önemli şairi de
Te'sîr mahlasıyla şiirler söyleyen Mirza Muhsin'dir. Şiirlerim daha çok Farsça söyleyen bu
şairin Türkçe gazelleri de vardır.
Melik Bey Avcı da XVII. asır Azerî Türkçesi edebiyatının mühim bir şairidir. Bu şairin
Klasik Azeri lisanına mümkün olduğu kadar halk söyleyişlerim getirmeye çalışması, onun
dikkate değer bir tarafıdır.
Orta Asya Türk edebiyatı, XVII. asırda artık yükseliş devrini tamamlamış ve Asya
Türklüğünün genel, talihsiz, sosyal hayatma uygun bir yolda gerileme devrine girmiştir. Bu
asırda Orta Asya Türk edebiyatının büyük ismi ve eser bırakmış tek mühim şahsiyeti Ebul-
Gazi Bahadır Han'dır. Onun Şecere-i Terakime ve Şecere-i Türk adlı eserleri ehemmiyetlerim
hala muhafaza etmektedir.
Bu asnn Orta Asya Türk edebiyatına bakarken Özbek şairi Allah Yar'ı unutmamak gerekir.
Tekke mensupları arasında saygı ve ilgi gören bu sofî şairin tasavvufi ve ahlakî şiirleri vardır.
Bunlar arasında en tanınmışı, devrinin Özbek Türkçesiyle yazdığı Sebatü'l Acizîn adlı
didaktik manzumedir. Bu eserinde Fars diliyle yazılan eserlerden Türk dostların şikayetçi
olduğunu ve imana aid eserlerin Türk dili ile yazılmasından gönüllerin haz duyup
ferahlayacağım söyleyecek kadar, Türk dili şuuruna sahip bulunuyordu.
XVII. yüzyılda günlük hayattan alınmış bazı konuların Dini-Tasavvufi Türk edebiyatı
eserierinde yer aldığı, işlendiği görülmektedir. Bu durum balangıçta biraz yadırganmış ise de,
sonradan normal bir seyir halinde devam etmiştir. Yani günlük olayların dinî muhitlerde
vücud bulan tasavvuf? eserlerde yer almasına, ilk önce, medreselerden tepki geldi ise de, bu
durum bir " medrese-tekke çatışması" şeklinde nitelendirildi. Aslında Tekkelerde gelişen
"tasavvufi hareketler ve eserler" tamamen halkın yaşayış biçiminde bir ekol oluşturmaya
çalışıyordu. Yani tekkeler, halkın kendilerinin anladıkları dil\e İslam dinim ve tasavvufi
kuralları daha şeffaf bir şekilde anlatmaya çalışıyorlardı, fakat bu durum medrese
taraftarlannın pek işine gelmiyordu. Bu asnn belli başlı mutasavvıflanndan bazıları: Adem
Dede, Niyazi-i Mısrî, Zelili, Akkirmanlı Nakşi, Oğlanlar Şeyhi ibrahim, Elmalılı Sinan
Ümmi, Geda Muslu, Kul Nesimi, Ümmi Sinanzade, Sun'u'llah Gaybi.. vb'lerdir. Şimdi
bunlardan birkaç örnek verelim:
19. SİNAN ÜMMt
Asıl adı Yusuf Sinan'dır. Daha çok Sinan Ümmî adıyla tanınır. Bu bakımdan daha önce
yaşamış olan Ümmî Sinan'la karıştırılır. Ünlü mutasavvıf Niyazî-i Mısrî'nin şeyhidir.
Halvetiyye tarikatmm Yiğitbaşı koluna mensuptur. Şeyhi Eroğlu Nuri'dir. Eroğlu Nuri'nin
vefatı üzerine hilafet seccadesine geçmiştir.
Şiirlerim hece ve anzlu yazan Sinan ümmî bir eğitimci yaklaşımıyla şiir-lerinde sanat
gayesinden uzaktır. Bu itibarla dili oldukça yalındır.
432
Kutbu'l-Me'anî adlı bir esenliden daha bahsedilirse de şu an için elimiz-de 200 kadar şiirden
oluşan bir Divan'ı vardır. Bu divan ve divandan seçmeler, değişik zamanlarda Latin harflerine
çevrilerek yayımlanmıştır.
Gelin Allah diyelüm Görelüm neyler Allah Mürvetine göynelim Görelüm neyler Allah
Gündüz saim olalum Gece kaim olalum Zikre daim olalum Görelüm neyler Allah
Adın alalum aile Bülbül olalum güle Allah diyelüm hele Görelüm neyler Allah
Birgün bundan göçile Ol Hazret'e suç ile Umaruz yol geçile Görelüm neyler Allah
Hak diyelüm hepisin Yakmayalum yapısın Bekleyelüm kapısın Görelüm neyler Allah
Ko bu güni yarını Dünyanun hazarım Umagör didanni Görelüm neyler Allah
Ümmî Sinan yol budur Söyleyene dil budur Evvel ahir bil Hu 'dür
460
Görelüm neyler Allah
20. NÎYAZÎ-İ MISRÎ
1618 yılında Malatya'nın Soğanlı köyünde dünyaya geldi. Asıl adı Mehmet'tir. Babası
Soğancızade lakabıyla tanınan Ali Çelebi adında sonradan Malatya'ya yerleşmiş ve
Nakşibendiye tarikatına intisap etmiş biridir.
Küçük yaşlarda medrese eğitimine başlayan ve bu arada tasavvufa da ilgi duyan Niyazî-i
Mısrî, Malatya'daki Halvetî şeyhlerinden Hüseyin Efendi-
433
ye intisap etmiş ve halvete gü-imiştir. Şeyhinin de iznini alarak Diyarbakır, Bağdat ve Kerbela
yoluyla Mısır'a geldi ve yirmi bir yaşlannda Kahire'de bir Kadirî şeyhine bağlandı. Tahsil ve
terbiyesini Mısır'da tamamladığı için Mısrî lakabım aldı ve bu isimle şöhret buldu.
Gördüğü bir rüya üzerine Mısır'dan îstanbul'a geldi, oradan da Bursa'ya geçerek Ulucami'de
vaazlar verdi. Bir ara Uşak, Kütahya ve Elmalı'ya gitti. Elmah'da Sinan Ümmî ile tanıştı. 1665
yılında Sadrazam Fazıl Ahmet Paşanın daveti üzerine Edime'ye gitti. Şeyhi Uşaklı Mehmet
Efendinin vefaü üzerine Halvetiyye'nin Mısriyye kolunu kurdu. Kendine ve tarikatına atılan
iftiralar neücesinde 1673'te Rodos'a, ardından da Gelibolu'ya ve 1667'de de Limni Adasına
sürüldü. 15 yıl sürgün hayatı yaşadıktan sonra affa uğrayarak Bursa'ya döndü. Ancak Bursa
kadısının şikayeti üzerine tekrar Limni'ye gönderildi, îki ay sonra 1692 yılında burada vefat
etti.
Arapça ve Türkçe çok sayıda manzum ve mensur eseri bulunan Niyazî-i Mısrî aruzla yazdığı
şiirlerde Nesîmî ve Fuzulî; hece ile yazdıklannda ise Yunus Emre etkisinde kalmıştır.
Eserlerinden bazıları şunlardır: Divan, Risa-le-i Vahdet-i Vücüd, Sure-i Yusuf Tefsiri, Şerh-i
Nutk-ı Yunus Emre, Şerh-i Esma-i Hüsna, Mektubat, Divan-ı İlahiyat, Risaletü't-Tevhid,
Es'ile ve Ecvibe,461 Risale-i Devriye462.. vb'lendu. 463
Uyan gafletten ey naim Hakk'a yalvar seherlerde Döküp acı yası daim Hakk 'a yalvar
seherlerde
Kapısında durup her bar Yüzün dergahına tut var Yürekten kıl demadem zar Hakk 'a yalvar
seherlerde
Gel ey miskin-i biçare Dolaşıp gezme avare Dilersen derdine çare Hakk'a yalvar seherlerde
Açılır bab-ı Sübhanî Çekilir han-ı Sultanî Dökülürfeyz-i Rabbani Hakk 'a yalvar seherlerde
461 Güzel, A., Sual ve Cevab Yoluyla Tasavvufun TariE, Türk Kültürü Araştırmaları, I.,
Kafesoğlu
Annğanı, Ankara 1985, a. 289-306. ws Güzel, A., Niyazi-i Mısii'nin Gözden Kaçan Bir
Eseri(Risale-i Devriye), Türk Kültürü Araştırmaları
434
Sihirlirdi açılır gül Amnçün zar olur bülbül Uyanıp derd ile ey dil Hakk'a yalvar seherlerde
Seherde kaücuban her gah Yüzün yere şurup kıl ah Ere lütfü zona nagah Hakk'a yalvar
seherlerde
Seherde uykudan uyan Niyazi durma derde yan Ola kim erişe derde derman Hakk'a yalvar
seherlerde
21. OĞLANLAR ŞEYHÎ İBRAHİM EFENDİ (1591-1655)
Eğridereli zengin bir tüccarın oğlu olarak dünyaya geldi. Genç yaşta îs-tanbul'a gelerek
Halveti şeyhlerinden Eğrikapı zaviyesi şeyhi Hakikîzade Osman Efendiye intisap etti. Yedi
yıl kadar süren sülük devresinden sonra Aksaray'daki Gavsi tekkesine halife oldu. Daha sonra
Oğlanlar Tekkesi adım alan bu dergahta ölene kadar irşad görevinde bulundu. Çağdaşı Aziz
Mahmud ve Hüseyin Lamekanî'den feyz aldı. Halifesi Kütahyalı Sunullah Gaybî, İbrahim
Efendinin sözlerim kaydederek Sohbetname adlı eseri oluş-turdu. Bu eser onun hayatı ve
düşünceleri için tek başvuru eseri oldu. Tasavvufname veya Vahdetname adıyla anılan eserim
20 yaşlannda yazdı. Bundan başka şiirlerim topladığı Divan'ı bulunmaktadır. En güzel şiiri de
tasavvuf tariflerinden oluşan TasavvufManzumesi'du. Bundan başka Müfid ü Muhtasar adlı
tasavvuf? mahiyette bir manzum eseri daha vardır.
Hak nefesin menbaı adem durur bilürüz Adem olan bu deme hemdem durur bilürüz.
Vele kad kerremnaya bu ayet-i kübraya însan-ı kamil ism-i a 'zam durur bilürüz
Bir vücüddur dil alem hayatidur bu bir dem Ademde sırr-ı alem adem durur bilürüz
Müşkil işdür arife bu güci fetheylemek Bu ukdeyi halleden kıdem durur bilürüz
Ucb u kibre yar olmak anasırun işidür Anasıra yar olan pür-gam durur bilürüz
Adem cümle esyaya bil can mesabesinde Adem cümle esyaya Hatem
435
durur bilürüz
Her nefes çünki Hak'dür cana beden tuzakdur Ruhanî mi'rac iden mahrem durur bilürüz
Sol can içinde Hak bil genci gizlenmiş durur Ol can ile ibrahim ebsem durur bilürüz
Her gevherin kanım İnsan içinde iste Bu remzin beyanım Kur'an içinde iste
Dem bu demdür dem bu dem Gel ödeme ol hemdem Nîdügün ism-i a'zam irfan içinde iste
Talih isen gevhere Sal sözini bu bahre Dürr-i girim mayeyi Umman içinde iste
Ak kara gördüm diyü Düşte kalup aldanma Günmanı ko nurum iyon içinde iste
Dil tahtınım hanım Canlarun cananım Saadet çevganını Meydan içinde iste
Derviş sen bu sözleri Akl ile bilemezsin Gerçeklerim remzini irfan içinde iste464
H. XVIII. Yüzyıl Dinî-Tasavvufi Türk Edebiyatı Mutasvvıflanndan Birkaç Örnek
XVIII. yüzyıl Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı açısından bir duraklama dönemidir. Devletin
bütün kurumlannda olduğu gibi bu edebiyat içinde de bir iniş gözlemlenmektedir. Şeyh Galip
hariç, geçmiş yıllar ayannda yeni eserler verilmez olur. Büyük ve yaygın tarikat çevrelerinde
verilen eserler geçmişi tekrarlayan popüler eser olmaktan ileri gidemezdi. istanbul, Bursa
436
gibi kültür çevrelerinde Yunus tarzı ilahî geleneği sürdürülür. Cönk ve mecmualarda Yunus
ve onu takip edenlerin ilahîlerinin yanısıra Alevî-Bektaşî nefesleri dikkat çekici ölçüde
çoğalır.
Bursalı ismail Hakkı, Gülşenî tarikati şeyhlerinden Sezaî, Keşanlı Şeyh Zatî, Üsküdarlı Şeyh
Zekaî, Diyarbekirli Ahmet Mürşidî ve Erzrumlu ibrahim Hakkı bu asırda dikkat çeken başlıca
isimlerdir.
Bunlardan başka Mahvî, Mehmet Nasühî, Mehdî, Hasan Senaî, Mustafa Azbî, Mustafa
Nuzülî, Kul Şükrü, Derun Abdal, Kasım Dede, Şeyh Halil Kaygulu vd. sayabiliriz.
22. ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI
ibrahim Hakkı, 1703 yılında Erzurum'un Hasankale kazasında doğdu. Erzurum'da okudu ve
mensup olduğu medeniyetin bütün dillerim ve ilimlerim öğrendi. Kayın babası ve şeyhi olan
ismail Fakirullah'ın dergahına yerleşmiş ve onun yerine şeyh olmuştur. 1772'de Tillo'da
ölmüştür.
Araştırmacı ve mutasavvıf bir kişiliğe sahiptir. On beş eseri vardır. En tanınmışları; îlahîname
adlı Divan'ı ve Marifetname isimli kitabıdır.
Failatün/Failatün/Failün
Merhaba ey aşk-ı bakî merhaba / Pür-vefasm pür-vefasın pür-vefa
Gel salın gönlümde ey can-ı cihan Dil-rübasın dil-rübasın dil-rüba
Çarh-ı dilde mihr ü mühimsin benim Mehlikasın mehlikasın mehlika
Evvel ahir yar-ı ganmsın benim Can-fezasın can-fezasm can-feza
Mübteda-yı cümle eşyaya iyan Müntehasın mümtehasın mümteha
Senden oldu har ü gül hem hak ü zer Kimiyasm kimiyasın kimiyĞ
Vasıl eylersin kulu Mevlasına Reh-nümasın reh-nümasın reh-nümö
Halktan bigane olmuş aşıka Aşinasın aşinasın aşina
Hakkı Hak'dan gafil olmazsın müdam Pür-safasın pür-safasın pür-safö.
437
İlahi
Hak serleri hayr eyler Zannetme ki gayr eyler Arif anı seyr eyler Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Sen Hakk'a tevekkül kıl Teslim ol ve rahat biti Her işine razı ol Mevla gürelim neyler
Neylerse güzel eyler
Hep işleri faiktır Birbirine layıktır Neylerse muvafıktır Mevla görelim neyler Neylerse güzel
eyler
Sen adli zulüm sanma Teslim ol oda yanma Sabr eyle sen usanma Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Dilden gamı dür eyle Canınla huzur eyle Tevfîz-i umur eyle Mevla görelim neyler Neylerse
güzel eyler
Hakk'ın olıcak işler Boştur gam u teşvişler Ol hikmetim işler Mevla görelim neyler Neylerse
güzel eyler
Bil kadî-i hacatı Kıl ana münacdtı Terk eyle muradatı Mevla görelim neyler Neylerse güzel
eyler
Bir işi murad etme Olduysa inad etme Hak'tandır o reddetme Mevla görelim neyler Neylerse
güzel eyler.
438
Sen halk île yarılma Bu nefs üe hem kalma Kalbinden ırağ olma Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Hiç kimseye hor bakma İncitme gönül yıkma Sen nefsine yan çıkma Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Mü'min işi reng olmaz Akil huyu ceng olmaz Arif dili teng olmaz Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Gönlüm hakk'aperg eyle Takdirim der eyle Tedbirim terk eyle Mevla görelim neyler Neylerse
güzel eyler
Hoş sabr-ı cenülimdir Takdîr-i kefilimdir Allah ki vekîlimdir Mevla görelim neyler Neylerse
güzel eyler
Hallak-ı rahîm oldur Rezzdk-ı kerîm oldur Fa'al-i hakîm oldur Mevla görelim neyler Neylerse
güzel eyler
Ceh mutu vü geh mani Geh zar ü geh nafi Gen dafi vü geh rahi Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Her kuluna her anda Geh kahr ü geh ihsanda Her anda o bir şanda Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
439
Geh bay eder geh miskin Geh hurrem ü geh gamgîn Geh şuh u gehi sengtn Mevla görelim
neyler Neylerse güzel eyler
Geh abdin eder &rif Geh eymen ü geh harif Her kalbi odur s&rif Mevl& görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Geh kalbim, boş eyler Geh hulkunu hoş eyler Geh ışkını düş eyler Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Her dilde anın adı Her canda onun yadı Her kuladır imdadı Mevla görelim neyler Neylerse
güzel eyler
Naçar olıcak yerde Nagah açar ol perde Derman eder ol derde Mevla görelim neyler Neylerse
güzel eyler
Az ye az uyu az iç Ten mezbelesinden geç Dil gülşenine gel göç Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Geçmişle geri kalma Müstakbele hem dalma Hal ile dahi olma Mevla görelim neyler Neylerse
güzel eyler
Her dem anıfîkr eyle Zırekliği koy şöyle Hayranlığı bul böyle Mevla görelim neyler Neylerse
güzel eyler
440
Gel hayrete dal bir yol Kendin unutanı bul Koy gafleti hazır ol Mevla görelim neyler Neylerse
güzel eyler
Her sözde nasihat var
Her şeyde ne ztnet var
Her işte ganîmet var
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Hep remz ü işarettir Hep remz ü beşarettir Hep ayn-ı iyanettir Mevla görelim neyler Neylerse
güzel eyler
Her söyleyeni dinle Ol söyledeni anla Hem eyle kabul-i canla Mevla görelim neyler Neylerse
güzel eyler
Bil elsine-i halkı Aklam-ı Hak ey Hakkı Öğren edeb ü hulkı Mevla görelim neyler Neylerse
güzel eyler
Vallahi güzel etmiş Billahi güzel etmiş Tallahi güzel etmiş Allah görelim n 'etmiş N'etmişse
güzel etmiş465
23. ÜSKÜDARLI HAŞÎM
Haşim Baba unvanıyla da tanınan Üsküdarlı Haşim, Celveüyye tarikatı-nin Haşimiyye
kolunun kurucusudur. 1718 yılında Üsküdar'da dünyaya gelmiş olup Babası Celvetî tarikatı
Bandırmalızade tekkesinin şeyhi Yusuf Nizamettin Efendi (ölm. H. 1166)dir. Haşim Celvetî
kültürü içinde yetişmekle birlikte Bektaşîliğe meyledip Mısır Kasru'l-ayn'daki Kaygusuz
Abdal Bektaşi tekkesi şeyhi Hasan Baba (ölm. 1756)ya intisap etti. Bu muhabbetle Hacı
Bektaş'ta bulunan Bektaşi asitanesine giderek orda dört yıl kaldı. Bir ara dedebabalık
yapmışsa da Bektaşilerin karşı çıkması üzerine bu görevinde fazla kalmamıştır. Çok yönlü
kişiliğinden dolayı değişik çevrelerde bulun-
441
muş; ancak ne Bektaşilere Bektaşîliğim, ne de Celvetilere Celvetiliğini kabul ettirebilmiştir.
Vefatından sonra mensupları Haşimiyye adıyla bir tarikat nisbet ettirmişlerdir.
Bandmnalızade tekkesi de bu tarikatın asitanesi olarak faaliyet göstermiştir.
Oı'van'ındaki 198 şiirinden 186'sı aruz vezniyledir. Bu sebeple Haşim bir aruz şairidir.
Ancak diğer mutasavvıflar gibi Haşim'in de aruzda başarılı olduğunu söyleyemeyiz. Şiirdeki
diğer estetik unsurlarda da Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatmın klasik kabullerinden
ayrılmamıştır. Şiirlerinin tamamı din ve tasavvuf konusundadır.
Üsküdarlı Haşim, Üsküdarlı Haşim Baba, Haşim Baba, Üsküdarî mah-laslanyia tanınır.
Divan, Varidat, Anka-yı Maşrık, Devriyye-i Ferşiyye başlıca eserleridir.466
Failatün/ Failatün/ Failatün/ Failün
Zat-ı Hak sırr-ı müsemma zahir üye ism-i ışk Aşikarı oldı anunçün rah-ı Hak'da bî-riy&
Aşık u ma 'şük ışkun vahdetine Haşima îrmeyince zahir olmaz sırr-ı tevhid-i Huda467
Mefa'îlün/ Mefatlün/ Mefa'îlün/ Mefallün/
Cemalün sem 'ine perv&ne-veş yanmak diler gönlüm Visalün zevkine canö irüp yanmak diler
gönlüm
Görüp her yüzde nüruni seni sanmak diler gönlüm Cemalün sem 'ine pervane- veş yanmak
diler gönlüm
Duyaldan vasf-ı pakini seni benden cüda kıldı Visalünsüz saf& bulmaz anunçün çok cefa kıldı
îrilüp zat-ı pakini gidüp kendin hafö kıldı Cemalün sem'ine perv&ne-veş yanmak diler
gönlüm
Visalün zevkini arzu idüp terk-i cihan itdi Huzür-ı pake irmek içün aceb kendin nihdn itdi
Gülistan-ı cemalünçün dua bunca figan itdi Cemalün sem 'ine pervane-veş yanmak diler
gönlüm
Dulun zat-ı şerifîimi görenler gördiler Hakk'ı Anunçün zat-ı pakini görenler gördiler Hakk'ı
Cemalün pertevim cana bulanlar buldılar Hakk'ı Cemalün sem 'ine pervane-veş yanmak diler
gönlüm
442Kerem ıssı kerem île cemalim Hasım'e göster Gartb derd-mend nedür kapanda cümleden
ahkar
Firökun n&nna yanmış zülal-ı vuslatım ister Cemalim sem 'ine pervane-veş yanmak diler
gönlüm
,468
L XIX. Yüzyıl Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı Mutasavvıflanndan Birkaç Örnek
XIX. yüzyıl bir önceki yüzyıldan farklı değildir. Bu yüzyılda da mutasavvıf şairler eskiyi
tekariamaktan öteye geçememişlerdir. Kuddusî, Turabî, Mihrabî, Bitlisli Müştak Baba, Adile
Sultan, Vasıf-ı Melamî, Aynî Baba gibi mutasavvıflar bu yüzyılın belli başlı şahsiyetlerin!
oluştururken Dertli, Seyranî gibi aşıklar da verdikleri eserlerle bu zümreye dahil oluyorlardı.
24. TURABÎ
Asıl adı Ali olan Turabî (? -1868)nin Ankaralı olduğu söylenmektedir. Kırşehir'de bulunan
Hacı Bektaş dergahmda şeyhlik etmiştir. Basılmış bir Divan'ı bulunmaktadır.
Eski sebaktan geçiben Gel, çevir evrak dediler Rıhlet-i bang etti soda Dinle, hey ahmak!
dediler
Gitti ömür zayi, heba Derdine yok sonra deva Ya n'olacak ruz-ı cezü Haline bir bok! dediler
Sende nedir bu semelik Satma bana, gel dedelik Sırtına bir elli çelik Urmalı mutlak! Dediler
Doğru yürü Hak yoluna Rah ede Allah kuluna Kul reh-i Hak'da buluna işte bu elyak! dediler
Cah-ı cihan minnet imiş Ahın hem hasret imiş Yok yere bir gayret imiş Çektiğin alçak
dediler.
443
Hak diyeyim dinle beni Bitmedin ah sen de seni Ateş-i hicr ile teni Bilme?, isen yok!
dediler
Kılsa vefa ahde güzel İşte karib oldu ecel Ya ne bu beyhude emel Vay gidi torlak! dediler
Gerçi bahayimce imiş Laklöka söz çokça imiş Men aref'f bellememiş Mayesi bî-pak!
dediler
Menzilim buldu bulan Var yürü sen böyle dolan Gördü seni arif olan Kupkuru, kavrak!
dediler
Ben dedim: Ey ehl-i himem Bende kamu derd ü elem Eyle bana lütfü kerem!... Bu söze
Hak! Hak! dediler
Bab-ı tevekkülde sofa Bul anı, ver çekme cefa işte bu teslim ü rıza Boynuna gel tak! dediler
Dünyayı bir yana koyun Han-ı kanaatte doyun Varlığım cümle soyun Kalmalı çıplak!
dediler
Pîryedine ermedi bu Aklı sere dermedi bu Aşka boyun vermedi Ölse de hortlak! dediler
Münkariz oldu bu işin Rifatini buldu eşin Dünya için bu gidişin Sur'ati kıvrak! dediler
Vah sana vah, basma taş Dünya için bu ne telaş Hak yoluna can ile baş Vermeli, korkak!
dediler
444
Terk-i cihan olmaz isen Ölmeden ön ölmez isen Bunda seni bilmez isen Basma tokmak!
dediler469
Sidk ile güş eyle cevap işte budur rah-ı savap Mahlasım oldu bu türap Ahırı toprak! dediler
25. BÎTLtSLt MÜŞTAK BABA (1759-1832)
Asıl adı Muhammed Mustafa olan Müştak Baba470 H. 1172 (M. 1759) yılında Bitlis'te
dünyaya geldi. 10 yaşında babasını kaybedince dedesi Hacı Süleyman'ın himayesine girdi.
Şems-i Bitlisî (Hacı Mahmud Hoca)'den temel eğitimim aldı. 20 yaşında tasavvufa yöneldi.
Bağdat'ta birçok alim, arif, fazıl kimseyle görüştü, onlara kendini kabul ettirdi. Trabzon ve
istanbul'da bulundu. H. 1247 (M. 1832) yılında istanbul'dan Bitlis'e gelirken Muş'ta 75
yaşında iken şehit edildi.
Müştak Baba'nın bir divanı vardır. Şiirleri Din ve Tasavvuf ağırlıklıdır. Aruz veznim ustalıkla
kullanmıştır.471
Merülü/Mefa'aü/Mefrilii/Fa'ülün
Dervîş gerektir ede Allah 'a tevekkül Dost cevrine sabreyleye ağyare tahammül
Mürşid eteğin desteleye destine muhkem Dergahına yüzler süre b&-icz u tezellül
Derviş gerek saye-i teslim ola pamal Ahir ola ta bahr-ı dil mürşide vasıl
Derviş gerek katre-ifani ola evvel Ta şems-i ruh hazret-i şeyhe ola şamil
Derviş gerek fanî-i fi'ş-şeyh ola sermest TO. ni'met-i 'uzma-yı bekaya ola nail
Dervîş gerektir ki ola şeyhine Müştak Sırrın ede ayine-i kalbinde tahayyül
445
26. ADtLE SULTAN (1826-1899)
Osmanlı hükümdarı II. Mahmud'un kızı olan Adile Sultan,472 Osmanlı Hanedanı içinde
yetişen ve divanı olan tek kadın şairedir. Şürlerinin büyük bir bölümü dinî-tasavvufî
mahiyettedir. Kocasını ve kızım kaybettikten sonra Nakşibendî tarikatı şeyhlerinden Bala
Tekkesi şeyhi Ali Efendiye intisap eden Adile Sultan, dindarlığı ve yardımseverliğiyle
tanınırdı. 1899 yılında vefat etti.
Kafiye hataları ve vezin yanlışlıklanyia şiirde pek başarılı olamayan A-dile Sultan,
Tahassümame, îftirakname gibi manzumeleriyle bazı mersiyele-rinde ruhunun kederlerim
anlatmıştır. Kendi divanım bastınnanuştır. En sağlam nüshası İstanbul Üniversitesi
Kütüphanesi'ndedir.473
Münacaat
Gelüb düştüm kapuna ben aman Allah meded Allah Günahın bahrine taldım aman Allah
meded Allah
Kul senin ihsan senin derd ile derman sana Emrile ferman senin aman Allah meded Allah
Sen beni var eyledin aşık-ı zar eyledin Cümle iradat senin aman Allah meded Allah
Kul senin iken aceb kimlere minnet ider Kudret ü hikmet senin aman Allah meded Allah
Adile mahzundur halim arz idemez Derdim derman ol aman Allah meded Allah
t. XX. Yüzyıl Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı Mutasavvıflanndan Birkaç Örnek
Cumhuriyetin ilanı ile tekke ve zaviyeler kapatılmıştır. Mevcut mutasavvıf kimlikli
şahsiyetler de dinî nitelikli şiirleriyle bu geleneği sürdürmeye çalışmışlardır. Mihrabî,
Yozgatlı Hüznî, Aşık Molla Rahim, Zeynel Usul Baba vb. bu yüzyılın mutasavvıf kimlikli
şahsiyetlerinden birkaçıdır.
Son yıllarda aşık tarzında şiirler söyleyen aşıkların da dinî-tasavvufî mahiyetteki süre
yöneldikleri görülmektedir. Ancak bu tür şiirler birer çeşniden ileri gidememektedir. Ancak
bu tür bir yönelişi Yünus-Kaygusuz heye-camnın yeniden canlanması olarak görmekteyiz. Bu
ise kültür bütünlüğümüz açısından önem taşımaktadır.
446
27. EDÎB HARABÎ (1853-1916)
Asıl adı Ahmed Edib'tir. 17 yaşında son devir Bektaşî ululanndan Mehmed Ali Hilmi
Dede'ye mürid olmuştur ama babalık icazeti almadığın-dan istanbul Bektaşîleri arasında
sevilmemiştir.
Aruz ve hece vezniyle rahat şiir söyleyebilen Edîb Harabî'nin şiirierinde hiciv yanı ağır
basmaktadır. Laubali Bektaşî lisanım bilen önemli şairlerden biri olan Edîb Harabî'nin
nefeslerinin bir kısmı devrin gazete ve mecmualannda da yayınlanmıştır. 1916'da istanbul'da
vefat etmiştir.474
Yo Rab senin mekanın yok Yatağın yok yorganın yok Hem dinin hem imanın yok Her bir
şeyden münezzehsin
Sesin çıkmaz avazın yok Abdestin yok namazın yok Hiçbir yere niyazın yok "Kul
huvallahu ahad"sın
Kapın büyük açan yoktur Seni kapıp kaçan yoktur Anan yoktur baban yoktur Ya Rab
"Allahüssamed"sin
Elmasın yok boncuğun yok Aban keben gocuğun yok Kann kızın çocuğun yok "Lem yelid
ve lem yüled"sin
Her bir şeye kudretin var Akla sığmaz hikmetin var Yetmiş iki milletin var Senhallak-ı
"künfekan"sın
Sağın da var solun da var Eğri doğru yolun da var Bir Harabı kulun da var Senhalhak-ı
"künfekan"sın
m Güzel, A., Dim-Tasavvuff Türk Edebiyatı, s. 469, 470. Aynca bu konuda bir doktora
çalışması da yapılmıştır.
447
"Kofu nün" hitabı izhar olmadan Biz bu kainatın ihtisasıyız Kimseler vasıl-ı dîdar olmadan
Ol "kabe kevseyn"in "ev edna "siyiz
Yok iken Adem 'le Havva alemde Hak île hak idik sırr-ı mübhemde Bir gececik mihman
kaldık Meryem 'de Hazret-i isa'nın öz babasıyız
Zdhida şanımız "innafetahna" Harabî kemleri serseri sanma Bir kılı kırk yarar kamiliz amma
Pîr Balım Sultan 'in budalasıyız
Bize peder dedi tıfl-ı Mesiha "Rabbîemt" diye çağırdı Musa "ten terani" diyen biz idik ana
Biz Tür-ı Sina'nın tecellasıyız
"Kuntu kenz" remzinin olduk agahı Hakka'l-yaktn gördük cemalullahı Ey hoca bizdedir
sırr-ı ilahî Biz Hacı Bektaş'infükarasıyız
Bize takdir olmuş Kalü Bela'dan Anınçün sakin-i meyhaneyiz biz "Sakahüm" harım ta
ezelîden içtik dost elinden mestaneyiz biz
Hakk'ı her biseye kadir biliriz Dünya vü ukbaya nazır biliriz Her nereye baksak hazır biliriz
Sacid-i Kabe vü büthaneyiz biz
Harabî sen bizi divane sanma Özünü fehm etmez mestane sanma Yıkılmış çürümüş kaşane
sanma Gencîneler dolu viraneyiz biz
448
28. MİHRABÎ (1860-1920)
Kınm hanları ailesine mensup olan Mihrabî, iyi bir tahsil yapmıştır. Ho-cası Tikveşli Yusuf
Efendidir. Bektaşi Münir Baba'ya intisabı vardır. Uzun süre Bektaşi Tekkesi'nde rehberlik
yapmıştır. Postnişin yapılmak işlenmişse de o bunu kabul etmemiştir. Meczub bir kişiliği
vardır.475
Sahra-yi cedide yeni bir Mecnun Münasip gördüler intihab oldum Sahra benden ben de
sahradan memnun Şöyle ki ne mamur ne harab oldum
Eski Mecnun gitti Leyla diyerek Basımda bin türlü sevda diyerek Geldim bu aleme Mevla
diyerek Kamu mecnunlara ülü'l-bab oldum
Mihrabı bu aşka girelden beri Yolunda can ü baş yerelden beri Cennet-i Cemale erciden beri
Şeyh idim evvelce şimdi şab oldum
4
Allah deyip bağırma Irak sanıp çağırma Hakkı dilden ayırma Şeytan güler bu hale
Hayali bir yerdesin Sen arada bir yerdesin Hak sende sen nerdesin Nedir cevap suale
Levh-i mahfuzdur yüzün Anı şerheyler sözün Arif bilir iç yüzün Cahil düşer zevale
Kur'anîdir sözümüz Rahmanidir yüzümüz Hakkı görür gözümüz Aldanmayız hayale
449
Aba deyip ödeme Secdegah ol Ölenle Hateme er Hateme Dondur yüzün cemale
Mihrabi cimde ayat Müteşabih muhkemat işte destimde berat Sun ey saki piyale
29. ZEYNEL USUL BABA
1914 yılı Ankara-Beypazan doğumlu olan Zeynel Baba,476 ilkokulu Karaşar'da
tamamladı. Dedesinin vefatı ve maddi imkansızlıklardan dolayı eğitimine devam edemeyince
1929 yılında Ankara'ya gelip muhtelif işlerde çalıştı. Bu arada evlenen Zeynel Baba; II.
Dünya Savaşı yıllannda askerlik görevim tamamladıktan sonra kırtasiyecilik işiyle uğraştı.
Soyadı kanunuyla da Usul adım aldı.
Hayatım zor şartlar altında kazanan Zeynel Baba; sürekli dinî sohbetlere katılarak manevî
dünyasını zenginleştirmiştir. 1950 yılında Basri Babanın müridi olan Ziya Babayla tanışmış,
kendisine intisap ederek nasip almıştır. Bir süre sonra Baba unvanım almış. Ziya Babanın
isteği üzerine de Tireli Basan Baba tarafından Halife yapılmıştır. 1977 yılında hac vazifesin!
yerine getirerek Hacı olan Zeynel Baba; hayatı boyunca dinî muhtevalı şiirler yazmıştır. Dinî
Tasavvufî Türk Edebiyatının XX. yüzyıldaki son temsilcilerin-dendir diyebiliriz. Rahatsızlığı
sebebiyle 18 Eylüll990'da vefat etmiştir. Şiirlerinden birkaç örnek verelim:
İlahi:
Tevhidi belle Olsun seninle Her dem her yerde Sensin Allah 'im
içimde canım Damarda kanım Lutf-u ihsanım Sensin Allah'ım
Acıkan doyan Susayan kanan Gizliyi duyan Sensin Allah'im
450
Zararı karım Sim esrarım Yar-ü ağyarım Sensin Allah'ım
Zevk ile zorun Namus u dnm Hep kull-i varım Sensin Allah'ım
Söyleyen dildir Zeynel değüdir Hakikat odur Sensin Allah'ım
Na'at:
Her dem huzurunda olmak isterim Kabul et olayım ya Resulallah Aşk ile namazım kılmak
isterim Lütfeyle lalayım ya Resulallah
Münkir olanları yakma nanna Onlar da katilsin er kotarma Tabibler tabibi minnetim sana
ihsan et bunlara ya Resulallah
Bed kelam söyleme dervise bir an Arayanlar bulur yoklukta ey can Hatice Fatıma dertlere
derman Deva kıl dertlere ya Resulallah
Kesrelerden geçip olasın bahri Musahip eyle gel lutfile kahrı Hidayet kapışı entemu şehri
Nasib et bizlere ya Resulallah
Dervişin elidir Allah 'in eli Manası Muhammed esrarı Ali Vahiyyi söyleyen ağzında dili
Kul eyle Zeynel 'i ya Resulallah
Nutuk:
Boşa cihanı dolanma Gel ödeme bil ademi Yollarda bunalıp kalma Gel ödeme bil ademi
451
Nutfe ruhla adem oldu Zatı nuru île doldu Dış üe içi bir oldu Gel ödeme bil ademi
Her kim ki nefsini bildi Arayıp dostunu buldu Adem'e secde emroldu Gel Ödeme bil
Ödemi
Yapış Ödem'in cimden Cevherlerin al dilinden Nüş eyle nazar gölünden Gel Ödeme bil
Ödemi
Şef-t alem Mustafa İlm-i hatemdir Murtaza Sebeb-i zuhuru eşya Gel ödeme bil ademi
Zeynel, ademi Hak bildi Emre uyup secde kıldı Anın ile nemdem oldu Gel ödeme bil
Ödemi
Top Related